Dava, insanlık davası...
Aşık Veysel
PDF için tıklayınız...Alman İdeolojisi,
insanlık tarihine yapılmış büyük bir katkıdır. Bildiğim kadarıyla Almanya’da
1848 devrim denemesinden önce yazılmış, o zamanlar yapılan tartışmaları
derlemeye çalışan ve bu derlemenin içine kendi bakışını yerleştiren tek eserdir.
Burada Marx ve Engels döneme ait bir takım temel düşünceleri sergiliyorlar, yani
aslında dönemi belgeliyor ve o döneme ilişkin kendi duruşlarını ortaya
koyuyorlar. Bu bile tek başına insanlık tarihine yapılmış büyük bir katkıdır
aslında. Alman İdeolojisi felsefi
olarak, bilimsel olarak insanlığa nasıl hizmet ediyor? Konuşmam daha çok bu
konu üzerine olacak. Özellikle “Feuerbach” bölümüne temel alarak Marx ve
Engels’in bu eserinin felsefi bir eser olarak okunup okunmayacağını
tartışacağım.
Kısa Tarihçe
Bilindiği
gibi Alman İdeoloji 1845 ile 1847
yılları arasında yazılmış bir eserdir. İki cilt olarak tasarlanmıştır. Marx ve
Engels’in hayatta olduğu dönemde “Gerçek Sosyalizmin Tarih Yazımı” adlı 50-60
sayfalık bölüm yayınlanmıştır. Daha sonra 1903 yılında 2. cildin “Max Stirner”
bölümü yayınlanmıştır. 1926 yılında ise “Feuerbach” bölümü yayınlanmıştır.
(Feuerbach bölümünün yayınlanması, felsefe tarihi açısından son derece
önemlidir. 1927 yılında başka bir kitap yayınlanıyor. Buna biraz aşağıda
döneceğim.) Alman İdeolojisi’nin ilk
tam metni 1932’de yayınlanmıştır. 1958 yılında şu an elimizde olduğu haliyle basılmıştır.
Daha sonra 1965 ve 1966’da da Almanca, Rusça ve nihayet İngilizce baskı yapılıyor.
Metni Türkçeye çeviren arkadaşlar harika bir iş yapmışlar. Kitabın İngilizce ve
Almanca en son baskılarını karşılaştırarak bir araya getirmeye çalışmışlar,
çünkü iki baskı birbirinden farklı. Bu haliyle Alman İdeolojisi’nin dünyadaki tek baskısıdır diyebiliriz.
Değişik
dillerdeki çeşitli baskılar arasındaki farklar, Marx’ın el yazısının
okunmasında yaşanan büyük zorluklardan kaynaklanıyor. Yeni ve tam bir baskı
hazırlamak için 1974 yılında bir ‘deneme cildi’ hazırlanmıştır. Bu ise Japonca
yayınlanmıştır. Japonlar şu an Alman
İdeolojisi’nin en son biçimine sahipler. Kısacası Alman İdeolojisi’nin en son biçimi henüz elimizde yoktur. En son
bilgisayar tekniği de kullanılarak orijinal metin olduğu gibi yayınlanmaya
çalışılıyor.
Alman İdeolojisi’nin Özgün Katkısı
Alman İdeolojisi,
Almanya’da “Mart öncesi” olarak anılan 1848 devrim denemesinin felsefesine ve
toplumsal kurumlarına derli toplu kuramsal bir bakış sunan döneme ait tek eserdir.
Dönemin hâkim felsefesi “Hegelcilik”tir. Bu nedenle Marx ve Engels “Hegelciliği”
temel alarak tartışıyor. Fakat bu eser ile doğrudan “Genç Hegelciler”
arasındaki tartışmaya müdahale ediliyor. “Yaşlı Hegelciler” muhafazakârdır. Bu
biliniyor. Genç Hegelciler ise değişimden yanadır. Yani Bruno Bauer, Max
Stirner, Ludwig Feuerbach ve diğerleri “değiştirelim” diyorlar. O halde Marx ve
Engels’in Alman İdeolojisi’nde
doğrudan müdahale ettiği tartışma, ‘değişim olsun mu olmasın mı?’ tartışması
değildir, ‘değişim nasıl olsun?’ tartışmasıdır. Buna karşın Marx ve Engels, eserde
tartıştıkları Genç Hegelcileri “muhafazakârdır” olarak tanımlıyor ve değişimin
asıl teorisini kendilerinin ortaya koyduklarını ileri sürüyorlar. Bu nedenle Alman İdeolojisi aynı zamanda değişim
teorisine bir katkıdır.
Alman İdeolojisi, 1845
civarında kaleme alınan “Feuerbach Üzerine Tezler”le birlikte tarihsel
materyalizmin ‘doğum belgesi’ olarak görülür. Bu, Marksizm içi bir bakıştan bakıldığında
doğrudur. Fakat Alman İdeolojisi’nde
ortaya konanı geniş bir çerçeveye oturtmak lazımdır. Marx ve Engels bu
eserlerinde insanlığa ne zaman, nasıl düşünmeye başladığını yeniden
hatırlatıyor. ‘Sen ilk defa düşünmeye başladığında şuradan düşünmeye
başlamıştın, şuraya gittin, sonra düşüncenin ve bilincinin kökenini unuttun’ demek
istiyorlar. Burada aslında ‘felsefe nedir’, ‘felsefenin kökeni nedir’ gibi
büyük sorulara da yanıt aranır. Zira düşüncenin ve bilincin kökenini bilen
insan ancak koşullarına mantıklı bir bilinçle bakabilir. O halde Alman İdeolojisi, düşüncenin ve bilincin
kökeninin araştırılmasına ve açıklanmasına da bir katkıdır.
Marx Filozof mudur?
Sıklıkla
karşılaştığım bir iddiaya göre Marx filozof değildir ve Marksizm de felsefe
değildir. Marksizm’in bir felsefe olup olmadığı tartışması 19. yüzyılın sonlarında
başlamış olan bir tartışmadır. İtalyan filozofu Antonio Labriola, “Bakın burada
felsefe yoktur, Kant’a dönelim, Marksizm’i ya da Marx’ın öğretisini Kant’la
birleştirelim, felsefe yapalım” diyen herkesi uyarıyor ve “çok acele ediyorsunuz,
daha onun felsefi kaynaklarına bile ulaşamadınız” diyor ve ekliyor: “Marx’ın
eserinde onu taşıyan yeterli felsefi bir temel vardır.”
Marx’a
ilişkin ilginç bir belirleme var: 1913 yılında, “Prusya Yıllık Kitapları”nda Ferdinand
Jacob Schmidt şöyle yazıyor; “Hegel’den
sonra o (…), büyük çaplı, yani dünyayı hareket ettiren felsefe yapmış tek
kişidir.” Bu çok büyük bir iddiadır ve “Prusya Yıllık Kitapları”nda
yapılmış olması ayrıca ilginçtir. Marx’ın çağdaşı ve bugün son derece etkili
olan yığınla felsefeci vardır. Buna karşın, dünyayı hareket ettiren felsefe
yapmış tek kişi Marx’tır, deniyor. Örneğin John Stuart Mill değil, Friedrich Nietzsche
değil, Alexis de Tocqueville değil, Marx. Neden? Marksizm bugün olduğu gibi o
zamanlar da üniversitelerden dışlanmaya çalışılırdı. Buna rağmen felsefe
üzerine tartışılırken, Marx değerlendirilirken böyle bir belirleme yapmak
zorunda kalınmış. Peki, ne oldu da bugün Marksizmin bir bilim olmadığı, felsefe
olmadığı ileri sürülüp durulur?
Martin Heidegger ve Marx’ın Onbirinci Feuerbach Tezinin
Anlamı
Heidegger’in
11. Feuerbach tezine ilişkin 1969 yılında yaptığı bir belirlemesi var. Burada 1968
hareketini hatırlamak gerekiyor. Belirleme Alman televizyonunda naklen yayınlanan
bir röportajda yapılmıştır. O röportajda şöyle diyor Heidegger: “Dünyayı değiştirme talebine ilişkin soru
sıkça Karl Marx’ın çok alıntılanan bir önermesine, Feuerbach Üzerine 11. Tez’ine
dayandırılır. Tam alıntılamak için okumak istiyorum: ‘Filozoflar dünyayı sadece
farklı farklı yorumladı. Asıl olan onu değiştirmektir.’ Altı çizilmiş.” Devam
ediyor Heidegger: “Bu önerme alıntılanırken ve (bu önermenin –DG) peşinden
gidilirken, dünyayı değiştirmenin dünya tasarımının değişmesini şart koştuğu ve
bu tasarımın elde edilebilmesi için dünyanın etraflıca yorumlanması gerektiği
gözden kaçırılır.”
Heidegger
burada farkında olmadan aslında Marx’ı savunuyor. Tezi yorumlayanlara ‘Siz Marx’ın
11. tezini yeterince dikkatli okumuyorsunuz, hızlı bir şekilde pratiğe
geçiyorsunuz. Oysa Marx dünyayı etraflıca yorumluyor’ diyor. Heidegger devam
ediyor: “Yani Marx değişimi talep edebilmek için, belli bir dünya yorumuna
dayanmaktadır.” Marx’ın belli bir dünya yorumuna dayandığını kabul ediyor
Heidegger. O halde eleştirdiği aslında öğrenci hareketidir, Marx değil: ‘Siz
Marx’ı yeterince kavramıyorsunuz’. Yaptığı açıklamalar buna çıkıyor. Bunu söyleyip
öğrencilere, öğrenci hareketine saldırdıktan sonra teze ilişkin bir sonuç
çıkarıyor. Şöyle diyor: “Bu nedenle bu
önermenin temelsiz olduğu görülmektedir.” Bu ne demektir? Heidegger öğrencilerin
eksik ya da yanlış yorumlamasından dolayı Marx’ın tezinin temelsiz olduğunu
ileri sürüyor. Yani yorum yanlış olduğu için orijinalin yanlış olduğunu ileri
sürülüyor. Bu nasıl bir mantıktır, nasıl bir akıl yürütmedir?
Heidegger,
açıklamasının anlamsızlığının hissedildiğini anlaşılmış olmalı ki açıklamasını
sürdürme gereği duyuyor. Fakat bu sefer Marx’ın tezinin temelsiz olduğunu
göstermekten çok, daha iyi anlaşılmasına yardımcı oluyor istemeden. Şöyle diyor
Heidegger: “Önerme sanki kararlı bir şekilde
felsefeye karşı ifade edildiğine dair bir izlenim uyandırmaktadır. Fakat ikinci
bölümde açıkça ifade edilmeden tam da felsefe talep edilmektedir.” Aslında
bu 11. Feuerbach tezinin harika bir açıklamasıdır. Fakat Heidegger bundan mantıkla
alakalı olmayan sonuçlar çıkartıyor.
Tezin
birinci bölümünün sanki felsefeye karşı ifade edilmiş olduğu izlenimi, Heidegger’in
kendisi de biraz önce belirttiği gibi yanlıştır. Zira Marx, dünyanın
değiştirilebilmesi için dünyanın yorumlanması gerektiğini düşünmektedir. Fakat Heidegger
bu söylediğini unutmuş gözüküyor. Ayrıca göz ardı ettiği başka bir şey daha
var. Marx büyük bir diyalektikçidir. Teorinin pratiğe akması için teorinin
yadsınması gerekiyor. Yani bir yerde orada aslında felsefeye karşıymış gibi
dediği şey, felsefenin yadsınıp pratiğe akması ile ilgilidir. Felsefenin yok edilmesi
değil. Felsefenin yani teorinin pratiğe akması için teorinin yadsınması
gerekiyor ve Marx’ın felsefesinin içerisinde kendi kendisini yadsıyan bir şeyin
olduğunu söylüyor Martin Heidegger. Yani aslında Marx’ın 11. Feuerbach tezinin birinci
bölümü teorinin pratiğe dönüşmesini talep ediyor.
Tezin
ikinci bölümünde, tam da felsefe talep ediliyor, diyor Heidegger. Yani Marx, asıl
mesele dünyayı değiştirmektir, derken tam da felsefenin bu değişimin parçası
olmasını talep etmektedir. Heidegger bunu da anlamıyor. Fakat bunda anlaşılmayacak
bir şey yoktur. Aslında Marx’ın orada yaptığı, teori ile pratiğin bütünleşmesi
gerektiğine işaret etmektir. Heidegger, Marx’ın tezine dair “teorisiz, akılsız,
felsefesiz bir pratik talep etmiyor” diyor aslında.
O
halde, Heidegger’in açıklamasından ortaya çıkan şu: Marx 11. Tez’in tam da
ikinci bölümünde, yani pratik bir şey, dünyanın değiştirilmesini talep ettiği
yerde, felsefi bir pratik felsefi bir devrim istiyor. Heidegger’in söylediğine
yakından baktığımızda çıkan sonuç budur. Bu elbette Heidegger’in iddia
ettiğinin tam tersi bir şeydir. Felsefenin, pratiğin önünü aydınlatmasını istemekle
felsefenin yıkılmasını, yok edilmesini talep etmek arasında dağlar kadar fark
vardır. Marx birincisini talep etmektedir. İkincisini, Heidegger hiçbir kanıt
getirmeden ve gösterdiğim gibi mantığın bütün kurallarını çiğneyerek Marx’a atfetmektedir.
Marx’ın Felsefesi Nasıl Bir Felsefedir?
Şimdi
felsefi devrimin, yani Marx’ın talep ettiği felsefenin nasıl bir felsefe
olduğuna bakmak istiyorum. Benim hocalarımdan Hans Hains Holz, Martin Heidegger’e
karşı “Marksizm tam anlamıyla bir felsefedir ve o (Marksizm -DG) aynı zamanda
salt felsefeden fazla olduğu anlamda budur (felsefedir –DG)” diyor. Bu ne anlama geliyor? Bu, ‘Marksizm
tam anlamıyla bir felsefedir ve Marksizm’de diğer felsefelerde olmayan, felsefeyi
aşan bir şey var’ anlamına geliyor. Fakat felsefede kalınarak felsefeyi aşan
bir şey felsefeye nasıl yerleştirilir? Marx’ın eserlerine dönerek bunları biraz
deşelim.
Marx, “Hegelci
Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisine Dair Giriş” adlı makalesinde şöyle programatik
bir belirleme yapıyor: “Felsefe proletaryada
kendi maddi silahını bulurken proletarya da felsefede düşünsel silahını bulmaktadır.”
Burada Marx’ın sorusu, felsefe pratiğe nasıl dönüşecek sorusudur. Felsefe
doğası gereği teorik olduğundan bunun için maddi güç gerekmektedir. Yani mesele
sadece kavramların ve bilincin değişmesi değildir. Değişen bilincin pratiği de
değiştirmesi gerekiyor. Bu ancak o düşüncelerin taşıyıcısı maddi bir güç tarafından
gerçekleştirilebilir. Bu güç Marx’a göre proletaryadır. Yani proletaryanın
dünyayı değiştirebilmesi için dünyaya filozofça bakmasını bilmesi gerekmektedir.
İşçi sınıfı ancak o zaman dünyayı değiştirebilir. Burada değişimden kastedilen,
elbette teorinin ve pratiğin özgürleşmesidir. O halde, Marx, felsefeyi bir
özgürlük bilimi ve onun taşıyıcılığına tek aday olarak tanımladığı proletaryayı
özgürlük gücü olarak tanımlıyor.
Marx bunu
yaparken aslında çok da yeni bir şey yapmıyor. Leibniz’in, Christian Thomasius’un,
Christian Wolff’un, Kant’ın, Fichte’nin, Schelling’in, Hegel’in eserlerini
bilenler, bu filozofların hepsinin şunu talep ettiğini bilir: “felsefe pratiği dönüştürmelidir.” Marx
burada başka bir şey yapıyor. Aslında onların büyük devrimci geleneğini devam
ettiriyor. Onlara, ben sizin talebinize katılıyorum, diyor. Eğer Marx’ın bu filozoflar
yönelik bir eleştirisi varsa –ki vardır–, o da gösterdikleri yolla ilgilidir. Yani
Marx onlara ‘sizin göstermiş olduğunuz şekilde felsefenin pratik olması mümkün
değil’ diyor. Kısacası Marx, bu geleneği başka bir tarihsel dönemde, başka
toplumsal ve tarihsel koşullarda devam ettiriyor. Bu nedenle Marx bunu aynı
zamanda onların eleştirisi üzerinden yapmak zorundadır.
Şimdi tekrar
11. Tezi hatırlayalım. Bu tezde Marx, Alman felsefe geleneğinin talebini
sürdürüyor. Mesela C. Wolff, “ontoloji
muhakkak insanların hayatını iyileştirmelidir, günlük hayata varana kadar her
şeyi değiştirmelidir” diyor. Kant da aynı şeyi söylüyor. Örneğin “Salt teoride kaldığımız zaman oyun oynamış
oluruz” diyor. Hegel, Kant’a yönelik eleştirisinde ‘senin söylediğin şey
doğru ama bu senin gösterdiğin şekilde olmuyor’ diyor. Aynı şeyi Marx yapıyor. Marx
hepsine birden şunu söylüyor: ‘Talebinize katılıyorum. Felsefe pratiğe
dönüşmelidir, pratiği değiştirmelidir. Ama bu sizin gösterdiğiniz şekilde olmaz.’
Eserin
iki ciltten oluştuğunu söylemiştim. Birinci cildin başlığına bakalım. Şöyle
başlık: “Temsilcileri Feuerbach, B. Bauer ve Stirner’in şahsında modern Alman
felsefesinin eleştirisi.” Burada döneminin felsefesinin eleştirildiği
açıklanıyor. İkinci cildin başlığında dönemin sosyalizm düşüncesinin
eleştirildiği beyan ediliyor. Başlık tam olarak şöyle: “Çeşitli peygamberleri
şahsında Alman sosyalizminin eleştirisi.” Bu konu, doğrudan tarih felsefesinin
konusudur. Buradaki felsefi kavram ‘erek’ veya ‘amaç’ kavramıdır ve toplumda ve
tarihte değişimi araştırmaktadır. Bu nedenle bu başlıkta da felsefi bir bakış
vardır. O halde ‘Alman İdeolojisi,
doğrudan felsefi bir taleple yazılmış bir eserdir’ denebilir.
Marx
ve Engels burada nasıl bir felsefi konsepte veya kurama sahipler? Felsefenin
kuruluşunda nasıl bir felsefe kavramı vardı ve felsefe ne oldu da o kavramı
unuttu? Şimdi genellikle Thales’in, “Cevher nedir?”, “Ana madde nedir?”, “Bir
nedir?” gibi felsefi olarak son derece derin anlamı olan soruları, “cevhere su
dedi” deyip geçiştirilir. Anlamı sorgulanmadan “mitostan logos’a geçişi” sağladı
vs. denir. Oysa Thales orada evrenin temelini sorguluyor. Yani felsefeciler
olarak konuşacak olursak, evrenin ontolojik kökenini araştırıyor. Evrenin
ontolojik temelini kendiliğinden görmemiz, algılamamız mümkün değildir. Ancak
ve ancak onu düşünce ile ortaya çıkarabiliyoruz. Evrenin temeli maddi de olsa
onu ancak ve ancak düşünce ile ortaya çıkarabiliyoruz. Yani Thales aslında
felsefi dönüşü yaptığında varlıkla bilinç arasında ilişkiyi kurmaya çalışıyor.
Varlıkla bilinç arasındaki ilişki nasıl kurulacak sorusuna yanıt arıyor. Klasik
filozofların ne yaptığına bakınca hepsinin büyük meselesinin bu olduğunu
görüyoruz. Buna Engels, “Bu felsefenin temel sorusudur” diyor. En başta sorulan
soru, felsefenin doğum belgesinde olan soru budur. Alman İdeolojisi’nde bu soruya yanıt veriliyor. “Felsefenin
temelinin doğa olması, doğadan hareket etmesi gerekir, düşüncenin kaynağını
maddeden hareketle açıklaması gerekir” deniyor Alman İdeolojisi’nde Buna felsefede ‘ontolojik yaklaşım’ deniyor. Düşüncenin
kökeni açıklanırken ‘daha önceki filozoflar gökyüzünden yeryüzüne indiriyorlar
düşünceyi, biz yeryüzünden gökyüzüne çıkaracağız’ deniyor. Burada amaç, insanlara
düşüncelerinin nereden geldiğini göstermektir. Düşüncenin ve bilincin kökeni
bilimsel olarak açıklanırsa, insanlar kendi pratiklerini de apaçık
görebileceklerdir. O halde, Alman
İdeolojisi’nde yanıt aranan soru, Thales’in sormuş olduğu derin felsefi
sorudur. Bu soruya, materyalist ve diyalektik felsefenin sentezi sonucu ortaya
çıkan ‘diyalektik materyalizm’ çerçevesinde yanıt verilmektedir.
Marx
ve Engels, Ludwig Feuerbach’ın din eleştirisinden sonra artık din eleştirisinin
bittiğini ve pratiğin eleştirisinin başladığını düşünmektedirler. Bu din
eleştirisinden çıkan sonuç, insanın insan için en yüce varlık olduğudur. Yani bundan
böyle insanın aşağılayan, köleleştiren, terk edilmiş hale iten, hakir bir
varlık olarak gören bütün ilişkileri tersine çevirme, kategorik imperatif olmuştur.
Yani din eleştirisinden sonra, insanlığın gündemine taşınan soru, insanı
köleleştiren bütün ilişkilerin köklü bir şekilde nasıl tersine çevrileceğidir.
Fransız Devrimi, Marx’ın Onuncu Feuerbach Tezi,
Heidegger ve Gadamer
Marx’ın
10. Feuerbach tezinde eski materyalizmle yeni materyalizm arasında bir ayrım
yapılır: “Eski materyalizmin bakış açısı burjuva toplumudur, yeni materyalizmin
bakış açısı ise insan toplumu ya da toplumsal insanlıktır.” İnsanlık
kavramı, 1789 Fransız Devrimi’nde ilericilerle gericiler arasında, devrimcilerle
eski rejimi savunanlar arasında kavga konusu olan temel bir kavramdır. Eski
rejimi savunanlar, insan diye bir şey yoktur diyorlar. Onlara göre Fransızlar,
Almanlar vesaire var. Ama insan yoktur. Örneğin Joseph-Marie de Maistre Fransa Üzerine Düşünümler adlı kitabında
“1795
anayasası, ona öngelenler gibi, İNSAN için yazılmıştır. Şimdi, dünyada insan
diye bir şey yoktur. Yaşamım süresince Fransızlar, İtalyanlar, Ruslar vs.
gördüm; Montesquieu sayesinde bir Persli olunabileceğinin bile farkına vardım.
Fakat insana gelince, açıklıyorum ki, hayatımda onu hiç görmedim. Eğer
insan var ise, ben onun bilgisine sahip değilim”
diyor. Tabii bu aynı zamanda insanlığın varlığını da reddetmek anlamına
geliyor. İnsan ve insanlık yoktur. İddia budur. Fransız devrimcilerine saldıran
karşı devrimci diğer teorisyen Edmund Burke’tür. Burke de insanlık kavramını reddeder
ve Fransa’da Olan Devrim Üzerine Yansısal
Düşünceler adlı kitabında insan hakkı kavramına karşı gelenek kavramını
temel alıp geleneğin hakkını savunur. Buna karşı Fransız devrimcileri
davalarının insanlık davası olduğunu belirtiyorlar kararlı bir şekilde. Marx’ın
10. Feuerbach tezinde kullandığı “toplumsal insanlık” kavramı Fransız devrimcilerinin
uğruna devrim yaptığı kavramdır. Bu nedenle Marx bu devrimci geleneğin takipçisidir.
Yukarıda
1927 yılında yayınlandığına işaret ettiğim kitap Martin Heidegger’in Varlık ve Zaman adlı kitabıdır. Bu
kitabın hemen her şeyi programatik olarak Alman
İdeolojisi’nin Feuerbach bölümünde saklı olan felsefi programa karşı
yazılmıştır ve bugün popüler olan bir kült kitabıdır neredeyse. Heidegger bu kitabında
“insanlık” denen şeyin olmadığından hareket eder. Bu bağlamda ünlenen başka bir
isim daha vardır: Hans-Georg Gadamer. Gadamer, Heidegger’in çömezidir ve Gerçek ve Yöntem adlı kitabında gelenek
kavramından hareketle devrimci Aydınlanmacı felsefeyi eleştirir. Heidegger ve
Gadamer, felsefi düşünceyi reddeden karşı devrimcilerin ilkeleriyle iş
görüyorlar.
Marx’ın
teorisi Sovyetler Birliği’nde devrime götürdü. Heidegger’in kitabı Almanya’da faşist
Nazi Partisi içerisinde eğitim kitabı olarak kullanıldı. Nietzsche’nin eserleriyle
birlikte Heidegger’in kitabı da bugün felsefeyi reddeden post-modernist
düşünceye ve neoliberal politikalara kaynaklık ediyor. Gadamer’in kitabı
değişimi, dönüşümü ve kopuşu reddeden ve var olanı ebedileştirmek isteyenlere,
geliştirdiği öznelci yöntem ve kavramlarla tutunacak bir dal sunuyor. Marx ve
Engels ise Fransız Devrimini yapanların felsefi kaygılarıyla ve kavramlarıyla
çalışıyor. Bunların kuramı 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeciliğin
yıkılmasına ve bütün dünyada devrimlere ve sayısız devrim denemelerine ilham
kaynağı oldu. Bunların hemen hepsinin öncelikli kaygısı, insanlık davasıydı.