26 Haziran 2012 Salı

Kürtaj Tartışmalarında Yaşamın Dostları ve Düşmanları


Kürtaj yasağını kaçınılmaz bir gereklilik olarak tanımlamaya çalışanlar, bunu genellikle “doğmamış can”a, yani “yaşama saygı” ile gerekçelendirir. Embriyo ve fetüs, yaşam hakkı tanınmak ve yaşama şansı verilemek istenmeyen zayıf, güçsüz ve nihayetinde masum ve mağdur olarak betimlenir. Böylece kürtajın yasaklanması, “yaşamı korumak” adına savunulmuş olur. Zira iddiaya göre “kürtaj cinayettir”. Bu, yaşama düşmanca duruşun ve davranışın “kötü”, “ahlaksız” failleri de bellidir. Kürtaj hakkını savunanlar, kürtaj yapanlar ve yaptıranlar. En başta kadınlar yani ve onların eşleri ve/veya sevgilileri. Elbette kürtaj yapan hekimler de payını alır bu canilik suçlamasından.
Ne var ki embriyonun ya da fetüsün bulunduğu vücudun da bir can olduğu ve onun da yaşam hakkı olduğu genellikle göz ardı edilir. Zira kürtaj yasağı; embriyonun ya da fetüs’ün bulunduğu vücudun istek ve arzusunun olup olmadığını sormaz,  anne olmak isteyip istemediğine bakmaz, kendisini anne olmaya psikolojik olarak hazır hissedip hissetmediğini bilmek istemez.  Yasak, gebe vücudu, çoktan karındakini doğurmak zorunda olan bir makine olarak tanımlamıştır bile. Gebe olan vücudun bir insan (kadın) vücudu olduğu, dolayısıyla kadının karnındaki ile duygusal bir ilişki kurduğu ve bu duygusal ilişkinin, karındaki büyüdükçe büyüdüğü ve yoğunlaştığı gerçeği, yasakçı zihniyetin anlama yetisinin erişebileceğinin çok ötesinde ahlak ve yaşamla ilgili bambaşka bir boyuttur. Bu duygusal ilişki, kadının kendisini, karnında büyüyen çocuk ile öncelikli olarak duygusal olarak özdeşleştirme çabasıyla ilgilidir -ki bu, doğal olarak daha anne karnında bile çocuğun psikolojik gelişmesiyle doğrudan ilişkilidir.
Bilimsel araştırmalar ve bilimsel bilgilerin ışığında, gebeliğin ilk üç ayında öncelikle anne adayının ortak isteği doğrultusunda kürtaj yapılmasında ahlaka aykırı bir durum söz konusu olmadığı koşulsuz ileri sürülebilir; çünkü kalbin atması, gebeliğin üçüncü ayından sonra başlamaktadır. Ahlaken sorunlu olabilecek olan da bu dönemden sonra yapılabilecek olası kürtajdır. Kaldı ki bu dönemden sonra dahi bazı durumlarda kürtajın savunulması, anne ve çocuğun sağlığının karşılıklı dikkate alınması koşulu ile mümkündür. Hamileliğin anne adayının yaşamını tehlikeye sokması durumunda ve kürtajın durumu daha da kötüleştirme tehlikesi bulunmaması koşulu ile kürtaj, koşulsuz başvurulan ve başvurulması gereken bir yöntem ve araçtır zaten. Bunun nedeni; en başta mevcut yaşamı koruma kaygısıdır. Bu nedenle kürtajın serbest bırakılmasını savunanlar aslında yaşam ilkesini savunurlar. Kürtajı bir cinayet olarak tanımlayıp, onu yasal suç olarak tesis etmek isteyeler ise, mevcut yaşamı göz ardı ederler. Gebe kadının yaşam hakkını hiçe sayarlar. Buna karşın embriyo ve giderek fetüsün yaşam hakkını mutlaklaştırırlar. Bu bakımdan kürtajı savunanlara yönetilen “yaşam düşmanı” suçlamasının aslında yasakçılara ve yasakçı zihniyetin kendisine yöneltilmesi gereken bir suçlamadır.
Kürtaj tartışmalarında dikkatlerden uzak tutulan; ancak tartışmanın, kürtaj karşıtlarının sözüm ona “yaşam dostu” zihniyetlerinin de ne anlama geldiğini açıkça ele veren başka bir boyutu daha var. Bu, kürtaj konusunun toplum felsefesiyle ilgili olan yanıdır ve çocuğun doğumdan sonraki yaşamını ilgilendirir. Bu, hem toplum olarak hem de teker teker bireyler olarak “nasıl yaşamak istiyoruz?” sorusunu gündeme taşır.
Yirminci yüzyılın başlarında kürtaj üzerine yürütülen tartışmalarda bilindiği üzere iki farklı yönelim oraya çıkar. Bunlardan ilki, kendisini Fransa’nın yasakçı ve idamı da içeren cezalandırıcı yöneliminde ifadesini bulur. Fransa’nın 1920 yılında giriştiği yasaklama zaten uzun yıllardan beri başka birçok Avrupa ülkesinde uygulanmaktadır. Örneğin Almanya’da. Söz konusu yasakçı geleneğin en eski olduğu ülkelerdendir Almanya. Buna karşın Sovyetler Birliği, 1917 yılında yapılan Ekim Devrimi ile yepyeni bir yol izler bu konuda. 1920 yılında Fransa kürtajı yasaklarken ve gerekirse ölümle cezalandırmayı yasa ile karar altına alırken; aynı yıl Sovyetler Birliği kürtajı yasallaştırmıştır ve kürtajın masraflarının devlet tarafından üstlenilmesi yasa ile karar altına alınmıştır. Bu, insanlık tarihinde ilk defa gerçekleşen yepyeni bir yönelimdir. İşte bu yeni yönelim çerçevesinde kürtaj tartışmalarının ikinci boyutu dediğim meseleye dikkat çekilir. Kürtajın serbest bırakılması talebi aynı zamanda Malthusçu nüfus politikasının eleştirisiyle birleştirilir.
Kürtajın serbest bırakılmasını savunanların, duruşlarını Malthusçu nüfus teorisinin ve politikasının eleştirisiyle birleştirilmesinin nedeni nedir? Malthusçu nüfus politikası, “vahşi doğa”da hüküm süren güçlünün yendiği ve yaşamını sürdürdüğü, zayıfın ezildiği ve yaşamını yitirdiği koşulların toplumsal yaşama temel edilmesini savunan sosyal Darwinist ilkeye dayanır. Söz konusu ilkenin diğer adı rekabettir (ki bunun yarış kavramıyla kesinlikle karıştırılmaması gerekir). Rekabetin kaynağı, doğal, toplumsal, kültürel ve entelektüel yaşam kaynaklarının tekelleştirilip özel mülkiyete ve dolayısıyla metaa dönüştürülmüş olmasıdır. Tartışmayı doğrudan Malthusçu nüfus politikasının eleştirisi ile birleştirmekle; değişik şekillerde herkesin herkesi “boğazlamasını” öngören, “herkesin herkese karşı savaşı” anlamına gelen, bir yerde “insanı insanın kurdu” yapan rekabet ilkesinin yerine toplumsal dayanışma ilkesi, rekabetin kaynağı olan özel mülkiyetin yerine toplumsal mülkiyet geçirilmek istenmektedir. Kürtaj sorunu dar hak ve hukuk konusunun dışına taşınıp, gerçekten kurtuluşçu bir perspektifle tartışılmak isteniyorsa, çıkış noktası budur.
Toplumsal yaşama dayanışma ilkesini temel etmek, doğmuş olan çocuğun bütün sağlık gereksinimlerinden eğitimine, en az bir meslek edinip bütün hayatı boyunca insanca bir yaşam sürmeyi toplum olarak garanti etmeyi istemek demektir. Yani başka bir deyişle gebeliğin ilk üç ayında kürtajın serbest bırakılmasını savunanlar, sadece somut bir anne adayının yaşam hakkını kaygılarının merkezine almış olmuyorlar. Onlar böylelikle aynı zamanda doğumdan sonra da, insanın yaşamı boyunca yaşam hakkının, insanca bir yaşam hakkının olduğunu savunmaktadır. Bu, kürtajın yasallaşmasını savunanların (yaşam düşmanlığı şöyle dursun, tersine) yaşam ilkesine bu bağlamda da ne kadar sadık olduklarını göstermektedir.
Peki, “yaşam hakkı” adı altında kürtajın yasaklanmasını savunanlar, onu kaba bir şekilde “cinayet” olarak tanımlayanlar? Garip bir ironidir. Sözüm ona yaşamı savunmak adına kürtajın legalleştirilmesine karşı çıkanlar, doğumdan sonraki yaşama ve yaşamın temellerine ve ilkelerine ilişkin ya hiçbir şey söylemez ya da Malthusçu nüfus politikasına temel oluşturan sosyal Darwinist rekabetçi ilkeyi açıkça savunur, yani yaşam düşmanı bir duruş sergiler. O halde yasakçıların, kürtaj yasağını savunurken “yaşam dostu” görünüp böbürlenmelerinin hiçbir maddi temeli yoktur.
İnsanlık tarihinde neredeyse altı yüz yıllık yasalar çıkararak kürtajı yasaklama pratiğinin insanlığı bir yere götürmediği görülmüştür. Bilebildiğimiz kadarıyla en az bin sekiz yüz yıldan beri ölüm cezası da dâhil olmak üzere farklı şekillerde cezalandırılan kürtaj, sayısız kadının hayatına mal olmaktan başka bir şey getirmemiştir. Kürtajı yasa dışı ilan etmek, yani kriminalize etmek, kürtajın sayısını azaltmamaktadır. Tersine son derece sağlıksız koşullarda yapılmasına, özellikle yoksul kadınların hiçbir şekilde uzman olmayanlara başvurmasına neden olmaktadır. Bu da sayısız kadının yaşamına mal olmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklamasına göre kürtajın yasa dışı koşullarda yapılmaya itilmesi yılda en az 47 bin kadının yaşamına mal olmaktadır. Gerçek rakam muhtemelen bunun çok daha üstündedir.
Dünya çapında yasak olmasına karşın, kürtajın serbest olduğu Küba’da durum çok daha farklıdır ve kanımca Küba örneği insanlığa bu konuda ışık tutmaktadır.
Küba’da kürtaj serbesttir ve giderler devlet tarafından üstlenilmektedir, yani toplum tarafından karşılanmaktadır. Bu nedenle özellikle Katolik kilise çevrelerince “yaşama karşı” diye eleştirilen bu uygulamayı, Küba Aile Gelişim Kurumu başkanı Dr. Sosa Marin şöyle betimliyor:
“Küba, 1959’den beri kadınların ve partnerlerinin kendini yeniden üretim konularında özgürce kararlaştırma egemenlik haklarını kabul ediyor ve destekliyor. Devlet, sağlık sistemimiz aracılığıyla, kısırlık durumunda ya da doğum yapma arzu edilmiyorsa, doğumdan önce ve sonra gerekli bakımı garanti etmektedir. Bu durumlarda doğum kontrol araçlarına ulaşma hakkını garanti etmektedir. Aynı şekilde kürtaj hakkı, kadınların ve partnerlerinin hakkıdır ve onlara bu yüksek düzeyli kurumsal hizmetin verilmesinin nedeni budur.”
İnsanın ilişkilerini düzenlerken akıl temel alınıp işletilirse her şey açık ve seçiktir. Kürtajı yasallaştırmak, kürtaj yoluyla gebeliğini sonlandırmak isteyene gerekli toplumsal, psikolojik ve tıbbi destek sunulması için ihtiyaç duyulan yasal zemini oluşturmak demektir. Kürtajı yasallaştırmak kesinlikle kimseyi kürtaj yapmaya zorlamak anlamına gelmemektedir. Bu bakımdan örneğin inancından dolayı kürtaja karşı olanın hiçbir hakkına dokunulmamış oluyor. Fakat yasaklanması durumunda istemeden hamile kalan kadınlar zorla doğum yapmaya ve böylelikle anne olmaya zorlanmış olur. Bu nedenle, hangi gerekçeyle olursa olsun, kürtajı onaylayanın da, ona, hangi nedenle olursa olsun, karşı olanın da hakları aynı şekilde ancak kürtajın yasallaştırılması çerçevesinde muhafaza edilebilir. Küba, bunun yaşayan örneğidir.