Kürtaj yasağını kaçınılmaz bir gereklilik
olarak tanımlamaya çalışanlar, bunu genellikle “doğmamış can”a, yani “yaşama
saygı” ile gerekçelendirir. Embriyo ve fetüs, yaşam hakkı tanınmak ve yaşama
şansı verilemek istenmeyen zayıf, güçsüz ve nihayetinde masum ve mağdur olarak
betimlenir. Böylece kürtajın yasaklanması, “yaşamı korumak” adına savunulmuş
olur. Zira iddiaya göre “kürtaj cinayettir”. Bu, yaşama düşmanca duruşun ve
davranışın “kötü”, “ahlaksız” failleri de bellidir. Kürtaj hakkını savunanlar, kürtaj
yapanlar ve yaptıranlar. En başta kadınlar yani ve onların eşleri ve/veya
sevgilileri. Elbette kürtaj yapan hekimler de payını alır bu canilik
suçlamasından.
Ne var ki embriyonun ya da fetüsün
bulunduğu vücudun da bir can olduğu ve onun da yaşam hakkı olduğu genellikle göz
ardı edilir. Zira kürtaj yasağı; embriyonun ya da fetüs’ün bulunduğu vücudun
istek ve arzusunun olup olmadığını sormaz,
anne olmak isteyip istemediğine bakmaz, kendisini anne olmaya psikolojik
olarak hazır hissedip hissetmediğini bilmek istemez. Yasak, gebe vücudu, çoktan karındakini doğurmak
zorunda olan bir makine olarak tanımlamıştır bile. Gebe olan vücudun bir insan (kadın)
vücudu olduğu, dolayısıyla kadının karnındaki ile duygusal bir ilişki kurduğu ve
bu duygusal ilişkinin, karındaki büyüdükçe büyüdüğü ve yoğunlaştığı gerçeği,
yasakçı zihniyetin anlama yetisinin erişebileceğinin çok ötesinde ahlak ve yaşamla
ilgili bambaşka bir boyuttur. Bu duygusal ilişki, kadının kendisini, karnında
büyüyen çocuk ile öncelikli olarak duygusal olarak özdeşleştirme çabasıyla
ilgilidir -ki bu, doğal olarak daha anne karnında bile çocuğun psikolojik
gelişmesiyle doğrudan ilişkilidir.
Bilimsel araştırmalar ve bilimsel
bilgilerin ışığında, gebeliğin ilk üç ayında öncelikle anne adayının ortak isteği
doğrultusunda kürtaj yapılmasında ahlaka aykırı bir durum söz konusu olmadığı
koşulsuz ileri sürülebilir; çünkü kalbin atması, gebeliğin üçüncü ayından sonra
başlamaktadır. Ahlaken sorunlu olabilecek olan da bu dönemden sonra
yapılabilecek olası kürtajdır. Kaldı ki bu dönemden sonra dahi bazı durumlarda
kürtajın savunulması, anne ve çocuğun sağlığının karşılıklı dikkate alınması
koşulu ile mümkündür. Hamileliğin anne adayının yaşamını tehlikeye sokması
durumunda ve kürtajın durumu daha da kötüleştirme tehlikesi bulunmaması koşulu
ile kürtaj, koşulsuz başvurulan ve başvurulması gereken bir yöntem ve araçtır
zaten. Bunun nedeni; en başta mevcut yaşamı koruma kaygısıdır. Bu nedenle kürtajın
serbest bırakılmasını savunanlar aslında yaşam ilkesini savunurlar. Kürtajı bir
cinayet olarak tanımlayıp, onu yasal suç olarak tesis etmek isteyeler ise, mevcut
yaşamı göz ardı ederler. Gebe kadının yaşam hakkını hiçe sayarlar. Buna karşın
embriyo ve giderek fetüsün yaşam hakkını mutlaklaştırırlar. Bu bakımdan kürtajı
savunanlara yönetilen “yaşam düşmanı” suçlamasının aslında yasakçılara ve
yasakçı zihniyetin kendisine yöneltilmesi gereken bir suçlamadır.
Kürtaj tartışmalarında dikkatlerden
uzak tutulan; ancak tartışmanın, kürtaj karşıtlarının sözüm ona “yaşam dostu”
zihniyetlerinin de ne anlama geldiğini açıkça ele veren başka bir boyutu daha
var. Bu, kürtaj konusunun toplum felsefesiyle ilgili olan yanıdır ve çocuğun
doğumdan sonraki yaşamını ilgilendirir. Bu, hem toplum olarak hem de teker
teker bireyler olarak “nasıl yaşamak istiyoruz?” sorusunu gündeme taşır.
Yirminci yüzyılın başlarında
kürtaj üzerine yürütülen tartışmalarda bilindiği üzere iki farklı yönelim oraya
çıkar. Bunlardan ilki, kendisini Fransa’nın yasakçı ve idamı da içeren cezalandırıcı
yöneliminde ifadesini bulur. Fransa’nın 1920 yılında giriştiği yasaklama zaten
uzun yıllardan beri başka birçok Avrupa ülkesinde uygulanmaktadır. Örneğin
Almanya’da. Söz konusu yasakçı geleneğin en eski olduğu ülkelerdendir Almanya.
Buna karşın Sovyetler Birliği, 1917 yılında yapılan Ekim Devrimi ile yepyeni
bir yol izler bu konuda. 1920 yılında Fransa kürtajı yasaklarken ve gerekirse
ölümle cezalandırmayı yasa ile karar altına alırken; aynı yıl Sovyetler Birliği
kürtajı yasallaştırmıştır ve kürtajın masraflarının devlet tarafından
üstlenilmesi yasa ile karar altına alınmıştır. Bu, insanlık tarihinde ilk defa
gerçekleşen yepyeni bir yönelimdir. İşte bu yeni yönelim çerçevesinde kürtaj
tartışmalarının ikinci boyutu dediğim meseleye dikkat çekilir. Kürtajın serbest
bırakılması talebi aynı zamanda Malthusçu nüfus politikasının eleştirisiyle
birleştirilir.
Kürtajın serbest bırakılmasını
savunanların, duruşlarını Malthusçu nüfus teorisinin ve politikasının
eleştirisiyle birleştirilmesinin nedeni nedir? Malthusçu nüfus politikası,
“vahşi doğa”da hüküm süren güçlünün yendiği ve yaşamını sürdürdüğü, zayıfın
ezildiği ve yaşamını yitirdiği koşulların toplumsal yaşama temel edilmesini
savunan sosyal Darwinist ilkeye dayanır. Söz konusu ilkenin diğer adı rekabettir
(ki bunun yarış kavramıyla kesinlikle karıştırılmaması gerekir). Rekabetin
kaynağı, doğal, toplumsal, kültürel ve entelektüel yaşam kaynaklarının tekelleştirilip
özel mülkiyete ve dolayısıyla metaa dönüştürülmüş olmasıdır. Tartışmayı
doğrudan Malthusçu nüfus politikasının eleştirisi ile birleştirmekle; değişik
şekillerde herkesin herkesi “boğazlamasını” öngören, “herkesin herkese karşı
savaşı” anlamına gelen, bir yerde “insanı insanın kurdu” yapan rekabet
ilkesinin yerine toplumsal dayanışma ilkesi, rekabetin kaynağı olan özel
mülkiyetin yerine toplumsal mülkiyet geçirilmek istenmektedir. Kürtaj sorunu
dar hak ve hukuk konusunun dışına taşınıp, gerçekten kurtuluşçu bir
perspektifle tartışılmak isteniyorsa, çıkış noktası budur.
Toplumsal yaşama dayanışma
ilkesini temel etmek, doğmuş olan çocuğun bütün sağlık gereksinimlerinden
eğitimine, en az bir meslek edinip bütün hayatı boyunca insanca bir yaşam
sürmeyi toplum olarak garanti etmeyi istemek demektir. Yani başka bir deyişle
gebeliğin ilk üç ayında kürtajın serbest bırakılmasını savunanlar, sadece somut
bir anne adayının yaşam hakkını kaygılarının merkezine almış olmuyorlar. Onlar
böylelikle aynı zamanda doğumdan sonra da, insanın yaşamı boyunca yaşam
hakkının, insanca bir yaşam hakkının olduğunu savunmaktadır. Bu, kürtajın yasallaşmasını
savunanların (yaşam düşmanlığı şöyle dursun, tersine) yaşam ilkesine bu
bağlamda da ne kadar sadık olduklarını göstermektedir.
Peki, “yaşam hakkı” adı altında kürtajın yasaklanmasını savunanlar,
onu kaba bir şekilde “cinayet” olarak tanımlayanlar? Garip bir ironidir. Sözüm
ona yaşamı savunmak adına kürtajın legalleştirilmesine karşı çıkanlar, doğumdan
sonraki yaşama ve yaşamın temellerine ve ilkelerine ilişkin ya hiçbir şey
söylemez ya da Malthusçu nüfus politikasına temel oluşturan sosyal Darwinist
rekabetçi ilkeyi açıkça savunur, yani yaşam düşmanı bir duruş sergiler. O halde
yasakçıların, kürtaj yasağını savunurken “yaşam dostu” görünüp
böbürlenmelerinin hiçbir maddi temeli yoktur.
İnsanlık
tarihinde neredeyse altı yüz yıllık yasalar çıkararak kürtajı yasaklama
pratiğinin insanlığı bir yere götürmediği görülmüştür. Bilebildiğimiz kadarıyla
en az bin sekiz yüz yıldan beri ölüm cezası da dâhil olmak üzere farklı
şekillerde cezalandırılan kürtaj, sayısız kadının hayatına mal olmaktan başka
bir şey getirmemiştir. Kürtajı yasa dışı ilan etmek, yani kriminalize etmek,
kürtajın sayısını azaltmamaktadır. Tersine son derece sağlıksız koşullarda
yapılmasına, özellikle yoksul kadınların hiçbir şekilde uzman olmayanlara
başvurmasına neden olmaktadır. Bu da sayısız kadının yaşamına mal olmaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü’nün açıklamasına göre kürtajın yasa dışı koşullarda
yapılmaya itilmesi yılda en az 47 bin kadının yaşamına mal olmaktadır. Gerçek
rakam muhtemelen bunun çok daha üstündedir.
Dünya çapında
yasak olmasına karşın, kürtajın serbest olduğu Küba’da durum çok daha farklıdır
ve kanımca Küba örneği insanlığa bu konuda ışık tutmaktadır.
Küba’da kürtaj
serbesttir ve giderler devlet tarafından üstlenilmektedir, yani toplum
tarafından karşılanmaktadır. Bu nedenle özellikle Katolik kilise çevrelerince
“yaşama karşı” diye eleştirilen bu uygulamayı, Küba Aile Gelişim Kurumu başkanı
Dr. Sosa Marin şöyle betimliyor:
“Küba,
1959’den beri kadınların ve partnerlerinin kendini yeniden üretim konularında
özgürce kararlaştırma egemenlik haklarını kabul ediyor ve destekliyor. Devlet,
sağlık sistemimiz aracılığıyla, kısırlık durumunda ya da doğum yapma arzu
edilmiyorsa, doğumdan önce ve sonra gerekli bakımı garanti etmektedir. Bu
durumlarda doğum kontrol araçlarına ulaşma hakkını garanti etmektedir. Aynı
şekilde kürtaj hakkı, kadınların ve partnerlerinin hakkıdır ve onlara bu yüksek
düzeyli kurumsal hizmetin verilmesinin nedeni budur.”
İnsanın
ilişkilerini düzenlerken akıl temel alınıp işletilirse her şey açık ve
seçiktir. Kürtajı yasallaştırmak, kürtaj yoluyla gebeliğini sonlandırmak
isteyene gerekli toplumsal, psikolojik ve tıbbi destek sunulması için ihtiyaç
duyulan yasal zemini oluşturmak demektir. Kürtajı yasallaştırmak kesinlikle
kimseyi kürtaj yapmaya zorlamak anlamına gelmemektedir. Bu bakımdan örneğin
inancından dolayı kürtaja karşı olanın hiçbir hakkına dokunulmamış oluyor.
Fakat yasaklanması durumunda istemeden hamile kalan kadınlar zorla doğum
yapmaya ve böylelikle anne olmaya zorlanmış olur. Bu nedenle, hangi gerekçeyle
olursa olsun, kürtajı onaylayanın da, ona, hangi nedenle olursa olsun, karşı
olanın da hakları aynı şekilde ancak kürtajın yasallaştırılması çerçevesinde muhafaza
edilebilir. Küba, bunun yaşayan örneğidir.