3 Ocak 2010 Pazar

[PDF] İşçi Sınıfının Dünya Görüşü ve Yurtseverlik Kavramı

Yurtseverlik anlayışı dünyanın dört bir yanında sosyalizm mücadelesinin gelişimine ayak bağı oluyor. Konu, Türkiye’de sol ve Marksist çevrelerde birkaç yıldır tartışılıyor. Bu kavrayış biçiminin temel alınması gerektiğini ileri sürenler de var. Konuya açıklık getirmek, dünya işçi ve emekçilerinin kurtuluş mücadelesinin önünde duran en önemli görevlerden birisidir.
Komünist hareketin 20. yüzyıldaki saygın önderlerinden Antonio Gramsci’ye göre, bir ideoloji olarak yurtseverlik, modern bir olgudur. Reformasyon ile başlayan ve Avrupa Aydınlanmacılığında doruk noktasına ulaşan burjuvazinin feodal güçlere ve kiliseye karşı mücadelesinde dayandığı temel kavram yurtseverliktir. Bu kavram, Marksizmin gelişiminde ve uluslararası işçi sınıfı hareketinin oluşum ve mücadele tarihinde temel tartışmalara konu olmuştur.

Marx ve Engels’in Yurtseverlik Kavramına Yaklaşımı
Burjuva ideolojisinin yadsıması olan işçi sınıfının dünya görüşü temellendirilirken Marx ve Engels’in yurtseverlik kavramıyla ta başından itibaren hesaplaştığını görüyoruz. Komünist Manifesto’daki “işçilerin vatanı yoktur” belirlemesi bunun ürünüdür.
İşçi sınıfı, üretim araçları karşısındaki konumu, çıkarları ve amaçları bakımından evrensel bir sınıftır. Bu nedenle işçi sınıfının vatanı olamaz. İşçi sınıfının değişik ulus-devlet sınırları içinde yaşıyor olması ve burjuvaziye karşı savaşını, yaşadığı ulusal-devlet sınırları içinde yürütmek zorunda olması bu gerçeği değiştirmez. Bu mücadele, Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi, sadece biçim bakımından ulusaldır, içerik bakımından enternasyonaldir ve enternasyonalist olmak zorundadır. Aksi takdirde, tarihsel görevi olan insanlığı kurtarma perspektifini de, kendisini kurtarma perspektifini de yitirecektir.
Marx ve Engels’in burjuvazinin değişik kanatlarıyla giriştikleri pratik-politik çatışmaları da vardır. Bunlar ‘serbest ticaret’ tartışmaları kapsamında ve Birinci Enternasyonal içinde yaşanmıştır. Bu tartışmaların bugün yürütülen tartışmalarla büyük benzerlikleri vardır.
Soru şudur: serbest ticaret mi, korumacılık politikası mı uygulanmalıdır? Korumacı siyaset, klasik ekonomi politikçilerinin “serbest ticaret” düşüncesinin eleştirisidir. Bu bağlamda Marx, “sosyal devrim” olarak tanımladığı işçi sınıfının duruşunu tanımlamıştır. Marx, korumacılığı (bunun diğer adı yurtseverliktir) “muhafazakâr”, serbest ticareti ise “yıkıcı” bulmaktadır.
Fakat Marx, yurtseverliğin kaynağı olan kapalı ulusallıkları yıkacağı ve üretim araçlarını muazzam bir şekilde geliştirip sosyal devrimin toplumsal-tarihsel önkoşulunu oluşturacağı için serbest ticareti savunmaktadır. Yirminci yüzyılın başlarında korumacı gümrük politikasını ve İkinci Enternasyonal içinde Lenin ve Clara Zetkin ile beraber Bernsteincıların temel aldığı yurtseverlik ilkesini eleştiren Rosa Luxemburg da benzer bir duruş sergilemiştir.

Paris Komünü ve Lenin’in Çıkardığı Ders
Lenin’e göre Paris Komünü denemesinde yapılan en büyük hata, işçi sınıfının kurtuluşu düşüncesiyle yurtseverlik düşüncesini birleştirmiş olmasıdır. Bu belirlemeyi Lenin, yurtseverlik duygusunu en köklü duygulardan birisi olarak tanımlamasına rağmen yapmaktadır. Bu neden bir hatadır?
Yurtseverlik, siyasetin birtakım ahlaksal değerlerle ele alınmasına ve etnikleştirilmesine yol açmaktadır. Komün ile birlikte Paris’te iki iktidar odağı oluşmuştur: Komüncülerin karşısında karşı devrimci Versaillecılar vardır. Komüncüler, yurtseverlik ilkesinden hareket ettikleri için, Versaillecıların üzerine yürümek yerine onları ikna etmek için ahlaki çağrılar yapmıştır. Lenin’e göre Komüncüler, sınıf mücadelesi kavramından hareket etmiş olsalardı, Versaillecıların iktidar odağını yıkmaya çalışırlardı. Bunu yapmadıkları için Komün, Alman emperyalizminin de desteğiyle, Versaillecılar tarafından ilk fırsatta boğuldu. Versaillecılar, kimsenin yurtseverlik söylemine ve gözyaşına bakmadan 110 bin kişiyi katletti.
Almanya’da Kasım Devrimi’nde ve Rusya’da Ekim Devrimi’nde de ikili iktidar odakları oluşmuştu. Komün’ün yenilgisinden gerekli dersler çıkarmış ve yapılan hataların yenilenmemesi için gerekli önlemler almış olan Bolşevikler devrimi başarıya ulaştırmıştır. Bu hazırlıkları çok geç başlatan Alman sosyalistlerinin bütün çabalarına karşın Kasım devrimi yurtseverlik sarhoşluğunda boğulmuştur.

Güncel Gelişmeler ve Yurtseverlik Önerisi
ABD’de yapılan son başkanlık seçimlerinde en önemli konu yurtseverliktir. Obama, seçimlere “değiştirebiliriz” sloganıyla gitmiştir. John McCain, Obama’yı yurtsever olmamakla suçlamıştır. McCain bununla seçimi kazanmayı ve Obama’ya umut bağlayan kitlelerin değişim beklentisini yurtseverlik sınırları içine hapsetmek istemiştir. McCain birinci amacına ulaşamadı ama sistemin geleceği için daha önemli olan ikinci hedefinde başarılı oldu. Bu suçlama karşısında Obama, yurtsever olduğunu ve bunun ne anlama geldiğini açıkladı: sistem içi reformlar ve yeniden düzenlemeler yaparak ABD’nin dünyadaki hâkimiyetini korumak.
Almanya’nın eski şansölyelerinden Helmut Kohl, Doğu Almanya ilhak edildikten sonra, siyasetin bundan böyle üç ayağı olacağını açıkladı: aile, yurt ve vatan. Bu siyaset yirmi yıldan beri tutarlı bir şekilde uygulandı. Almanya’da dünya futbol şampiyonası sırasında gözlenen ve çılgınlığa varan bayrak gösterisi aynı zamanda bu siyasetin sonucudur. Almanya’da yapılan son seçimlerde, devlet partileri birbiriyle yurtseverlik yarışına girmiştir. Örnekler çoğaltılabilir.
Buna karşı işçi sınıfının enternasyonalizm ilkesini temel edinerek teorik olarak donanması ve gerekli siyasi kurumlarını yaratması gerekmektedir. Aksi takdirde tarihin tekerrür etmesi kaçınılmaz olabilir.

Enternasyonalizmi Yeniden Keşfetmek Gerekmektedir
Dünya sosyalist sisteminin yıkılmasından sonra bölgesel ve uluslararası emperyalist rekabet artmıştır ve yaşanan krizle iyice kızışmıştır. Son yıllardaki gelişmelere bakıldığında, her devletin yurtseverlik kavramına başvurarak buna hazırlandığı görülmektedir.
İşçi sınıfı hareketi ne yapmalıdır? Monthly Review’un editörlerinden Marksist iktisatçı Michael D. Yates göre, kapitalizm hem ulusların içinde hem de uluslar arasında eşitsiz gelişmeyi sürekli yeniden üretmektedir. Lenin, Emperyalizm adlı çalışmasında bunun emperyalizm koşullarında kaçınılmaz olduğunu göstermiştir. Bu doğal olarak hem içte hem de dışta sürekli dost-düşman ayrımı yapmaya götürür ve bu genellikle etnik temellerde yapılır. Amerika’da bir sürü etnik gruplar ve farklı renkte insanlar vardır. Yates, dünyaya doğal olarak Amerika’dan bakıyor ve şunu öneriyor: kesinlikle yurtseverlik ve milliyetçilik gibi ideolojilere taviz verilmemelidir, emperyalist-kapitalist sistemin kaçınılmaz olarak yaptığı, siyaseti etnikleştirmenin karşısına ancak enternasyonalizm ilkesiyle çıkılabilir ve halkların birbirini yeniden boğazlaması önlenebilir. Alman ve İtalyan Marksist düşünürlerinden Hans Heinz Holz ve Domenico Losurdo, Marksistler ve işçi sınıfı hareketinin ne teorik olarak ne de pratik olarak yurtseverlik ilkesine dayanabileceğini belirtmektedir.
Hindistanlı Marksist siyasetçi Prakash Karat, emperyalist saldırı karşısında halkın bütün kesimlerini işçi sınıfının önderliğinde bir araya getiren bir iç cephe kurulmasını önermektedir. Bunun için en başta yurtseverlik de dâhil her türlü şovenizme karşı mücadele edilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde emperyalist saldırı karşısında tepkiler, etnik ve/veya dini tepkilere dönüşür ki bu tür tepkilerin hepsi, sistemle bütünleştirilebilecek tepkilerdir.
Apartheid’a karşı mücadelenin önde gelen isimlerinden Z. Pallo Jordan, Irak’ın işgalinden sonra, geri bıraktırılmış hiçbir ülkenin güvenlik içinde olamayacağını düşünmektedir. Jordan, bir taraftan her ülkede Karat’ın önerdiği gibi bir cephe oluşturulmasını ve diğer taraftan da bugün Latin ve Güney Amerika’da uygulanmaya çalışıldığı gibi bir halklar enternasyonali kurulmasını önermektedir. Bu ise ancak enternasyonalist ilkelerinden hareketle mümkündür.
Sonuç olarak: uluslararası işçi sınıfı ve sosyalizm hareketi büyük tarihsel görevlerle karşı karşıyadır. Yurtseverlik ilkesine dayanarak bunların üstesinden gelmesi mümkün değildir. Engels’in Paul Lafargue’a yazdığı 27 Haziran 1893 tarihli mektubunda ifade ettiği düşüncenin bugün hatırlanması her zamankinden daha yerindedir: “Ben yurtsever kelimesinin kullanılışından değil, kendinizi tek ‘gerçek’ yurtseverler olarak tanımlamanızdan bahsetmek istemiyorum. Bu kelimenin o kadar dar bir anlamı – veya, daha iyisi, o kadar belirsiz bir (anlamı,-DG) var ki, hangisini isterseniz, kendime bu tanımı vermeye cesaret etmezdim”.

İsyankâr Nietzsche, Kim İçin, Ne İçin İsyan Ediyor? Domenico Losurdo’nun Nietzsche Kitabı Üzerine

PDF için tıklayınız...Nietzsche, felsefe tarihinin kuşkusuz en ilginç kişiliklerinden birisidir. Kullanmış olduğu dilin şiirselliği, güçlü retoriği ve (görünüşte) radikalliği, hemen herkesi ona hayran kılıyor. Son derece garip bir olgudur; ondan aynı zamanda hem muhafazakârlar medet umuyor hem de birçok ilerici özgürlük arayışları için ona ilham kaynağı olarak bakıyor.

Irvin D. Yalom’un "Nietzsche Ağladığında" adlı romanıyla Nietzsche artık sadece felsefeyle ilgilenenler tarafından bilinen bir isim olmaktan çıktı ve belki de Nietzsche’nin kim olduğunu bile doğru dürüst bilmeyen insanlar arasındaki sokak sohbetlerine dahi konu olmaya başladı. Yalom’un romanından uyarlanan aynı adlı film de buna ayrıca ivme katmıştır kuşkusuz. Zira film internette bedava sunulmaktadır. Akademik dünyanın değişik alanlarında aynı zamanda hem sağcı hem solcu birçok akademisyen için bir nevi bir umut taşıyıcısıdır Nietzsche. Kimdi Nietzsche, neydi öğretisi, herkeste retoriğinden ve görünüşte radikalliğinden hayranlık uyandıran değişik eserlerini nasıl yorumlayacağız, felsefe tarihinde bir yer hak ediyor mu, ediyorsa nasıl bir yer hak ediyor?

Urbino Üniversitesi’nde felsefe dersleri veren İtalyan düşünürü ve felsefe tarihçisi Domenico Losurdo, "Nietzsche: Aristokrat İsyankâr" adlı klasik bir eser olmaya aday iki ciltlik (yakinen bin sayfalık) kitabında bu ve benzeri sorulara yanıt vermeye çalışıyor. Kitap, 2002 yılında ilk olarak İtalyanca yayınlanmıştır. Geçtiğimiz yıl aynı zamanda Almanya’da ve Brezilya’da yayıma sürülen kitabın önümüzdeki günlerde İngilizce baskısı da çıkacaktır. Yazar, kitabın değişik dillerde çıkan bu baskısını bir nevi ikinci baskı olarak değerlendiriyor. Bu kısa tanıtım yazısında "Argument Verlag" (Argument Yayınevi) ve "Institut für Kritische Theorie Berlin" (Eleştirel Teori Kurumu Berlin) adlı iki kuruluşun işbirliği içinde yayınladığı Almanca baskıyı temel alıyorum.

Losurdo’nun, kısa bir notunda duyurduğu gibi, amacı, Nietzsche’nin entelektüel bir biyografisini yazmak ve bundan şimdiye kadar yürütülen tartışmaların ışığında eleştirel bir “bilanço” çıkarmaktır. Nietzsche üzerine yürütülen tartışmaların temel konusu, onun siyasi bir düşünür olarak nereye konulacağıdır. Bu bağlamda iki konu özellikle önem arz etmektedir. Nietzsche’nin eserlerinde, yazılarında ve aforizmalarında toplumun ezilen sınıflarına ve onların kurtuluş mücadelesine karşı açık saldırıyı ve Hitler faşizmi döneminde en önemli felsefi-ideolojik kaynak olarak başvurulmuş olmasını nasıl yorumlamak gerekmektedir? Losurdo’nun kitabının Almanca baskısını yayıma hazırlayan Jan Rehmann, kitabın özgünlüğünü bu soruya vermiş olduğu yanıtta ve bundan hareketle Nietzsche’ye dair sunmuş olduğu yeni yorumunda görüyor.

Bugün Nietzsche araştırmasında, bir tarafta, özellikle ‘postmodern markalı’ bir “günahsızlık hermeneutiği” hâkimdir. Bu yaklaşıma göre, Nietzsche’nin toplumun ezilen kesimlerine karşı sergilemiş olduğu “acımasız duruşu” ve köleliği açıkça savunuşunu ifade etmek için kullandığı deyimler, sadece “derin anlamlı mecazlardan” ibarettir. Diğer tarafta; Marksist gelenek içinde Georg Lukács’ın sunmuş olduğu Nietzsche’yi faşist düşüncenin neredeyse doğrudan hazırlayıcısı olarak görme anlayışı yaygındır. Losurdo, kitabını Marksist gelenek içinde bir çalışma olarak görse de Lukács’ın yorumuna dair önemli düzeltmeler yapmaktadır ve Nietzsche’nin eserinin Hitler faşizmine kaynak oluşturabilmesi için 1920’lerden itibaren yeni bir süzgeçten geçirilip neredeyse çeyrek yüz yıl boyunca yeniden yorumlanmaya çalışıldığına işaret etmektedir. Diğer taraftan, Losurdo, Nietzsche’nin eserlerini, yapmış olduğu sıkça felsefi görünüme büründürülmüş siyasi açıklamalardan hareketle onun döneminin siyasi gelişmeleri ile ilişkilendirerek söz konusu “derin anlamlı mecazlar”ın ne suçsuz ne de günahsız olduğunu gösteriyor. Öyle ki, Michael Hardt ve Antonio Negri, uzun yıllar “günahsızlık hermeneutiği”ni safça devralıp dünya çapında yayılmasına katkıda bulunduktan sonra, "Çokluk"ta Losurdo’nun kitabına açıkça gönderme yaparak bu naif duruşlarını kısmen düzeltip Nietzsche’de sözüm ona “devrimci” bir yanın yanında bir de “gerici yan” bulunduğunu kabul etmişlerdir.

Losurdo’nun Nietzsche araştırmasına hâkim olan bu iki ‘cephe’nin sorunlarını ve açmazlarını göstererek onlara dair yapmış olduğu düzeltme, kitabın alt başlığında “eleştirel bilanço” deyimiyle duyurulmaktadır. Peki, kitabın başlığında ifade edilen “aristokrat isyankâr” tanımlaması neyle ilgilidir? Nietzsche, bir düşünür ve felsefe tarihçisi olsa da son derece siyasi bir yazardır. Losurdo’nun Nietzsche’yi “aristokrat” olarak tanımlaması, onun hâkim sınıflar lehine sergilemiş olduğu anti-modernist siyasi duruşu ve “isyankâr” olarak tanımlaması, onun hâkim sınıfları iktidarlarını perçinlemek için isyan edercesine “bütün değerleri tersine çevirme”ye çağırmasıyla ilgilidir.

Losurdo, Nietzsche’yi üç evreye ayırarak inceliyor. Erken dönem: "Trajedinin Doğuşu" (1872); orta dönem: "İnsanca, Pek İnsanca"; geç dönem: "Zerdüşt" (1883). Nietzsche, her üç döneminde de (erken dönemindeki ulusalcı-liberal duruşu bırakıp Avrupacı olmasına karşın) “aristokrat isyankâr” sosyalizm karşıtı duruşunu hep sürdürmüştür ve bütün felsefeci yaşamını felsefeyi bu bakış açısından Sokrates’ten buyana tersine çevirmeye adamıştır denebilir. Ve bu çabanın amacını Nietzsche, "İnsanca, Pek İnsanca"da (c. 1, paragraf 462) tanımladığı hiyerarşik toplum ütopyasında dile getirmektedir.

Nietzsche’nin eserlerinde Marx’ın adının geçmemesi, genellikle onun Marx’tan haberi olmadığı doğrultuda yorumlanmıştır. Yeni araştırmalar, Nietzsche’nin Marx’ın yazılarını ve sosyalist hareket içindeki tartışmaları çok yakından takip ettiğini gösteriyor. Nietzsche’nin tek bir korkulu rüyası vardır: işçi ve sosyalist hareketin ilerlemesi. İşçi hareketinin Avrupa’da elde etmiş olduğu haklara acı duyduğunu belirten yorumlarla ve hükümetlerin bunun karşısında çok yumuşak davrandığını dile getiren eleştirilerle karşılık vermektedir. Losurdo’nun gösterdiği gibi, Nietzsche’ye göre işçi ve sosyalist hareketin ilerlemesinin temelinde, 1789 Fransız Devrimi’nden sonra bir türlü durmak bilmeyen devrimler dalgası ve bu devrimlere düşünsel ilham kaynağı oluşturan iyimserlik, eşitlik ve mutluluk kavrayışlarıdır.

Kant, iyimserlik kavrayışını ele aldığı erken yazılarından birisinde, bu kavrayıştan hareket edilince, daha iyi bir dünyanın mümkün olduğu sonucuna ulaşmaktan daha doğal bir şey olamayacağını göstermiştir. Kant’ın eserlerini çok iyi bilen Nietzsche, topluma daha iyi bir dünyanın mümkün olmadığını aşılamak için hâkim kesimlere karamsarlık kavrayışının işlevselleştirilmesini salık vermektedir. Bunun için Hıristiyanlığın insanın doğuştan “günahkâr” olduğuna dair öğretisinin iyi bir araç oluşturabileceğini düşünmektedir ki bu, İslamcı düşüncenin de temel öğretilerindendir. Nietzsche’nin daha sonra Hıristiyanlığı eleştirmesinin nedeni, artık kilisenin bu görevi üstlenemeyeceğiyle ilgilidir.

Sadece bir düşünür ve felsefe tarihçisi olmayıp aynı zamanda siyaset, toplum, kültür ve uygarlık tarihçisi olan Losurdo kitabında, Nietzsche’nin değişik eserlerinde ve yazılarında ifade ettiği düşüncelerin geri planının ayrıntılı bir betimlemesini sunuyor ve onları uzun yılların araştırmasının sonucu olarak eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutuyor. Losurdo’nun kitabıyla kurtuluşçu veya özgürlükçü Nietzsche mitosu artık nihayet sonra ermiştir. Bundan sonra özgürlük ve kurtuluş arayışı için artık “Nietzsche öldü” demek yersiz olmayacaktır.

1 Ocak 2010 Cuma

[PDF] Aydınlanmacılık, Toplum Düşüncesi ve Karl Marx

"Aydınlanmacılık, insanın taksiratlı reşit olmayan durumunun son bulmasıdır. Reşit olmamak, başkalarının güdümü olmadan aklını kullanamama beceriksizliğidir. Reşit olmama durumunun taksiratlı olmasının nedeni, aklın kusurundan değil ama birisi¬nin kendi aklını kullanmasında yeterince kararlılık ve cesaret gösterememesidir. Bun¬dan dolayı aydınlatmacılığın şiarı, sapere aude! yani kendi aklını kullanma cesaretine sahip ol’dur."
Immanuel Kant

"Din, doğaya bakış, toplum, devlet düzeni, her şey en acımasız eleştiriye tabi tutulmuş¬tur; her şey aklın mahkemesi karşısında ya varlığını gerekçelendirmeli veya varlığına son vermelidir. Düşünen akıl her şeyin tek ölçüsü olarak kabul edildi. O devir Hegel‘in deyimiyle her şeyin tersine çevirildiği çağdı."
Friedrich Engels




Aydınlanmacılık Nedir?
Aydınlanmacılığın İngilizce karşılığı En¬lightenment, Almanca karşılığı ise Auf¬klärung’dur. Aydınlanmacılığın bu iki dildeki karşılığı arasında birisi daha çok pratiği, diğeri ise daha çok teoriyi çağrıştıran ama birbirini tamamlayan önemli bir fark olduğu kanısındayım. Enlightenment sanki yürünen uzun veya kısa ama karanlık bir yolun en¬gebelerinin ve dolambaçlarının görülebilme¬si için ışıklandırma eylemiymiş gibi bir duygu uyandırıyor. Aufklärung ise daha çok önü¬nüzde duran bir durum veya bir şey hakkında etraflı bilgi edinip öğrenme ve bilgilendirme eylemidir. Belki bu farktan dolayı İngiliz, Fransız ve Alman ay¬dınları arasında bir karşılaştırma yapıldığı zaman, İngiliz ve Fransızların politik sistem¬lerini devrimci yoldan değiştirirken, Al¬manların düşünceyi devrimcileştirdiği (Heinrich Heine) söylenir. Bu fark Aydınlanmacılığın birbirini tamamla-yan iki boyutunu vurgular.
Aydınlanmacılık her şeyden önce bir dünya görüşüdür; bünyesinde oldukça farklı hatta birbi¬riyle çatışan görüşleri içerse de, ekonomi ve sosyoloji, devlet ve poli¬tika, felsefe ve tarih anlayışı gibi bazı temel konularda feodal, teokratik toplum ve dünya görüşünün karşısında genel bir bütünlük arzeder; ama Aydınlanmacılık aynı zamanda bir toplumsal harekettir. Ona bu özelliği kazandıran, onun ileriye dönük ortak bir amaç etrafında insanları harekete ge¬çirip düşüncelerini toplumsal güce dönüştür¬müş olmasıdır. O halde, Aydınlanmacılık, sanıldığı gibi sadece bir felsefe ve edebiyat, kısacası bir düşünce akımı değildir, aynı zamanda feodal Ancien Régime’i aşmayı amaçlayan köklü ve kapsamlı yeni bir dünya ve toplum görüşüdür. Aydınlanmacılığın toplum düşüncesinin yeniliği, onun gelişim ve ilerle¬me, eşitlik ve uyum arayışından kaynaklan¬maktadır. Yani bir taraftan bireylerin farklı bireysel amaçları ve çıkarları arasında uyum sağlanması, diğer taraftan ö¬zerkleşen hatta özgürleşen ama sosyal bir varlık olan bireyin çıkarlarıyla toplumun genel ihtiyaçları ve çıkarları arasında hüküm süren göreli çelişkinin ortadan kaldırılmasıdır. Düşüncede henüz toplum ve dev¬let ayrışmasının söz konusu olmadığı kabul edilse bile, bu iki kurum birbirinin tamamlayıcısı olarak görüldüğü için, her iki kurum birbiriyle uyumlu hale getirilmelidir. Toplumda genel gü¬venliğin, yani dirlik ve düzenin sağlanması için devlete ihtiyaç vardır, ama onun bu görevi ye¬rine getirebilmesi için tekelleştirdiği şiddet uygulama yetkisinin toplumu tehdit eder duruma gelmemesi için bazı önlemler alınarak sınırlandırılması gerekmektedir. John Locke’a göre devlet toplumu tehdit e¬dip, bireylerin özgürlüğünü kısıtlamaya, on¬ların hayatını tehdit etmeye başlarsa, halkın devlete karşı direniş göstermesi doğal bir haktır. Diğer yandan, bir varlık olarak insan ile doğa arasında uyum sağlanmalıdır. Doğa bilinmez ve anlaşılmaz yani açıklanamaz doğaüstü güçlerin hâkim olduğu bir alan değil¬dir. Doğa, insanın keşfedip açıklayabileceği kendi¬ne özgü iç yasaları olan, keşfedilip açıkla¬nabildiği oranda da insan yaşamıyla uyumlu duruma getirilebilir bir alandır.
Tarih, bilinenin basit bir tekrarından yani tarihsizlikten ibaret değildir; tersine, doğa¬nın olduğu gibi toplumun da bir tarihi vardır. Eskinin evrimle ya da devrimle sürekli olarak aşıldığı, yerine daha ileri sistemlerin konduğu, geri sıçramaların hatta geri dönüşlerin yaşanmasına karşın sürekli olarak basitten daha ayrıntılı örgütlenmeyi gerekli kılan ge-lişkine, iyiye, güzele doğru ilerleyen, kelime¬nin gerçek anlamıyla zor ve karmaşık bir gelişmedir. Aydınlanmacılığın bu tarih kavrayışı, eskinin kendisini hep yenilediğine dair antik Yunan ve ortaçağ tarih anlayışının eleştirisi olarak geliştirilmiştir. Bu nedenle Rousseau’nun, 1762 yılında yayınlanan Toplum Sözleşmesi ya da Siyaset Hukuk İlkeleri adlı eserinde Aristoteles’i eleştirmesi bir rastlantı değildir: „doğal bir köle¬lik durumundan söz ediliyorsa eğer bunun nedeni doğaya aykırı bir köleliktir. İlk köleler güç kullanılarak köle yapılmıştır, köleliklerinin sürmesinin nedeni korkaklıklarıdır.“ Rousseau, bu belirlemesiyle, hiçbir toplumsal sistemin kalıcı olmadığını, dolayısıy¬la hüküm süren toplumsal ilişkilerin de kalıcı olamayacağını vurgulamak istemektedir.
Aydınlanmacılık, toplumların gelişmişlik düzeyine, kültürel ö¬zelliklerine, entelektüel ve tarihsel gelenek¬lerine göre biçimler alarak, değişerek öncelikli olarak Avrupa kıtasına oradan da bütün dünyaya yayılmış toplumsal bir harekettir. Server Tanilli’nin ünlü İngiliz tarihçisi Christopher Hill ile u¬yum içinde belirttiği gibi, on yedinci yüzyıl İngiliz burjuva devrimleri, „yalnız İngiltere çapında değil, bütün bir tarih” çapında olan bir olaydır , ortaçağ karanlığının bitişinin, modern çağın başlangıcının, yani Aydınlanmanın başlangıcının habercisidir. Bu önemli tarihsel olay, 1789 büyük Fransız devrimiyle birlikte Aydınlanmacılığın evrenselleşmesinin ve klasikleşmesinin kaynağı olmuş¬tur. İngiliz devrimlerini hazırlayan düşünceler ve bunların saltanat karşısında elde ettiği politik hak ve özgürlükler, yaklaşık yüz yıl sonra Amerikan bağımsızlığının ve büyük Fransız devriminin hem düşünsel hem de politik ilham kaynağı olmuştur.
Eğer İngiliz burjuva devrimi başlangıç olarak alınırsa üzerinden üç yüz yılı aşkın bir zaman, Aydınlanmacılığın toplum düşüncelerinin ve politik hedeflerinin daha klasik bir örneği olarak kabul edilen Fransız devrimi ölçü olarak kabul edilirse üzerinden iki yüz yılı aşkın bir za¬man geçmiştir. Bu nedenle çağımız¬da insanlığın karşı karşıya bulunduğu so¬runlara cevaplar bulabilmek için Aydınlanmacılığın toplum düşüncesini tartışırken izlenecek yöntem son derece önemlidir. Örneğin Aydınlanmacılığın toplum düşüncesi herhangi bir eleştiriye tabi tutulmadan, önüne koyduğu hedefler ile ortaya çıkan sonuçlar karşılaştırılmadan, bu hedeflerin yeniden anlatılması fazla bir anlam taşımayacaktır. Eleştiri hiç kuşkusuz vazgeçilmez araçlardan biridir, ancak eleştiri geliştirilirken izlenecek yöntem ve belirlenen amaç önemlidir. Aydınlanmacılığın eleştirisine ilişkin izlenecek yöntem ve amaç konusunda kabaca iki eğilimden bahsetmek mümkün: Yeninin karşısında şaşkınlığa düşen ve ‘eski iyi za¬manlara’, değiştirilemez politik istikrara yeniden dönmek isteyen romantizm ve dü¬şüncelerini hem Aydınlanmacılığın açmazla¬rını hem de romantizmi eleştirerek formüle eden ve yönünü geriye değil geleceğe çevir¬miş, Aydınlanmacılığın yani burjuva toplu¬munun çelişkilerini aşarak yeni daha uygar bir toplum kurmayı amaçlayan Marksizm. Aydınlanmacılığın Nietzsche’den esinlenen hedefsiz postmodernist eleştirisi, içinde birçok bakımdan romantizmin izlerini taşımaktadır ve mevcut düzenin sınırlarını aşamadığı gibi onun birçok bakımdan açıkça savunucusudur da. Son yıllarda sosyalizmin dolayısıyla ilerlemeci düşüncenin peş peşe aldığı ağır yenilgilerden dolayı, Marksizm kitlesel etki bakımından gerilemiş durumdadır. Kendisi¬ni yeni biçimlerde belli eden romantizm, Marksizmin zayıflamasına paralel olarak güç kazanmaya başlamıştır. Bu kendiliğinden anlaşılır, çünkü Aydınlanmacılığın kazanımlarını ortadan kaldırmak için, onun açmazlarını eleştiren fakat tarihsel kazanımlarını korumak isteyen Marksist eleştirinin de zayıf¬latılması, hatta mümkünse ortadan kaldırıl¬ması gerekmektedir. Bu nedenle, Aydınlanmacılığa ilişkin tüm tartışmalarda Marx dikkate alınmak zorundadır. Ancak Marx’ın ciddiye alınmak zorunda oluşunun tek nedeni bu değildir. Onu dikkate alınmak zorunda kılan diğer neden, Marx’ın aynı zamanda burjuva toplu¬munun karşı karşıya bulunduğu sorunlara ilişkin yapılan tartışmalarda en temel sorun¬ların üzerine eğilmiş olmasıdır. Dolayısıyla bugün Marx’ı göz ardı ederek tek bir ciddi bilimsel, felsefi, siyasi ya da toplumsal sorunun aklı başında, ciddi ve anlamlı tartışılması mümkün değildir.
Bunun en iyi örneği toplumsal eşitsizliğin eleştirisidir. Bütün eşitsizliklerin temelinde, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetten kaynaklanan toplumun sınıflara ayrılmış olmasının yattığı, dolayısıyla toplumdaki eşitsizliklerin ortadan kalkması için üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyetin sağlanması gerektiği düşüncesi yeni değildir. Bu düşünce değişik biçimlerde Marx’tan çok önce savunulmuştur, ancak bu düşüncenin bilimsel olarak gerekçelendirilmesi ve uygulanır kılınabilmesi için mümkün yollarının gösterilmesi ilk olarak Marx tarafından gerçekleştirilmiştir. Marx burjuva toplumunun temel sorunlarına eğil¬diği, bunları bilimsel olarak açıkladığı ve mümkün olabilecek alternatif önerileri geliştirdiği için, kendini sürekli yenileyen Hegel diyalektiği gibi canlı kalmaktadır. Bu nedenle, bu yazımın konusu Aydınlanmacılığın toplum düşüncesi ve Marx’tır.

İnsanın Doğası ve Toplum Düşüncesi
Büyük düşünür Immanuel Kant’ın Aydınlanmacılığın şiarı, sapere aude! yani kendi aklını kullanma cesaretine sahip ol diye yazmasının nedeni, o yıllarda özellikle Prusya ve diğer Alman krallıklarında entelektüeller arasında Fransız devrimine ilişkin yoğun tartışmalarda ortaya atılan bir soruya, Fransız devrimine ideolojik dayanak oluştu¬ran Aydınlanmacılık düşüncesinin ne olduğu sorusuna cevap vermektir. Aydınlanmacılığın bütün düşünürlerini birleştiren düşüncelerden birisi insanın en azından gizil olarak akıllı olduğudur. İnsan akıllı olduğu için, doğa ve topluma hükmeden ya¬saları öğrenerek, bilgilenerek aydınlanabilir. Aydınlanmak insanın en „kutsal“ hakkıdır. İnsan, Yahudilik ve Hıristiyanlık ve daha son¬ra İslam inancında ifade edildiği gibi, „şey¬tana uyduğu için günahkâr“ ya da bir halk deyiminde dile getirildiği gibi „çiğ süt emdiği için kötü“ değildir; aksine insan ilkesel olarak iyidir. An¬cak insanın iyi olabilmesi için aydınlanması gerekmektedir. İnsanın aydınlanabilmesi için ise özgür olması, düşüncelerini, dev¬letin veya diğer insanların herhangi bir ta¬kibatına uğrama korkusuna kapılmadan açıkça dile getirebilmesi için gerekli toplumsal ve politik koşullara sahip olması gerekir. İnsan bilgilenebilir, kültür sahibi olabilir, ay¬dınlığa erişebilir, çünkü akıllıdır; bunların sonucu olarak iyi olabilir, yaşamını rastlan-tılardan kurtarıp olanakları çerçevesinde, bilgi ve öngörülerinin ışığında planlayabilir. Bunun tek koşulu, insanın özgür olmasıdır. Yalnız, Rousseau’nun ünlü deyişiyle insanın özgür doğmasına karşın her tarafta zincirlere vurulu olduğu koşullarda, iyi olması mümkün değildir. İyilik insanın doğasındadır; insan doğayı ve top¬lumu bu doğasına göre düzenleyebilir. Bun¬dan dolayı Aydınlanmacılığın şiarı, yani „kendi aklını kullanma cesaretine sahip ol!“ çağrısı, aynı zamanda özgürlüğe çağrıdır. Eğer bunun elde edilmesi için bir bedel ö¬denecekse -ki ödenmiştir- Aydınlanmacılığın bütün düşünürleri, sanatçıları ve siyasetçileri -evrimcisi de devrimcisi de- buna hazırdır.
İnsan akıllı ve iyi olduğu kadar sosyaldir de. Platon ve Aristoteles’ten devralınan bu düşünce, sınırları genişletilerek ve yeniden gerekçelendirilerek, insanın kötü ol¬duğuna dair dini batıl inançların karşısına konmak¬tadır. Aydınlanmacı toplum görüşünün çıkış noktası, her şeyden önce özgür bireydir. Ancak bir insanın yaşamını sürdürebilmesi için gerekli maddi ve manevi ihtiyaçlarını tek başına üretmesi mümkün değildir; kendisi¬nin diğer insanlara ihtiyacı olduğu kadar, diğer insanların da kendisine ihtiyacı vardır. Bu karşılıklı doğal ihtiyaç, insanı sosyal var¬lık olmaya, diğer insanlarla birlikte yaşamaya zorlar. İnsanın toplum dışında düşünülmesi mümkün olmadığı gibi, toplum dışında yaşa¬ması da mümkün değildir. Aydınlanmacılığın toplum düşüncesinde bir insanın diğer insanlarla olan ilişkisi, İskoç Aydınlanmacılığının önde gelen isimlerinden olan David Hume gibi bazı düşünürlerce sadece işlevsel olarak gerekçelendirilmiş olsa da, Marx’a ışık tutacak şekilde Kant tarafından formüle e¬dilmiştir: bir insanın toplum içinde birlikte yaşadığı diğer insanlar, ihtiyacını gidermek ve amaçlarına ulaşmak, yani kendini gerçek¬leştirmek için ihtiyaç duyduğu bir araç değil, aynı zamanda amaçtır da.
İnsan toplum içindeki etkinlikleriyle, bir taraftan doğal maddi ve manevi ihtiyaçlarını giderirken kendisini gerçekleş¬tirmek ister; arzuladığı bireysel niteliklere ve top¬lumsal kabul görmeye şu veya bu oranda kavuşmak ister. Ancak insan sosyal etkinlikleri aracılığıyla kendini gerçekleştirirken, diğer insanlara da kendilerini gerçekleştirmeleri için alan tanı-mak, diğer insanlarla dayanışma içinde yaşamak durumundadır. Aksi durumda insanın sosyal varlık olması, yani kendi kendini ger¬çekleştirmesi -en azından insan olarak¬- mümkün değildir. Diğer insanları sırf araç o¬larak gören bir kimse, kendini de araç du¬rumuna indirger. Kendisini araç durumuna indirgeyen bir kimsenin, diğer insanları in¬san değil sadece araç olarak gördüğü için, kendisinin de insan olması mümkün değildir. Biyolojik bakış açısına dayanan ve doğumdan kaynaklanan imtiyazlar anlayışının Aydınlanmacılığın toplum düşüncesinde yeri yoktur. Aristoteles’e dayanan, bazı insanların doğal olarak, yani doğuştan köle, diğerleri¬nin hükümdar ve/veya köle sahibi olduğu düşüncesi köklü bir şekilde tersine çev¬rilmiş ve soyu, rengi, sosyal sınıfı, dini, ulu¬su hatta dili ne olursa olsun, 1789 Fransız devriminde herkes gerçekten eşit ilan edil¬miştir. Tek bir şartla: devrimin amaçlarını kabul etmek. Ne yazık ki, kadının eşitliğinin ilanı için 1917 Ekim Devrimi beklemek zorunda kalınacaktır. Fakat bu, Fransız devriminin anlamsız olduğunu kanıtlamaz, sadece onun insanın insan olarak kurtuluşu ilkesi açısından Engels’in deyimiyle yarım bir devrim olduğunu gösterir.
İnsanın insan tarafından sömürülmesi konusunda aydınlanmacı düşünürler ikiye ayrılır: Bazıları (Locke, Kant), bir insanın bir başkası için çalışmasını, yani ona emeğini satmasını doğal bir ilişki biçimi olarak görürken, diğerleri (Rousseau, Morelly) bunu açıkça reddederler ve hatta dönemlerine göre oldukça ileri bir toplumsal üretim ve paylaşım modeli önerirler.
Aydınlanmacılığa göre insan akıllı, özgür ve eşit olduğu kadar evrenseldir de. İnsanın evrenselliği onun ihtiyaçlarının ve doğal ö¬zelliklerinin evrensel olmasından kaynaklanır. İnsan, dünyanın neresinde olursa olsun, ihtiyaçları benzer ve hatta aynı olan bir varlıktır. İhtiyaçlarını gidermek için yapmış olduğu üretimin biçimi yerel, kültürel ve diğer özelliklere göre değişebilir, ancak ihtiyaçlar temel olarak aynıdır. İnsan birey olarak ölüm¬lüdür ama insanlık sonsuzdur. Her insanın üretmiş olduğu değerler şu veya bu oranda insanlığın değeri olarak toplu evrensel değer¬lere eklenir.

Birey, Toplum ve Devlet
Feodal teokratik toplum anlayışı cemaatçidir ve cemaatin çıkarları bireyin çıkarlarının üstündedir. Buna karşın aydınlanmacı toplum anlayışı özel mülkiyete dayalı bireyci burjuva toplum anlayışı olduğu için, bireyi, toplumun ve devletin mümkün olan bütün yaptırımlarından kurtarmaya çalışmaktadır. Özellikle bu noktada Aydınlanmacılığın öz¬gürlük anlayışı birbiriyle uzlaşmaz iki farklı anlama bürünür. Birisi, bireyin devlet karşı¬sındaki hak ve özgürlükleriyle, yani bireyin devlete karşı politik yaptırımlarıyla ilgilidir ki, kanımca bunu tarihsel politik bir kazanım olarak görmek gerekir. Zira devletin birey üzerindeki yaptırım gücünü sınırlamayı amaçlamaktadır. Diğeri ise, bireyin toplum karşısındaki özgürlüğüyle ilgilidir. Bu konuda da iki farklı yaklaşımın olduğu söylenebilir: bunlardan biri bir taraftan bireyi toplumsal yaptırımlardan korumaya çalışırken; toplumun, diğer bireylerin çıkarlarını yaralamadığı sürece bireyin amaçlarına ulaşmak için göstermiş olduğu etkinliklere engel olmamasını isterken; diğeri birey ile toplum arasında zorunlu bir çelişki gördüğü ve bireyin toplumla ilişki¬sini sadece işlevsel çerçevede ele aldığı için, özgür birey anlayışı onları topluma yabancı birey anlayışına götürür. Bunun karşısında, insanı doğasından kay¬naklanan özelliklerinden dolayı sosyal varlık olarak tanımlayan Smith ve Hegel gibi düşünürler de vardır ve bunlar burjuva toplumunu aşan yeni toplum düşüncelerine ışık tutmuştur.
Hemen her konuda olduğu gibi devlet konusunda da Aydınlanmacılık içinde genel olarak iki farklı düşünce vardır. Birisi, devleti topluma karşı tanımlar ve ona mülkiyet du¬rumunu ve ilişkilerini özel mülkiyet çerçe¬vesinde düzenleme ve istikrar kazandırma görevi yüklerken; diğeri devleti toplumun tamamlayıcısı olarak görür ve ona topluma yararlı olan ilişki biçimlerini genelleştirme görevi yükler. Temsili demokrasi ve doğrudan demokrasi olmak üzere iki kavramın da sa-vunucuları vardır. Kanımca Rousseau’nun savunuculuğunu yaptığı doğrudan demokra¬si düşüncesi, politikayı Machiavelli’nin aksi¬ne birilerinin diğeri üzerinde iktidar kurma ve kurulan iktidarı koruma sanatı olarak değil, ama toplumu özgürleştirme ve özgürlüğe yürüme sanatı olarak gören, Marx da dâhil olmak üzere neredeyse tüm düşünürlere kaynaklık etmiştir. Doğrudan demokrasi dü¬şüncesi, temsili demokrasi düşüncesini ret etmektedir, çünkü toplumun yönetiminin bazı kişi ve grupların imtiyazına dönüşmesini ve yönetimin ge¬nel otoritesi olmasına karşın tahakküm odağına dönüşmesini engellemek istemektedir. Böylelikle herkesin hem kendi kendisini hem de halkı yönetmesini öğrendiği rotasyon ilkesine dayalı bir cumhuri¬yet yönetimi önermektedir.

Marksizm ve Aydınlanmacılık
Ekim Devrimi ile başlayan ilk büyük deneme¬nin başarısızlıkla sonuçlanması sonucu, bir taraftan Aydınlanmacılığın temel düşüncele¬rine, böylece de insanlığa kazandırmış olduğu değerlere, diğer taraftan Marksizme karşı, onun Aydınlanmacılığın değerlerini kurtar¬maya çalışan ama aynı zamanda açmazlarını da eleştiren düşüncelerine karşı saldırı ne¬redeyse genel bir eğilim halini aldı. Tarih bi¬linci iyice zayıfladığı için, tarihsel olaylar sanki rastlantıymış gibi görülmeye, politik mücadeleler şu veya bu sınıfın çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışan iktidar kavgala¬rı olarak değil, şu veya bu kişinin, şu veya bu grubun öznel, keyfi kariyer kavgaları olarak yorumlanmaya başlandı.
İlericilik ve gericilik saflaşmasında, etnik ve/veya kültürel kökler kıstas alınmaya baş¬landı. Bu tür düşünceler son yıllarda sol içinde hatta komünist partilerde taraftar bul¬maya başladı. Bu türden etnik, sadece kül¬türcü, ırkçı vb. düşüncelerin insanları ayrıştıran ve/veya birleştiren düşünceler olmak¬tan çıkması için, Aydınlanmacılığın tarih¬sel kazanımlarını savunmak, kendi tarihsel kazanım¬larına ihanet eden burjuvaziye karşı Mark¬sistlere düşen bir görev olmuştur. Aydınlanmacılığın tarihin sürekli ilerlediği düşüncesi reddedildiği taktirde, Marksizmin kapitalizm eleştirisi fazla bir şey ifade etmeyecektir. Eleştiri perspektifsizleşe¬cek ve yıkıcı ne istediğini bilmez bir eleştiriye dönüşecektir.
Oysa Aydınlanmacılık, insanın tarihin akışını rastlantılardan kur¬tarıp geleceği kendi eline alabileceği düşün¬cesini, ortaçağın karanlık “böyle gelmiş böy¬le gider” düşüncesine karşı kazanmıştır. Bu düşünce Marksizme de kaynaklık etmiştir. Bilincin doğada ve toplumda yaşanan o¬layların anlaşılmasını sağlayan, geleceğe ışık tutan bir olguya dönüşebilmesi için, insanın ken¬dine güvenmesi ve geleceğini kendi eline alması gerekir. Toplumsal kurtuluş hareketleri akıllı bir güç olabildiği oranda, Marx’ın deyimiy¬le toplumu akıllı bir şekilde düzenleyebilir.
Friedrich Engels, 1877’de Aydınlanmacılığa ilişkin, „Biz bu akıl uygarlığının idealize e¬dilmiş burjuva uygarlığından başka bir şey olmadığını; sonsuz adalet düşüncesinin bur¬juva adalet sistemi içinde gerçekleştiğini; eşitliğin yasalar karşısında formal eşitlik anlamına geldiğini; insan haklarının esaslarından biri olarak açıklananın burjuva mülkiyeti ol¬duğunu artık biliyoruz” diye yazarken, Marksizm ve Aydınlanmacılık arasındaki ke¬sin ayırıma işaret ediyordu. Burjuvazinin tüm idealleri ya biçimselliğin sınırlarını aşamamış ya da özel mülki¬yetin sınırlarına çarpıp kalmıştır. Eşitlik, yasalar karşısındaki eşitliğin sınırları dışına çıkamamıştır. Özgürlük, bur¬juvazinin mülkiyet ve sömürü özgürlüğü an¬lamına gelmektedir. Dayanışma ilkesinin pratikte yerini bireylerin birbirleriyle acımasız rekabeti al¬mıştır.
Aydınlanmacılığın idealleri, çarpık biçim¬de de olsa, en geç Fransız devrimiyle gerçekleşmiştir. Böylece Aydınlanmacılığın ta¬rihsel rolü sona ermiştir. Kitleleri dev¬rime hazırlayan ideallerle, bu ideallerin or¬taya çıkardığı toplumsal sistemin özellikleri ve insanlara vaat ettiğiyle sunduğu olanaklar arasında büyük fark vardır. Bazı Aydınlanmacı düşünürler de dâhil birçokları devrime sırt çevirmeye başla¬mıştır. Bazıları eski feodal, teokratik sisteme geri dönüşü savunurken, diğerleri kurtuluşu aklın yerine duyguyu geçirmekte görmüştür. Marx bu tartışmaları yakından takip etmiştir. O, Aydınlanmacılığı tarihsel bir olgu olarak kavramaktadır ve dolayısıyla burjuva toplumunu feodal toplum karşısında tarihsel bir ilerleme olarak görmektedir. Ancak insanlığın kurtuluşu için burjuva toplumunun sorunlarının da aşılması gerekmektedir. Bundan dolayı Marx’ın ça¬bası, bir taraftan burjuva toplumunun „ana¬tomisi” olarak gördüğü ekonomiyi anlamaya yönelirken, diğer taraftan da burjuva toplu¬munun tarihsel ilerici yanlarını kurtararak aşmanın koşullarını ve araçlarını bulmayı he¬deflemektedir.
Server Tanilli, diyalektik materyalizmi kastederek, bilimlerin o zamana değin yaptıkları bütün fetihlerin bir ürünüdür bu sentez diye yazmakla, Marksizmin Aydın¬lanmacılığın bir çocuğu, ama aynı zamanda onun yadsıması olduğunu ifade etmektedir. Zira Marksizm, Aydınlanmacılığın basit bir devamcısı değildir. Aynı zamanda yadsımasıdır da, çünkü burjuva felsefesinin karşısında o, Marx’ın diyalektik yönteme dayanarak kurduğu materyalizmi, diyalektik materyalizmi, böylelikle en ileri bilimi temsil etmektedir. Hem modern materyalizm hem de diyalektik burjuva aydınlanmacılığının ürünüdür hiç kuşkusuz. Fakat bunların Marksist felsefe çerçevesinde ulaşmış olduğu sentez, burjuva felsefesinin yadsıması ve böylelikle Marksizmin bilimsel felsefesidir : „Batı’da 19. yüzyılda başlayan burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlık, felsefe plânındaki temel bölünüşü de belirleyecektir. Artık ‘düşünceci’ felsefe burjuvazinin, ‘diya¬lektik materyalizm’ de işçi sınıfının dünya görüşleri olarak çatışmaya başlayacaktır.” Kısacası Marksizm „her yeni teori gibi, önce hazır bulunan düşünce malzemesiyle başlayan” , ama kökleri ekonomik ger¬çekliklerde yattığı için, hazır bulunan düşün¬ce malzemesini kısa sürede aşacak olan bü¬tünlüklü, burjuva toplumunu aşmayı amaçlayan diğer alternatif toplumsal projelerin tersine, istekler yığını değil, ama kapsamlı, kapitalist toplumun iç çelişkilerini ve bunla¬rın zorunluluğu olarak değişimin kaçınılmazlığını açıklayan bilimsel bir toplum düşüncesidir.
Marksizm bu bütünlüklü bilim ve felsefe anlayışından hareketle insanlık tarihinde ilk defa insanın kapsamlı ve köklü kurtuluşunun mümkün olduğunu teorik olarak gerekçelendirmiş ve pratik olarak mümkün olduğunu göstermiştir. Bu kurtuluş, doğanın ve bütün canlıların metalaşmış halinden kurtuluşu, dayanışma ilkesine dayalı olarak insanın insan tarafından sömürülmesinin son bulması, bireyin toplum içinde gerçekten özgürlüğü ve toplumun tarihsel olarak oluşmuş olan bütün siyasi tahakküm kurumlarından kurtuluşu anlamına gelmektedir. İnsanlık tarihinde felsefe ve akıl ve o çok arzulanan dayanışmacı, kimsenin diğerlerinin kuyusunu kazmadığı, herkesin herkesi el üstünde tuttuğu toplumsal durum nihayet gerçeklik olacaktır.