Kürtajı Savunmak Yaşamı
Savunmaktır
- Kıstas Kadının İradesİdİr -
PDF için tıklayınız...“Bütün
ülkelerin kadınları birleşin!” Eğer Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’nun son cümlesinde bütün ülkelerin işçilerine
yaptıkları birlik çağırısından hareketle bütün ülkelerin kadınlarına bir birlik
çağrı yapılacaksa, bu en çok bugün bir anlam ifade edecektir. Dünya çapında
kürtaj bağlamında yapılan tartışmalara bakınca başka bir duyguya kapılmak sanki
mümkün değildir. Öyle ki bugün bütün dünya gericiliği, hemen hepsi sözüm ona
yaşamı savunmak adına, adeta kadına karşı, yaşamı başlıca var eden cinse karşı birleşmiştir.
Ülkemizde son günlerde yapılan tartışmaları gözleyince, insanın adeta, bütün dünya
gericiliği kadına karşı büyük bir komplo hazırlığı içindedir, diyesi geliyor.
Sanki ona büyük bir kumpas kurulmak istenmektedir. En başta kadını ve sadece onun
partnerini ilgilendiren son derece özel bir konuyu; insan için vazgeçilmez kişisel
bir haz ve mutluluk konusu olan bir olguyu (cinselliği), üstelik de bir ceza/cezalandırma
kanunu/konusu olarak kamuoyunun gündemine getirmek, başka ne anlama gelebilir!
Konuya bilimsel açıklık getirmek, toplumsal sorumluluk duygusu ve bilinciyle davranan
her bilimci için bir görev oldu bu nedenle.
I. SORUN VE MEVCUT DURUM
Konunun Dİn İle Bİr İlgİsİ Yoktur
Hatırlanacağı gibi konuyu
gündeme taşıyan sözler sadece kürtaj ile ilgili değildi. Aynı bağlamda sezaryen
ile doğumu da yasaklayıcı sözler israf edilmişti. Bu iki konuyu bu şekilde
genellikle değişik dini geleneklere sahip uluslararası kişi, kurum ve
kuruluşlar birleştirir. İddiaya göre, “yaratıcı”, insanın üremesi için doğal
bir yol ve yöntem öngörmüştür. Bu aynı zamanda kutsal olandır da. Bu “kutsal”
sürece insan sadece ve sadece istisnai durumlarda, doğum yapacak aday annenin
ve/veya doğacak çocuğun yaşamı tehlikede olursa müdahale etmelidir. Bu nedenle
konunun bu şekilde toplumun gündemine taşınmış olması sanki dini motifli bir
neden olduğu izlenimini uyandırdı.
Bu
izlenimi Diyanet İşleri’nin açıklanması güçlendirdi. Fakat bu bir yanılsamadır.
Konu, din ile en az ilgili olan bir konudur. Zaten din adamlarının yaptığı
açıklamalar ya hukuku ya da ahlakı ilgilendirmektedir. Kürtajın “haram”
olduğunu ileri sürmek ile de kürtajın teolojik açıdan neden kötü olduğu
açıklanmış olmuyor. Konu elbette kişinin dünya görüşüyle, ahlaki
tasavvurlarıyla, inancıyla ilgilidir. Bu ise herkesin kendi vicdanıyla
hesaplaşarak kendi başına karar vermesini öngörmektedir. Fakat konunun
kurumlaşmış din ile hiçbir ilgisi yoktur ve bu konuda en az, daha doğrusu
hiçbir söz hakkı olmayanlardır dini kurumlar.
Bütün
büyük tek tanrılı dinlere ait dini kurumların hemen hepsi (Budizm sanki bir
istisnadır) kürtajın yasaklanmasını savunmakta ve bu konuda da son derece
hassas davranmaktadır. Neden? Kürtajın serbest bırakılması, dini kurumların
toplumsal zeminin büyük kesimini oluşturan toplumun en az eğitim görmüş en
yoksul kesimlerinde bile zamanla Aristoteles’in deyimiyle insanın insan
tarafından üretildiğini, insanın isterse artık bilimsel-teknolojik gelişme sonucu
insanın üremesinin doğal ve biyolojik kaynaklarına dahi müdahale edebildiğini görmeye
başlamasından ve böylelikle bütün dini inanç ve düşünce sistemlerinin can
damarı olan “kader” ve “yaradılış” mitosunun bütün kadri kıymetinin onların
nezdinde de kalmamasından korkmalarıdır. Aristoteles’e göre, insanı üreten yine
insanın kendisidir. Bu kendiliğinden görülen bir şeydir. Kadın ve erkek bir
araya gelmeden çocuk olması mümkün değildir. Bunu görmek için büyük bilimsel
araştırmalara gerek yoktur. Her an herkesin gözünün önünde olan bir şey. Erkek
olmadan kadın hamile kalamıyor. Kadın olmadan erkek çocuk yapamıyor –ki
Aristoteles konuya ilişkin bugün dahi bütün bilimcileri hayretlere düşüren son
derece yerinde gözlemlerde bulunmuştur.
Son
günlerde tartışma konusu olan İslami düşüncedeki insanın anne rahminde gelişimine
dair birbirini takip eden ve her biri 40 günden oluşan üç aşama teorisinin
kaynağı Aristoteles’tir. Kabaca belirtecek olursak; Aristoteles’in De Generatione Animalium (Canın Üremesine Üzerine) adlı eserinde
yapmış olduğu belirtmeye göre, insanın anne rahminde oluşumu üç
aşamada gerçekleşmektedir. Bunlar; insan yaşamının doğal kaynağını oluşturan
bitkisel can (“anima vegetative”), bunu ikinci aşamada insanın duyumsama ve
algılama yetisi yetisinin oluşması anlamına gelen duyusal can (“anima
sensitiva”) ve son olarak da düşünen can (“anima intellectiva”). Aristoteles’e
göre bu üç aşama ceninin anne rahmine düşmesinden erkeklerde 40 ve kadınlarda
90 gün sonra gerçekleşir. Aristoteles’in erilci bakışı eleştirilebilir; fakat
bilimler üç aşamalı gelişim teorisini ilkesel olarak doğru bulmaktadır. O
zamanlar henüz sadece akıl yürütülerek elde edilebilen bu bilgi, bugün artık
bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Aristoteles’in
elbette erilci bakış açısını da yansıtan ve bu nedenle ağır eleştiri hak eden bu
gözlemi, önce İslam öncesi tek tanrılı dinlere oradan da İslami düşünceye
değişerek ve giderek mistikleşerek gelmiştir. Hal böyle olunca aslında bu
açıdan da dini kurum ve kuruluşların konu hakkında söz söyleme hakkı yoktur denebilir.
Soruna ışık tutacak olan bilimsel bilgidir, teolojik fantezi türetmeleri değil.
Güncel Kürtaj Tartışmalarının Arka Planına Tarİhsel
Bakış
Konunun arkasında başka
şeylerin gizli olduğunu yine Diyanet İşleri’nin kürtajı kategorik olarak ret
eden açıklaması ele veriyor. Tarihte bu tür kürtajı kategorik olarak ret eden
açıklamalar hep büyük iç ve dış çatışmaların olduğu dönemlerde, yani güç ve
iktidar ilişkilerinde nüfus sayısının belirleyici rol oynadığı dönemlerde yapılmıştır.
Bu, insanlık tarihinde hep böyle olmuştur. Fakat özellikle büyük güç ve iktidar
kavgalarının, iç ve dış savaşların yaşandığı dönemlerde.
Birkaç
örnek verecek olursak. Bu örneğin Roma hukuku tarihinde kürtajı ilk defa (bu
tarihe kadar kürtaj, cezalandırılması gereken edimler kapsamında değildir) ceza
kapsamına alan Kayser Konstatin’in MS 313 yılından itibaren yürürlüğe koyduğu ve
kürtaj yapan kadının kılıç ile kafasının uçurulmasını öngören uygulamasında da
böyledir. Konstantin bu politikasıyla, tarihte “Konstatin Dönüşü” olarak da bilinen
siyasi dönüşten sonra Hıristiyanların toplumda nüfus bakımından artmasını amaçlamıştır.
Bunun diğer adı, bugün güncel siyasetten bildiğimiz asimilasyoncu nüfüs
politikasıdır. Fakat kürtaj yapanların ölüm cezasına çarptırılması, ilk defa 5.
Karl tarafından 1532 yılında bir siyasi uygulamadan öte bir yasa haline
getirilmiştir. Böylelikle kürtaj yasağı sistematik bir hal almıştır ve kürtaj
yapanlara karşı da sistematik kovuşturma koşulları oluşturulmuştur. Bu uygulamanın
nedeni açıktır. Zira 5. Karl 1521 yılı ile 1541 yılları arasında aralıksız
savaşlar yürütmüştür ve asker olarak kullanabileceği her erkeğe ve cephe
gerisinde her kadına ihtiyacı vardır.
Bu,
Hitler’in 1933 yılından itibaren yapılan savaş hazırlıkları bağlamında
yürürlüğe konan kürtaj politikasında da farklı değildir. Bu dönemde üretilen
belgeler kürtaj politikasının ne amaçla yapıldığını açık ve seçik bir şekilde
ifade ediyor. Şöyle deniyor mevzuata temel oluşturan belgelerde: “Alman
halkının doğal üreme yetisini, (…) yapay olarak engelleyenler, ırka ihanetten
hapis cezasına… özel ağır durumlarda ölüm ile cezalandırılacaktır.” Elbette bu
uygulamaya tamamlayıcı olarak “irsi hastalar”ın ve “cemaate yabancı” olanların zorunlu
sterilizasyonu, yani kısırlaştırılması hüküm edilmiştir. Savaşta cepheye
sürülecek genç, özellikle genç erkek nüfusa daha çok gereksinim duyulacaktır.
Yapılan bütün yeni politik uygulamalar bununla ilgilidir.
Bu
nedenle kürtajın radikal bir şekilde gündeme sokulması da, bölgemizde yaşanan
(içinde savaş tehlikelerini de barındıran) büyük güç ve iktidar kavgaları ile
ilgilidir. Bugün artık şu açıktır:
-
Kürtajı saldırgan ve yayılmacı güç ve iktidar
politikasına araç edip yasaklamak, yukarıda betimlenen Hitlerci nüfus
politikasına dair uygulamanın mantıksal ilkesini temel almak demektir.
-
Kürtajı Müslüman anne adayının çocuğunu Müslüman
olarak yetiştirme konusunda kaygısı olması durumunda meşru görme de aynı Hitlerci
zihniyete hizmet etmektedir.
-
Bugün kürtajın en önemli nedenlerinden birisi
olan yoksulluğu, kürtaja neden olarak kabul etmemek, söz konusu güç ve iktidar
kavgalarında yoksul halk çocuklarının (Hitler’in yaptığı gibi) birer araç
olarak kullanılmak istendiğini göstermektedir; çünkü yukarıda belirttiğim gibi,
amaçlanan kürtaj yasağı, en başta işçi ve emekçi kadın kitlelerini vurmayı
amaçlıyor.
Elbette
sezaryenle doğum yapılmazsa, legal kürtajların sayısı en aza indirilirse,
devletin sağlık harcamalarına ayırmak zorunda olduğu bütçedeki pay da aşağı
çekilecektir.
O
halde yapılan kürtaj tartışmalarının gündemimize taşınmasının baş nedeni, içte güdülen
asimilasyoncu politikaların ve bölgede güdülen saldırgan ve yayılmacı siyasetin
gereği olarak görülen nüfus ve aile politikasıdır. Neredeyse bütün bilimcilerin
ve filozofların dünya nüfusunun çok yüksek olduğu ve bunun yaşamın temelini
oluşturan doğal kaynakları zorladığı konusunda birleştiği bir dönemde, her
aileden üç/beş çocuk istemenin; bunu dayatmak için de kürtajı yasa dışı ilan
etmeye kalkmanın başka ne anlamı olabilir. Diyanet İşleri, yaptığı buyrukçu açıklamayla
bu politikaya onay vermiştir ve bunu kendince (ne hikmetse?) yüce bir tanrı
buyruğu olarak sunmaya çalışmıştır.
Kürtaj Yasağı Kadını Potansİyel Canİ İlan Etmektedİr
Kürtaj bağlamında yürütülen tartışmanın
konusu (açıkça adı konmasa da) doğrudan insan türünün varlığını sürdürmek
isterken izlemek istediği yol ve yöntem, takip etmek istediği strateji,
oluşturmak istediği genel toplumsal ve tıbbi önkoşulları ve koşulları
ilgilendirmektedir. Bu nedenle kürtaj üzerine yapılan tartışmalar, doğrudan
kadın üzerine yapılsa da ve bundan dolayı da sorun en başta bir kadın sorunu
olsa da; aslında sorun sadece kadının sorunu değildir. Zira tartışma insanlığın
geleceğine ilişkin bir tartışmadır. Fakat amaçlanan kürtaj yasağı, geleneksel
aile tipini tek mümkün aile tipi olarak dayatmayı ve cinsler arası ilişkiyi,
sadece bu çerçevede meşru gören bir anlayışı herkese empoze etmeyi
amaçlamaktadır. Bu nedenle sorun, aynı zamanda kadın ve erkek arasındaki (cinsler
arasındaki ilişkiyi) ilişkilerle, toplumda teker teker kişilerin cinsel tercihi
ve cinselliğin nasıl yaşanacağı ile de ilgilidir. O halde tartışma, doğrudan
kadın üzerine yapılsa da; aslında insanlığın geleceğini ve dolayısıyla erkeği
de doğrudan ilgilendiren bir konudur.
Ama
konu en başta işçi ve emekçi kadını ve o halde aynı zamanda işçi ve emekçi
erkeği de ilgilendirmektedir. Burjuva kadınının ne doğum kontrol ilaçlarına ve
araçlarına ulaşma sorunu, bu nedenle ne de istenmeyen gebelik sorunu, (gebelik
sorunu olacak olsa bile) ne de ciddi bir kürtaj sorunu vardır/olacaktır. Burjuva
kadınının ve erkeğinin, insan soyunu sürdürme, canlı bir tür olarak insanlığın geleceğini
koruma diye bir derdi ve sorunu da yoktur. Çocuk yapmaya karar verirken onların
tek kaygısı, eski Yunan’da kadın gebeyken erkeğin ölmesi sonucu oluşan durumda kürtaj
yasağı ilkesinin geçerli ve haklı görülmesini sağlayan nedenle ilgilidir. Eski
Yunan’daki bir anlayışa göre, eğer erkek, kadın hamileyken ölürse, kadının
kürtaj yapması yasaktır. Zira kadının ölmüş olan erkeğin mirasçısı olacak
kişiyi dünyaya getirme, büyütme ve böylelikle erkeğin terekesinin sürekliliğini
sağlama diye bir yükümlülüğü vardır. Bu,
eski Yunan’da istisnai durumlarda geçerli olan kural, burjuva kadını ve erkeği
için genel-geçer bir ilkedir. Onların çocuk yapmaya karar verirken tek belirleyici
kaygısı budur: hoyratça, başkalarını acımasızca sömürerek biriktirdikleri malın
ve mülkün idaresini ve artarak birikimini üstlenecek mirasçıyı dünyaya getirmek.
Dolayısıyla onların sürdürmek istedikleri tek soy, kendi soylarıdır.
Amaçlanan
kürtaj yasağı, en başta kadın kitleleri, yani işçi ve emekçi kadınları vurmayı
amaçlamaktadır. Kadını, özellikle emekçi kadını, insan türünün varlığını
sürdürmek için zorunlu olan üretim sürecinde üstlenmiş olduğu belirleyici,
fakat büyük özveriler gerektiren yaratıcı role karşın “potansiyel katil”,
“potansiyel cani” ilan etmektedir. Zira (nasıl gerekçelendirilmiş olursa olsun)
“kürtaj cinayettir” türünden kaba bir savın başka bir anlamı olamaz. Hele bu
iddia, henüz doğmamış insan olmaya aday (fakat yaşayıp yaşamayacağı hiçbir
şekilde garanti olmayan) bir embriyo (ve fetüs) ile yaşayan bir insan arasında
kurulan ve hukuk kuramı açısından çok fazla bir anlam ifade etmeyen kaba bir karşılaştırma
üzerinden ileri sürülüyorsa, çok daha anlamsızlaşıyor. Oysa (birazdan aşağıda
görüleceği gibi), kürtajın yasallaşmasını savunanlar, tam da yaşam hakkını
savunmaktadır.
Kürtaja Daİr Tarİhsel Bİr Örnek
Tarihte kürtaj,
kadınların değişik nedenlerden dolayı başvurdukları en doğal korunma
yollarından birisidir. Örneğin Güney Amerikalı bazı yerli kadınlar arasında erken
çocuk yapmanın mı yoksa geç çocuk yapmanın mı daha iyi ve sağlıklı olduğu
konusunda iki görüş vardır. Her kadın erken ya da geç çocuk yapma tercihine
göre anne olma zamanını kendisi seçer. Buna göre de kendilerinin değişik
bitkileri kullanarak geliştirdiği doğum kontrol “ilaçları” kullanırlar. Bu
örnek, insanın kendi türüyle bilinçli bir ilişki kurduğundan beri, değişik
yöntemlerle doğumu kontrol etmeye çalıştığını gösteriyor. Kürtaj başvurulan bu
araçlardan birisidir. Bu, yerli halkın hâkim İslamcı anlayış ile büyük
benzerlikler gösteren Hıristiyanlık tarafında yayılmacı politikalar nedeniyle zorla
dönüştürülmesi sonucu yok olmuştur. Zira doğum kontrolü ve kürtaj konusunda
uzmanlaşmış kadınlar (ki bunlara “bilge kadınlar” denirdi) “cadı” ilan edilmiş,
bu gerekçeyle takibata uğramış ve milyonlarcası yok edilmiştir. Onların yok
edilmesiyle, doğum kontrolü ve kürtaj konusundaki deneyim de. Bu nedenle Alexander
von Humboldt, sözüm ona “vahşiler”in doğum kontrolü ve kürtaj konusunda sergilemiş
olduğu geniş bilgi ve özgürlükçü davranış karşısında Avrupalıların
çaresizliğine dikkat çeker.
II. ÇERÇEVE VE KURTULUŞÇU PERSPEKTİF
Hatırlanması Gereken Özgürlükçü Büyük Mİras
Büyük tek tanrılı
dinlerin (özellikle Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) şekil alıp yayılması
sonucu kürtajın (bazı durum ve dönemlerde doğum kontrolünün de) yasa dışı ve
cezaya (bazı dönemlerde ve yerlerde ölüm cezasına) tabi tutulmasına karşın, 20.
yüzyılın başında Ekim Devrimi ile insanlık tarihinde kürtajın yasallaştırılması
konusunda büyük bir devrim yaşanmıştır, yepyeni bir güzergâh açılmıştır. Özellikle
N. K. Krupskaya’nın büyük çabaları sonucu 1920 yılında kürtaj insanlık
tarihinde ilk defa yasallaşmıştır ve kürtajın masraflarının devlet tarafından
üstlenilmesi yasa ile karar altına alınmıştır.
Bu karar
öncesinde ve sonrasında yaşanan tartışmalar, bugün kürtaj hakkını savunanlara
karşı yapılan “yaşam düşmanı” suçlamasına da açıklık getiriyor ve aslında kimin
yaşam düşmanı olduğunun da açıklanmasına katkıda bulunuyor. Söz konusu
tartışmalarda kürtajın serbest bırakılması talebi aynı zamanda Malthusçu nüfus politikasının
(sosyal Darwinist) eleştirisiyle birleştirilir.
Ekim
Devrimi ile anneye ve genel olarak kadına sunulan yeni perspektif nedir? Gebeliğin
ilk üç ayında, anne adayının iradesi temel alınmalıdır. Bundan sonra yaşanacak
sorunlar ve komplikasyonlar olursa, karar, her durumda yeniden annenin ve anne
karnında oluşan bebeğin sağlığını teraziye vurarak karar verilmelidir. Bu
bağlamda öncelikli olan anne adayının sağlığı ve yaşamıdır. Zira anne
yaşamaktadır. Buna karşın anne karnında oluşan bebek henüz oluşmaktadır ve
yaşayıp yaşamayacağı da tam olarak bilinmemektedir. Bu nedenle öncelik mevcut
yaşama verilmek zorundadır. Kısacası gebeliğin ilk üç ayında anne adayının
isteği temel alınacaktır. Bu dönemde henüz yeni bir yaşam tam olarak oluşmadığı
için, anne adayının kürtaj lehinde karar vermesi, “yaşam düşmanlığı” olarak
tanımlanamaz. Eğer gebelik üçüncü aydan sonra hala devam ediyorsa, bu zaten anne
adayının isteğiyle oluşabilen bir durumdur. Yani bundan sonra yapılacak kürtaj,
zaten yaşamı korumayı/kurtarmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle bunun da “yaşam
düşmanlığı” olarak tanımlanması mümkün değildir. O halde kürtaj hakkını
savunanlara karşı yapılan “yaşam düşmanlığı” suçlamasının herhangi bir maddi
temeli yoktur.
Lenin ve
yoldaşlarının kürtajın legalleştirilmesi için ileri sürdükleri düşünceleri, Malthusçu
nüfus teorisinin ve politikasının eleştirisiyle birleştirilmesinin nedeni
nedir? Malthusçu nüfus politikası, “vahşi doğa”da hüküm süren güçlünün yendiği
ve yaşamını sürdürdüğü, zayıfın ezildiği ve yaşamını yitirdiği koşulların
toplumsal yaşama temel edilmesini savunan sosyal Darwinist ilkeyi savunur. Bunun
diğer adı rekabettir ve bunun kaynağı, doğal, toplumsal ve kültürel yaşam
kaynaklarının özel mülkiyete dönüştürülmüş olmasıdır.
Onlar, Malthusçu
nüfus politikasını eleştirmekle, değişik şekillerde herkesin herkesi
“boğazlamasını” öngören rekabet ilkesinin yerine toplumsal dayanışma ilkesini
koymak, özel mülkiyet yerine toplumsal mülkiyeti geçirmek istemektedir. Kürtaj
sorununu dar hak ve hukuk konusunun dışına taşıyıp, gerçekten kurtuluşçu bir
perspektifle mülkiyet sorunu çerçevesinde tartışılmak isteniyorsa, çıkış
noktası budur.
Toplumsal
yaşama dayanışma ilkesini temel etmek, doğmuş olan çocuğun bütün sağlık
gereksinimlerinden eğitimine, en az bir meslek edinip bütün hayatı boyunca
insanca bir yaşam sürmeyi toplumsal olarak garanti etmeyi istemek demektir. Yani
başka bir deyişle gebeliğin ilk üç ayında kürtajın serbest bırakılmasını
savunanlar, aynı zamanda doğumdan sonra da, insanın yaşamı boyunca yaşam
hakkının, insanca bir yaşam hakkının olduğunu savunuyor. Bu, kürtajın
legaleştirilmesini savunanların (yaşam düşmanlığı şöyle dursun, tersine) yaşam
ilkesine ne kadar sadık olduklarını gösteriyor.
Peki,
yaşam hakkı adı altında kürtajın yasaklanmasını savunanlar, onu kaba bir
şekilde “cinayet” olarak tanımlayanlar? Garip bir ironidir. Sözüm ona yaşamı
savunmak adına kürtajın legalleştirilmesine karşı çıkanlar, doğumdan sonraki
yaşama ve yaşamın temellerine ilişkin Malthusçu nüfus politikasına temel
oluşturan sosyal Darwinist rekabetçi ilkeyi savunur, yani yaşam düşmanı bir
duruş sergiler. O halde yasakçıların, kürtaj yasağını savunurken “yaşam dostu”
görünüp böbürlenmelerinin hiçbir maddi temeli yoktur.
Kürtaj
konusunda Ekim Devrimi’nin insanlığa sunduğu yeni perspektif budur. Sovyetler
Birliği’nde kürtaj, savunma amaçlı 1936 ile 1955 yılları arasında
yasaklanmıştır. Fakat bu yasaklamanın kadınların yaşamına mal olmaktan başka
bir şey getirmediği bugün daha açık bir şekilde görülmektedir. Diğer sosyalist
ülkeler Sovyetler Birliği’nin sunmuş olduğu özgürlükçü perspektifi
devralmıştır. Bugün hakkında cahilce laflar edilen Doğu Almanya yeni
tamamlayıcı bir perspektif getirmiştir Sovyetlerin açtığı yolda. Batı
Almanya’da 1871 yılından beri kürtaj yasak iken ve kürtajı yaptıranlara ve
yapanlara ağır cezalar verilirken; Doğu Almanya’da 1972 yılında çıkarılan bir
yasa ile kürtaj serbest bırakılmıştır ve karar yetkisi kadına verilmiştir. Kadının
kürtajdan sonra duyduğu dinlenme gereksinimi, herhangi bir hastalık durumunda duyulan
dinlenme gereksinimi gibi tanımlanmıştır. Yani kadın kürtajdan sonra dinlenmek
için çekinmeden rapor alma hakkı yasayla garanti edilmiştir. Doğu Almanya’nın
zorla Batı Almanya’ya katılmasından sonra yapılan ilk işlerden birisi, kadının
söz konusu rapor alma hakkını ortadan kaldırmak olmuştur.
Daha da
ilerisi, çıkarılan yasada o zamana kadar yapılmayan (belki de insanlık
tarihinde ilk defa yapılan) bir şey yapılmıştır. O da kürtajın yasallaşmasını
sağlayan yasada, kürtajın kadının sağlığına zarar verme tehlikesi bulunması
durumunda yasaklanmış olmasıdır. Yani kürtaj pozitif anlamda, yine yaşamı
onaylayıcı anlamda yasaklanmıştır. Bu, “kürtaj yasağı” kavramına yepyeni bir
anlam vermiştir.
Küba İnsanlığa Işık Tutuyor
İnsanlık tarihinde
neredeyse altı yüz yıllık yasalar çıkararak kürtajı yasaklama pratiğinin
insanlığı bir yere götürmediği görülmüştür. Bilebildiğimiz kadarıyla en az bin sekiz
yüz yıldan beri ölüm cezası da dâhil olmak üzere farklı şekillerde cezalandırılan
kürtaj, sayısız kadının hayatına mal olmaktan başka bir şey getirmemiştir. Kürtajı
yasa dışı ilan etmek, yani kriminalize etmek kürtajın sayısını azaltmıyor.
Fakat sağlıksız koşullarda yapılması ve uzman olmayanların yapması sayısız
kadının yaşamını kaybetmesine neden olmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün
açıklamasına göre kürtajın yasa dışı koşullarda yapılmaya itilmesi yılda en az 47
bin kadının yaşamına mal olmaktadır. Gerçek rakam muhtemelen bunun çok daha üstündedir.
Dünya çapında yasak olmasına karşın, kürtajın serbest olduğu Küba’da durum çok
daha farklıdır ve kanımca Küba örneği insanlığa bu konuda ışık tutmaktadır. Neden?
Küba’da kürtaj serbesttir ve giderler devlet tarafından
üstlenilmektedir, yani toplum tarafından karşılanmaktadır. Bu nedenle özellikle
Katolik kilise çevrelerince “yaşama karşı” diye eleştirilen bu uygulamayı, Küba
Aile Gelişim Kurumu başkanı Dr. Sosa Marin şöyle betimliyor:
“Küba,
1959’den beri kadınların ve partnerlerinin kendi yeniden üretim konularında özgürce
kararlaştırma egemenlik haklarını kabul ediyor ve destekliyor. Devlet, sağlık
sistemimiz aracılığıyla, kısırlık durumunda ya da doğum yapma arzu edilmiyorsa,
doğumdan önce ve sonra gerekli bakımı garanti etmektedir. Bu durumlarda doğum
kontrol araçlarına ulaşma hakkını garanti etmektedir. Aynı şekilde kürtaj
hakkı, kadınların ve partnerlerinin hakkıdır ve onlara bu yüksek düzeyli
kurumsal hizmetin verilmesinin nedeni budur.”
İnsanın
ilişkilerini düzenlerken akıl temel alınıp işletilirse her şey açık ve seçiktir
görüldüğü gibi. Kürtajı yasallaştırmak, kürtaj yoluyla gebeliğini sonlandırmak
isteyene gerekli toplumsal, psikolojik ve tıbbi destek sunulması için ihtiyaç
duyulan yasal zemini sunmak demektir. Kürtajı
yasallaştırmak kesinlikle kimseyi kürtaj yapmaya zorlamak anlamına
gelmemektedir. Bu bakımdan örneğin inancından dolayı kürtaja karşı olanın
hiçbir hakkına dokunulmamış oluyor. Fakat yasaklanması durumunda istemeden
hamile kalan kadınlar zorla doğum yapmaya ve böylelikle anne olmaya zorlanmış
olur. Bu nedenle, hangi gerekçeyle olursa olsun, kürtajı onaylayanın da, ona,
hangi nedenle olursa olsun, karşı olanın da hakları aynı şekilde ancak kürtajın
yasallaştırılması çerçevesinde garanti edilmiş olur. Küba’nın sunduğu
perspektif budur. Aklıselim insanın buna karşı söyleyecek bir şeyinin olması
mümkün gözükmüyor artık.