Thomas Hobbes’tan Adam Smith’e Adalet Kuramının Aydınlanmacı Harekette Dünyevileştirilmesi ve Dönüştürülmesi
Doğan Göçmen
Rüstem Demir için…
PDF için tıklayınız...Şiddeti artarak yayılan “paylaşım savaşları”, bu
durumdan nasıl çıkılacağına dair soruya yanıt arayışlarını da dünya çapında artırdı.
Bu, verilecek yanıtın bütün insanlık için önemli ve acil olmaya başladığına
işaret ediyor. Bu arayışa elbette birçok açıdan bakmak mümkündür. Fakat bunlar kuramsal perspektif ve pratik
stratejik-taktiksel yönelim olarak iki ana başlık altında toplanabilir. Bu yazıda
daha çok kuramsal perspektife ilişkin bir katkı sunulacaktır. Kuramsal
perspektif söz konusu olduğunda birbirine karşı rekabet eden birçok öneriyle
karşılaşıyoruz. Bu kuramların niteliği ve cevabı, aranan söz konusu soruya ne
oranda yanıt verdiği konusunda doğru bir karar alabilmek için birçok kıstas
önerilebilir. Burada ben en belirleyici kıstas olarak adalet kuramını önermek
istiyorum. Buna göre, önerilen herhangi bir kuramın, herkese kendisinin olanın toplum
tarafından sunulmasını ve herkesin kendisinin olanı toplumun sunabildiği olanak
ve seçenekler çerçevesinde serbestçe almasını nasıl öngördüğüne bakmak gerekecektir.
Bu, insanın kendisini gerçekleştirmesinin ön koşulu olan özgürlük ve mutluluk gibi
temel kavramları doğrudan ilgilendirmektedir.
Bu çalışmada, kuramsal
perspektife ilişkin tarihsel olarak oluşmuş bir projeyi betimlemeye
çalışacağım. Diğer bir deyişle yazıda Aydınlanmacı hareketin adalet düşüncesini
nasıl dünyevileştirdiğini ve dönüştürdüğünü özellikle, Thomas Hobbes, David
Hume ve Adam Smith’in konuya katkılarını merkeze alarak göstereceğim. Ortaya
koyacağım teorik perspektifin, konu bağlamında yürütülen güncel kuramsal tartışmalar
için son derece önemli olduğu ve en azından çıkış noktası olarak ciddiye
alınması gerektiği kanısındayım. Bu perspektif, Rönesans ile birlikte 16. yüzyıldan
itibaren bir dizi özgürlükçü ve özgürleştirici atılımlarda ve dalgalarda ortaya
çıkıp Aydınlanmacı harekette en son şeklini almıştır. İnsanlık haline dair bu
yeni yaklaşımı, her bakımdan (ilahi düşüncede bile) dünyevileşme ve
dünyevileştirme hareketi olarak betimleyebiliriz. Bunun adalet kuramına
yansımasını kısaca şu şekilde ifade edebiliriz: Aydınlanmacılıkta adalet
kuramına yaklaşım, aşağıda birazdan sergileyeceğim özgürlüğe dair dünyevi bir
yaklaşımın doğal bir sonucu olarak kendini belli eder. Aydınlanmacılık, “adalet
nedir?” sorusunu, Ortaçağa özgü insanı pasifleştiren, onu biçare bir varlık
olarak gören bakıştan kaynaklanan ilahi içerik ve çağrışımlarından kurtarmış ve
soruyu dünyevi bir soru olarak yeniden tanımlamıştır. Böylelikle
Aydınlanmacılık, adalet sorusunu ve sorununu aynı zamanda insanın kendi etki
alanında olan bir özgürlük ve özgürleşme sorunu olarak ortaya koymuştur.
Aydınlanmacı düşünürlerin
adalet kuramları ele alınırken bunlar genellikle birbirinden koparılır. Sanki aralarında
içerik bakımından pek bir ilişki yokmuş gibi davranılır ve ortaya konarken sıkça
birbirinden kopuk olarak ele alınır. Aralarında ilişki kurmaya çalışanların da,
bunu genellikle en fazla kronolojik sıralamayı dikkate alarak yaptığı
gözlenmektedir. Kronolojik sıralamaya uygun olarak öğretileri peş peşe
sıralanır. Örneğin “Hume’da adalet kavramı”, “Kant’ın adalet kuramı” gibi.
Bunun sonucu olarak Aydınlanmacı toplum ve devlet projesine ve özel olarak da
Aydınlanmacı adalet kuramına dair ortaya iç bütünlüğü ve birliği olmayan kocaman
karmaşa bir tablo çıkar. Bu durum doğal olarak akla “Aydınlanmacı filozoflar
arasında acaba adalet konusunda paylaştıkları hiç mi ortak bir şey yoktu(r)?” sorusunu
getirir. Bu çalışmada yukarıda andığım filozofların bazılarına bakıp, konumuz
bağlamında onların bazı temel ortak sorularını ve kaygılarını ortaya koymaya
çalışacağım. Böylelikle bu düşünürlerin her birinin kendi başına yanıtını
aradığı sorunun, hepsinin ortak sorusu ve kaygılarının aynı kaygı olduğunu göstereceğimi
umuyorum. Bu, Aydınlanmacılar arasında en azından adaletin neliğine dair yürütülen
tartışmanın sunduğu, ilk bakışta bir karmaşa gibi görünen tablonun birleştirici
bir iç düzeninin olduğunu ortaya koyacaktır. Çalışmayla aynı zamanda modern adalet kuramında
gözlenen (ve muhtemelen bütün adalet kuramı tarihi boyunca farklı şekillerde süren)
yasacı yaklaşım ile ahlakçı yaklaşım arasındaki büyük yarılmaya dair tarihsel-perspektifsel
bir çözüm önereceğim.
Yazının başında,
başlıkta bir araya getirilen son derece yoğun anlam yükleri olan “Aydınlanmacılık” ve “adalet” kavramlarına
dair açıklayıcı bir tanım önermek kuşkusuz yerinde olacaktır. Yazının konusu,
doğrudan adalet kuramı olduğu için, ortaya koyacağımız düşüncelerin ilerleyen
safhalarında adalet kavramına ilişkin genel bir fikir zaten oluşacaktır. Bu
nedenle adalet kavramını burada ayrıca uzun uzadıya tanımlamaya girişmek yerine
adalet kuramı çerçevesinde neyin araştırıldığına işaret etmekle yetineceğim. Fakat
Aydınlanmacılık kavramına dair bazı ön açıklamalar yapmak, aşağıda dile getirilecek
düşüncelerin daha kolay takip edilmesi için yerinde olabilir. Bunu Adorno ve
Horkheimer’in Aydınlanmacılığa ilişkin “totalitarizm” iddiasından hareketle,
fakat özellikle Michel Foucault’nun Aydınlanmacılığa ilişkin (Adorno ve
Horkheimer’in iddiasını kuramlaştıran) negatif kavrayışını tartışarak yapmak
istiyorum. Yazının sonunda okur, hem Aydınlanmacılığa dair bugün yaygın olan olumsuz
kavrayışa karşı olumlu bir kavrayış kazanabilirse ve neredeyse son elli yıldır
John Rawls ve Robert Nozick’in belirlediği adalet kuramına ilişkin tartışmalar
yeni bir bakış açısı yakalayabilirse, çabam amacına ulaşmıştır.
I.
Adalet kavramına ilişkin kısa bir ön açıklama: Adalet
kuramı çerçevesinde ne araştırılmaktadır?
Eğer bir ön tanım yapmamız gerekiyorsa, buna
“adalet” diye adlandırılan hem teorik hem de pratik uğraşımızda hangi soruya
yanıt arandığını belirterek başlamamız belki en doğrusu olacaktır. Adalet
kuramı çerçevesinde neyi araştırıyoruz? Adalet kuramı çerçevesinde, ortak
toplumsal yaşamın kaçınılmaz olarak getirdiği yükleri ve sorumlulukları, ortak
toplumsal yaşamın doğal olarak yarattığı “iyileri” (“zevkleri” ve ”hazları”)
herkese en uygun ve en iyi bir şekilde nasıl dağıtabiliriz? İkinci olarak; bu
konuda karar verirken, yani yükleri ve sorumlulukları, zevkleri ve hazları
dağıtırken temel alacağımız yön verici ilkemiz ne olacaktır? Fark edileceği
gibi, “adalet nedir?” sorusu çerçevesinde yanıt aradığımız sorular sonunda bizi
“iyi yaşam nedir?”, “mümkün iyi bir toplum örgütlenmesi nasıl olabilir?” ve “iyi
bir yönetim nedir/ne olabilir?” sorularına götürür. O halde, “adalet nedir?”
sorusuna yanıt aranırken aslında bu soruda saklı olan “nasıl yaşamak istiyoruz?”
sorusuna da yanıt aranmaktadır. Durum bu olunca karşımıza daha temel bir soru
çıkıyor: “Acaba bütün bu soruların yanıtının, adalet fikrinden hareketle ve
adalet kuramı çerçevesinde kalarak verilmesi mümkün müdür?”. Yazının sonunda bu
sorulara dair en azından herkesin üzerinde düşünmeye değer bulduğu bazı mümkün
yanıtlara işaret eden hareket noktalarının ortaya çıkacağını umuyorum.
II.
Adorno/Horkheimer ve Foucault’nun Aydınlanmacılık eleştirisi
ya da Aydınlanmacılığın anlamı nedir?
Aydınlanmacılık kavramının bir geniş ve bir de dar
anlamı vardır. Aydınlanmacılık yerine bazen “akıl çağı” kavramı da kullanılır.
Akıl çağı kavramı genellikle 17. ve 18. yüzyılı kapsar. Fakat bu kavram bazen
sadece 18. yüzyılı betimlemek üzere de kullanılır. Kavramın sadece 18. yüzyılı
kapsayacak şekilde kullanılması, onun dar anlamına işaret eder. Bu nedenle 18.
yüzyıla bazen “akıl çağı” yerine “Aydınlanmacı çağ” ya da “felsefe çağı” da
denir. Diğer taraftan Aydınlanmacılık kavramı, Rönesans ve Reformasyon’u, yani
neredeyse 300 yılı kapsayacak şekilde de kurgulanabilir. Kavramın bu şekilde
geniş anlamda kullanıldığı durumlarda, kaynaklarda 16. yüzyılın ikinci
yarısında 18. yüzyılın başlarına kadar olan dönemde ortaya çıkan Aydınlanmacı
hareketler için bazen “erken Aydınlanmacılık” kavramının kullanıldığına da
rastlanır. Bu, Aydınlanmacılık kavramının geniş anlamıdır. Kanımca bu
kavramların karşı karşıya getirilmesi gerekmiyor. Tersine, duruma göre her iki
kavram da birbirinin tamamlayıcısı olarak kullanılabilir. Bu çalışmada ben,
Aydınlanmacılığın tam olarak hangi döneme tekabül ettiğine dair bugün artık
iyice ayrıntılı bir hal almış olan tartışmaya girmeden, kavramı genellikle 17.
ve 18. yüzyılı kapsayacak şekilde kullanıyorum.
Descartes’ın cogito ergo sum özdeyişi, haklı olarak
Aydınlanmacı hareketin kökenine yerleştirilir. Bu, bu özdeyişte saklı evrensel ve
aynı anda hem bireyi hem de toplumu kapsayan özgürlükçü potansiyelden
kaynaklanmaktadır. Öyle ki; her ülkede oluşan Aydınlanmacı hareket, ister
Descartes’ı eleştirsin isterse düşüncelerini koşulsuz üstlenmiş olsun,
kendisini teker teker koşulsuz onun başlatmış olduğu özgürlükçü gelenek içinde
tanımlamıştır. Descartes’ı, rasyonalist bilgi kuramı çerçevesinde ifade ettiği
doğuştan gelen ideler kuramından dolayı en köklü eleştiriye tabi tutan Gassendi,
Hobbes ve Locke gibi büyük empiristler bile, onun bu belirlemesinde saklı,
bireyin özgürlüğünün toplumsal özgürlüğün önkoşulu olduğuna dair düşüncesini
neredeyse koşulsuz, olduğu gibi üstlenmişlerdir. Zira bir toplum, ancak
bireylerini özgürleştirebildiği, onlara kendi akıllarına göre düşünme, kendi
vicdanlarına göre yargılama, kendi akıllarına ve kendi anlayışlarına göre
davranabilme olanağı sunduğu oranda özgürleşebilir. Aydınlanmacılık, insanın özgürleşmesini
bir süreç olarak kavrar ve kendi çağını bu özgürleşme sürecinin başlangıcı
olarak görür. Aydınlanmacılığın, kısaca, anlamı budur. Kant’ın, Aydınlanmacılığa
dair önermiş olduğu “Aydınlanmacılık, insanın kendisinin sebep olduğu reşit
olmama durumundan çıkıştır”
tanımının klasikleşmesinin nedeni, Aydınlanmacı özgürlük projesinin bu üç
yanını (bireyin özgürlüğü, toplumun özgürlüğü ve birbirini şart koşan bu iki
boyutun gerçekleşmesinin bir süreç olarak kavranması) aynı anda ifade ediyor
olmasıdır.
Fakat bu özgürlükçü
miras, son yıllarda yaygın bir şekilde “despot” ve “totaliter” olan bir mirasmış
gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu dönüşümün teorik kaynağı söz konusu
olduğunda akla sıklıkla Nietzsche ve Heidegger gelir. Adorno ve Horkheimer’in Aydınlanmacılığın Diyalektiği
başlığı altında bir kitapta topladıkları fragmanları ve Foucault’nun bir yerde
bütün eserlerinin içeriğini özetleyen “Aydınlanmacılık Nedir?” yazısı
farklı biçimde bu geleneği sürdürür. Yazının bu bölümünde Foucault ve
Adorno/Horkheimer’in Aydınlanmacılığa dair iddialarını eleştirel olarak tartışıp,
Aydınlanmacılığa dair tarihsel açıdan olumlu bir kavram kazanmaya çalışacağım;
çünkü yukarıda işaret ettiğim gibi, ancak bu dikkate alındığı oranda Aydınlanmacılık
çerçevesinde oluşan adalet kavramının neden başka bir biçimde değil de o
şekilde oluştuğu anlaşılabilir.
Foucault ve Frankfurt
Okulu’nun yazarlarının Aydınlanmacılığa yaklaşımı arasında ilk bakışta bir
ilişki ve pek bir benzerlik yok gibi görünür. Oysa gerek Adorno ve
Horkheimer’in gerekse Foucault’nun Aydınlanmacılığa yönelik yıkıcı eleştirisinin
hem beslendiği kaynaklar hem de amaçları birçok bakımdan aynıdır. Her iki
eleştiri de felsefe tarihinde felsefenin oluşmasına ve gelişmesine karşı oluşan
ve gelişen, 19. yüzyılın ortalarından itibaren yeniden şekillenen ve Comte, Mill,
Nietzsche, Dilthey, Bergson, Heidegger ve Gadamer gibi birçok yazarın düşüncelerinde
farklı biçimlerde ifadesini bulan anti-felsefi ve özgürlük karşıtı hareketten,
diğer bir deyimle irrasyonalizmden beslenmektedir. Bu, göreliliği ve öznel
olanı mutlaklaştıran hareket, felsefi olarak metafiziği, dolayısıyla felsefe yıkıcılığını
temel alır -ki bu, kendini ancak bütünlüklü bakışta ortaya koyabilecek olan anlam
sorusundan ve özgürlükçü arayıştan vazgeçmek demektir.
Bu vazgeçme kendini,
Frankfurt Okulu’nun yazarlarının keyfi bir Aydınlanmacılık kavramından
hareketle felsefeye yönelik yaptıkları mitosçu eleştiride dışa vurur. Foucault,
“Aydınlanmacılık Nedir?” başlıklı yazısında Aydınlanmacılığı tartışmaktan çok, bütün
kuramsal duruşunu özetleyen (zira Kant da kendi “Aydınlanmacılık” yazısında aynısını
yapmıştır) yeni bir “aydınlanmacılık” kavramı ortaya koymayı amaç edinir.
Yazısında tam da Kant’ın metafiziği yeniden kurma çabasına karşı olduğunu
açıklar –ki bu, Foucault’nun bütün kuramsal çabasının anlamını özetler. Foucault,
Aydınlanmacılığı hem bir “davranış” (attitude)
biçimi hem de bir “olay veya olaylar dizisi” (event) olarak
tanımlar. Bir davranış biçimi olarak Aydınlanmacılığın, “sürekli eleştiri” (permanent critique) olarak
kavranması gerekmektedir. Zira “Aydınlanmacılık, eleştiri çağıdır”
ve eleştiri, Aydınlanmacı hareket içinde büyüyen “aklın kullanma kılavuzudur”.
Bir “olaylar dizisi” olarak Aydınlanmacılık “zor ve karmaşık tarihsel
süreçlerdir” ve süreçler, “toplumsal dönüşüm unsurlarını, siyasi kurum
türlerini, bilgi biçimlerini, bilginin akla göre düzenlenmesine (rationalization) ve pratiğe dair
projeleri, teknolojik mutasyonları içermektedir.”
Foucault için bu Aydınlanmacılık betimlemesi, bir “karşı program” işlevi görür
ve özellikle 20. yüzyılda oldukça yaygınlaşan “Aydınlanmacılık totaliterdir”
belirlemesinden hareketle “yeni” dediği kendi “aydınlanmacılık” programını
ortaya koyar.
Metafiziği, diğer bir
deyişle felsefeyi yeniden kurmak isteyen ve bunun için sürekli eleştiri
silahına başvuran Aydınlanmacı hareketin, bu felsefi amacına uygun bir de siyasi
amacı vardır. Aydınlanmacılığın siyasi amacı, “totaliter” olarak tanımlandı. Kökleri
çok eskilere varan bu iddiayı, 20. yüzyılda güçlü bir şekilde Adorno ve
Horkheimer dillendirdi. Foucault açıkça ifade etmese de Frankfurt Okulu’nun
yazarları ile bu konuda hem fikirdir. Elbette Adorno ve Horkheimer daha
açıktır: “Aydınlanmacılık totaliterdir”.
Fakat Foucault, Frankfurt Okulu’nun yazarlarının Aydınlanmacılığın siyasi
niteliğine ilişkin ileri sürmüş olduğu bu iddiayı olduğu gibi paylaşır. Bu
kendisini Foucault’nun “yeni aydınlanmacılık” kavramını ortaya koyarken
sergilediği metafizik karşıtı duruşunda ifade eder. Adorno ve Horkheimer’e göre
Aydınlanmacılığın “totaliter” olmasının nedeni, öngelen düşünce sistemleri ile
olan ilişkisinde –ki Adorno ve Horkheimer bundan mitleri ya da mitosa dayalı
düşünce biçimlerini anlamaktadır- “yıkıcı rasyonalite ilkesini” temel
almasıdır. Diğer
bir deyişle, Aydınlanmacılık, kendisine öngelen mitosçu düşünce tiplerine karşı
radikal felsefi bir tutum sergilemektedir. Aydınlanmacılık, bu hâkim düşünce
tipini, aklın ilkelerini temel alarak köklü bir şekilde değiştirmek
istemektedir. Diğer bir deyişle Aydınlanmacılık, düşüncede de devrimci bir
harekettir ve bu nedenle mitoscu hâkim düşünce biçimini bir bütün olarak aklın
ilkelerini temel alarak köklü ve kapsayıcı bir şekilde değiştirmek
istemektedir. İşte, Adorno ve Horkheimer’e göre, Aydınlanmacılığı “totaliter” yapan
bu evrensel devrimci özelliğidir.
Aydınlanmacılığa bu
radikalliği kazandıran, onun, Ortaçağa özgü teolojik/mitolojik düşünce
karşısında bütünlüklü bir dünyevi dünya görüşüne sahip olmasıdır. Aydınlanmacılık
ancak bu şekilde kendisine öngelen düşünce tiplerine karşı “çürütücü” (zersetzende) rasyonalite geliştirebilir.
Fakat Aydınlanmacı projeye bütünlük kazandıran tam da Foucault’nun yıkmak
istediği metafizikçi yaklaşımdır, yeni bir metafizik kurma çabasıdır. İşte bu
noktada Frakfurt Okulu yazarlarıyla Foucault buluşur. Adorno ve Horkheimer,
Aydınlanmacılığı söz konusu radikalliğinden dolayı “totaliter” ilan eder. Foucault
ise aynı sonuca, metafiziği yıkarak ya da metafiziği yeniden kurma amacından
vazgeçerek, “global veya radikal” değişim taleplerinin temelini ortadan
kaldırmak istemesi yönünden varır. Adorno, Hegel tarafından Kant’ın diyalektik
anlayışının eleştirisi üzerinden kurulan ileri bakışı mümkün kılan pozitif
diyalektiği, tekrar negatif diyalektiğe dönüştürmek istemektedir. Bu yeni
“negatif diyalektik”, Kant’ın örneğin antinomiler çerçevesinde ortaya koyduğu
gözlemlerinde saklı, Hegel’in son derece önemsediği potansiyel pozitif
diyalektiği de yıkmak istemektedir. Foucault ise, tanımlamak istediği “yeni
aydınlanmacılık” için, aklın kullanılmasına kılavuzluk eden eleştiriyi yeni
baştan tanımlar. Böylelikle geleceğe dair eleştirel-olumlu perspektif ve köklü
değişimi amaç edinen eleştiriden vazgeçilmiş olur. Hem Frankfurt Okulu
yazarları hem de Foucault, sonunda sistemin genel mantığını sorgulamaktan
kaçınan minimalist-pozitivist düşünme tipinde buluşur.
Metafizik karşıtı ya
da daha yaygın kullanılan kavramla belirtecek olursak “post yapısalcı”
duruşuyla uyumlu olarak Foucault, “yeni eleştiri”nin sınırını ve amacını şöyle
betimler: “Bu eleştiri artık evrensel değerlere sahip biçimsel yapıların
aranması için değil, fakat daha çok, kendimizi, yaptığımızın, düşündüğümüzün,
söylediğimizin öznesi olarak kurduğumuz ve tanıdığımız olayları tarihsel
sorgulayan olarak uygulanacaktır, Bu anlamda bu eleştiri, aşkınsal değildir ve
amacı metafiziği mümkün kılmak değildir…”
Foucault’nun bu
söylediklerinin tam olarak ne anlama geldiğini görebilmek için, önermiş olduğu “yeni
eleştiri” kavramını nasıl somutlaştırdığına bakmak gerekmektedir. Tasarım
bakımından “kökensel” ya da “kökenden gelen” (genealogical) ve yöntem bakımından “arkeolojik” olarak tanımladığı
eleştirinin amacı, örneğin Aydınlanmacı harekette olduğu gibi, “bütün bilginin evrensel
yapılarını veya mümkün bütün ahlaki eylemin” ve politik değişimin evrensel
yapısal önkoşullarını araştırıp belirlemek değildir.
Zira önerilen eleştirinin arkeolojik tasarımı bunu gerektirmektedir. Bizim ne
olduğumuzu (insanın doğasını) ve neyi bilip bilemeyeceğimizi belirleyip, bundan
bazı sonuçlar çıkarmak da değildir yeni eleştirinin hedeflediği; çünkü onun yönteminin
kökensel oluşu bunu şart koşmaktadır. O halde, nedir bu yeni eleştirinin amacı
ve gerçekleştirmek istediği siyasi değişimin hedefi? Kanımca burada sözü
Foucault’nun kendisine bırakmak, en doğrusu olacaktır. Zira onun
Aydınlanmacılık karşıtı düşüncesi, bu noktada bütün haliyle en somut şeklini
almaktadır: “Bu, kendi ontolojik kuruluşumuzun, genel ya da radikal olduğunu
ileri süren bütün projelere sırt çevirmesi anlamına gelmektedir. Aslında
tecrübe ile öğrendiğimiz gibi, mevcut hakikati sisteminden kurtulup, başka bir
toplum, başka bir düşünme biçimi, başka
bir kültür, başka bir dünya görüşü için genel programlar yapmak, yalnızca en
tehlikeli geleneklerin geri dönüşüne götürdü.”
Foucault’nun burada
“en tehlikeli gelenekler” ile kastettiği, 17. yüzyıldan beri gözlenen büyük
devrimci ve karşı devrimci hareketlerdir. Yazılı tarihimizin büyük bir bölümü bu
güçler arasında süren mücadele ve kavgalarla doludur. Tarihte büyük değişiklikler
perspektifinden vazgeçmek, bu “en tehlikeli gelenekler”in geri dönüşünü
engellememektedir. Zira o güçler zaten vardır ve kendisini sürekli farklı
biçimlerde ve farklı araç ve yöntemlere başvurarak ifade etmektedir. Frankfurt
Okulu’nun yazarları Foucault’nun bu konuda ileri sürdüğü her düşüncesine
katılmayabilir. Fakat onları Foucault ile ilkesel olarak buluşturan, felsefede metafizikten
kaçış ve pratik eylemde temel toplumsal ve köklü siyasi değişimlere karşı duruştur.
Her üç düşünürün de Aydınlanmacılığın
büyük tarihi mirasının yıkıcılığını hedeflerken, teorik ve pratik olarak ulaştıkları
sonuç budur. Yukarıda işaret ettiğim gibi, bu, felsefenin varlığını anlamlı
kılan anlam sorusundan vazgeçmek demektir.
Foucault’ya göre
“yeni bir insan”
yaratma programları, “en kötü siyasi sistemlerin”
ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu nedenle “yeni insan” yaratma çabası
anlamsız bir uğraştır. Diğer bir deyişle piyasa toplumuna has, yalancı ve entrikacı,
dolandırıcı ve sadece kendi kişisel günlük çıkarları peşinde koşan, dar kafalı
ve miyop, her yemini yeni bir yalanın başlangıcı olan, kendi kişisel
çıkarlarını her fırsatta herkesin çıkarıymış gibi gösteren; felsefeyi, bilimi,
sanatı, kültürü ve uygarlığı sadece maddi (parasal) bir anlamı ve değeri olan
olgular olarak gören insan tipine karşı ahlaklı, yeni bir insan yaratma çabası boşunadır.
Bunun karşısında Foucault, “tarihsel-pratik
test olarak kendi kendimizin eleştirel ontolojisi”
olarak tanımladığı bir açıdan sürekli sınırlarımızın ötesine geçmek için, “kendimizi
parça ve yerel” olan
çabalar ile sınırlamalıyız diye önerir. O halde, Foucault açısından büyük, köklü
ve genel değişim projeleri, gerçekleştirmek için peşinden koşulacak perspektifler
değildirler.
Görüldüğü gibi Foucault,
Aydınlanmacılığın metafiziği yeniden kurma çabası karşısında sergilemiş olduğu
negatif tavrından hareketle yapmış olduğu siyasi çıkarımında sadece yerel olanın
ve salt parçanın reformlarla yavaş yavaş dönüştürülmesi için programlar yapılmasını
önermektedir. Bu ise en başta sistemin iç mantığına içkin olmayı, yani sistemin
en temel özelliklerini en baştan kabul etmeyi şart koşmaktadır. Ancak bu
koşulla kendini sadece yerellikle
sınırlayan siyasi reform programları geliştirilebilir. Diğer taraftan Foucault,
yerellik ile genelliği karşı karşıya getirirken büyük bir ontolojik-mantıksal
hata yapmaktadır. Zira felsefe tarihinde Anaksimandros’tan beri teorik olarak bildiğimize
ve en son Aydınlanmacı felsefe ve bilimlerin gelişmesiyle bilimsel olarak da
kanıtlandığına göre, her tikel içinde evrenseli, her yerel içinde geneli, her parça
içinde bütünü barındırmaktadır. Bu nedenle değişim perspektifini yerellikle
sınırlamak mümkün değildir. Tersine, değişim perspektifine yerellik ve genellik
aynı anda dâhil edilebildiği oranda başarı şansı olacaktır.
Foucault’nun kendi belirlemelerinden de görüldüğü gibi, Aydınlanmacılık,
insanlık tarihinde bir döneme tek başına damgasını vurmuş özgürlükçü ve
eşitlikçi felsefi ve bilimsel, toplumsal ve siyasi, sanatsal ve kültürel bir
harekettir. Kavramı ister dar anlamında alalım isterse yukarıda belirtmiş
olduğum geniş anlamında alalım, Aydınlanmacılığı, Rönesans ve Reformasyon’un
hazırladığı ve insanın kurtuluşunu (“reşit” olabilmesi için gerekli koşulların sağlanmasını) amaçlayan dönüştürücü
bir hareket olarak tanımlamak gerekmektedir. Aydınlanmacılığın bu özelliği
kendisini, bütün çelişkileriyle yoğunlaşmış bir şekilde büyük Fransız
Devrimi’nde dışa vurur. Foucault’ya göre, Aydınlanmacılık ilkesel olarak
yenilikçidir. Her şeyin her bakımdan daha insancıl bir şekilde yeni baştan
kurulmasını amaçlamaktadır; bu nedenle Aydınlanmacılık, tarihsel-perspektifsel
olarak köklü değişimlerin peşinde olan ilerici bir harekettir. Aydınlanmacılık,
insanlığın kurtuluşunu, uzun tarihsel bir süreç olarak düşünmektedir. Bu süreç,
Fransız Devrimi ile sadece bir ara üst uğrağa ulaşmıştır, bitmemiştir. Kısacası
Aydınlanmacılık; sağlıklı düşünme yetisine sahip her bir insan bireyinin
ilkesel olarak iyi ve akıllı, dolayısıyla özgür ve ahlaklı olabileceği
düşüncesinden hareketle köhnemiş eski rejime özgü toplumsal ve siyasi
ilişkileri köklü bir şekilde değiştirip, her şeyi özgürlük ilkesine dayalı
olarak yeni baştan kurmayı amaçlayan bir harekettir.
Buna ister Adorno ve Horkheimer’in iddia ettiği gibi “totaliter” diyelim,
isterse Foucault gibi “en kötü siyasi sistemlerin” geri dönüşü diyelim,
Aydınlanmacılığa bu dönüştürücü özelliği kazandıran, 17. yüzyılda oluşan ve
Hegel’in Mantık Bilimi’nde diyalektik
mantık çerçevesine yerleştirilen belli bir metafiziksel anlayışı temel alan
bütünlüklü dünya görüşüdür.
III.
Adalet kuramını dünyevileştirme hareketi
olarak Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanmacılık
Aydınlanmacılık aynı zamanda büyük ve kapsamlı bir epistemolojik
dünyevileştirme hareketidir. İnsanın özgürleşebilmesi için, doğanın kendine
içkin, insan tarafından keşfedilebilir ve yaşam koşullarını iyileştirmek için
kendi gereksinimlerine göre işletilebilir yasalarının olduğundan hareket etmesi
gerekmektedir. Aksi takdirde insanın, yaşamının kaynağı olan doğayı aynı
zamanda özgürlüğünün kaynağı olarak kavraması mümkün değildir. Zira insan ancak
keşfedip bildiği yasalara hükmedebilir ve onları kendi gereksinimlerini
gidermek için işlevli kılabilir. İnsan, yerçekimi yasasını keşfedip, bunu uçmak
için kendisine yararlı hale getirebiliyorsa, aynı şeyi doğanın tüm diğer
yasaları bağlamında da yapabilir. Yoksa uçmak, insanın hep haz veren tatlı rüyası
olagelmiştir. Fakat insan bu rüyasını gerçekleştirmek üzerine ancak yerçekimi
yasasını keşfedip hesaplayabildikten sonra ciddi ciddi düşünebilmiştir. Zira eğer
insan, yere düşen elmanın göğe doğru uçmayıp da yere düşmesini, birtakım
doğaüstü güçlerin bir hikmeti olarak görmeye devam etseydi, ne yerçekimini
keşfedip hesaplayabilirdi, ne de uçak yapıp uçabilirdi.
Aydınlanmacılığın söz
konusu dünyevileştirme eylemi, ontolojiden epistemolojiye, ahlaktan siyasete, astronomiden
teleolojiye (teoloji de dâhil) insan yaşamının bütün alanlarını kapsamaktadır. Bu
dünyevileştirme hareketi elbette en başta Skolastik teolojinin temellerini
hedef almaktadır. Aydınlanmacı düşünürler; Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi
ontolojide, Locke ve Kant gibi
teleolojide hala “doğaüstü güçlere” gönderme yaparken ve bazı teolojik
kavramlarla çalışırken bu güçlerin insan aklı tarafından bilinebileceğinden ve örneğin
Aristoteles’in “hareket etmeden hareket ettiren” örneğinde olduğu gibi mantıksal
olarak tasarlanıp açıklanabileceğinden hareket etmişlerdir.
Aydınlanmacılık bu
yöneliminde birçok bakımdan Rönesans’ın ve Reformasyon’un ürünü ve
mirasçısıdır. Reformasyon, belki ilk bakışta sadece Hıristiyanlık içi bir
hareket olarak algılanabilir. Fakat bu büyük bir yanılgı olacaktır. Gerçekten
de Reformasyon, Hıristiyanlığın iç hesaplaşmaları sonucu oluşup gelişmiş bir
harekettir. Fakat bu hareketin bütün insanlığın iç tarihi açısından son derece önemli
bir anlamı vardır. Reformasyon, insanlığın gündemine en başta düşünce, vicdan
ve inanç özgürlüğünü taşımış olmasıyla önemlidir -ki inanç özgürlüğünden
kastedilen sadece inananın özgürlüğü değildir. Tersine, inanç özgürlüğü,
inananın farklı şeylere farklı biçimde inanma özgürlüğünü içerdiği gibi,
inanmayanın, nedeni ne olursa olsun, inanmama özgürlüğünü de kapsar. Aydınlanmacılık,
Reformasyon’un insanlığın gündemine taşımış olduğu bu kapsamlı inanç ve düşünce
özgürlüğünü gerçekleştirmek isteyen bir harekettir. Bu nedenle Aydınlanmacılığa
atfedilen “din düşmanlığı” suçlamasının herhangi bir temeli bulunmamaktadır.
Aydınlanmacılık sadece teolojiyi ve teolojik düşünceyi dünyevileştirme
girişimidir, onun yıkıcı düşmanı değil.
Reformasyon’un bu
yönelimi, Rönesans hareketinin doğal-mantıksal bir sonucu olarak ortaya
çıkmıştır. Harris’in işaret ettiği gibi, “Ortaçağ düşüncesi böylelikle özü
itibarıyla teokratikti ve Ortaçağ düşünürlerinin hepsi teologdu: bunun
varlığının bitmesiyle Rönesans’ın başladığı söylenebilir.”
Rönesans, Fransız tarihçisi Jules Michelet’nin klasik tanımıyla “insanın doğaya
ve kendisine dönüşüdür”.
Rönesans ile insan, ilgisinin, araştırmasının, düşünümünün ve tartışmasının
merkezine doğayı ve insanı, insanın doğayla ve insanın insanla olan ilişkisini
koymuştur. Rönesans ile birlikte insan kendisini ve doğayı araştırıp bilebilecek
ve açıklayabilecek, evreni kavrayıp dünyayı dönüştürebilecek bir varlık olarak kavramaya
başlar. Rönesans ile insanın kendini bilinçli, değiştiren ve dönüştüren evrensel
bir özne olarak kavraması, kendisini o kadar radikal bir şekilde dışa vurulmuştur
ki, bu tarihsel olguyu ifade edebilmek için, “Rönesans İnsanı” kavramı türetilmiştir.
İnsanın, kendisini doğada
bir tür ve toplumda hem bir birey hem de bir tür olarak değiştiren özne olarak
kavraması ile adalet kuramına yepyeni bir yaklaşım sergilenmeye başlamıştır. Rönesans
ve Reformasyon geleneğini devam ettiren Aydınlanmacı hareket ile birlikte adalet
kuramı ilahi temellerinden ve adalet kavramı ilahi içeriğinden ve çağrışımlardan
kurtarılırken; bunu yapmak için bir taraftan elbette son derece dünyevi Antik
Yunan adalet kuramlarına dönülmüştür; fakat bu özellikle Rönesans’ın habercisi
olduğu yeni toplumsal koşulların gereksiniminden dolayı yapılmıştır. Bu nedenle
Rönesans insanını, örneğin Nietzsche’nin yaptığı gibi, basit bir şekilde Antik
Yunan insanına eş kılmak büyük bir tarihsel yanılgıdır.
İki nedenden dolayı: birincisi;
Rönesans ile birlikte aynı zamanda – Antik Yunan’da en azından sistematik
olarak bulunmayan- birey teorisi ortaya çıkmıştır ve bunun adalet kuramı
açısından büyük önemi vardır; ikincisi;
Rönesans insanı, Antik Yunan insanı gibi doğayı ve toplumu sadece gözleyen
insan değildir. İnsanının pratik bir varlık olduğunu en çok vurgulayan
Aristoteles bile insanın doğaya müdahalesini doğal olguları gözleme ve doğal
nesneleri toplayıp sınıflandırma çabasından öteye götürmemiştir. Oysa Rönesans
insanı, doğaya ve topluma müdahalesini gözlemek, toplamak ve sınıflandırmakla sınırlamak
istememektedir. Rönesans insanı, doğayı ve toplumu, evrende karşılaştığı her
şeyi araştırmak, anlamak, açıklamak ve kelimenin en geniş anlamında
gereksinimlerine göre değiştirmek ve dönüştürmek istemektedir. Kısacası;
Rönesans insanı, doğayı bile yeniden yaratmak istemektedir. Bu mirasın takipçisi
olan Aydınlanmacılık, evreni, doğayı, toplumu ve insanı, her şeyi kendine içkin
açıklamaya yönelmiştir.
Bu nedenle Aydınlanmacılık,
adalet kuramını, kaderciliği temel alan ve her şeyin önceden belirlendiğinden
hareket eden dini çerçeveden kurtarıp, dünyevi bir çerçeve oturmak
istemektedir. Bundan böyle adaletin ne olduğunu, bazı “ilahi güçlere” gönderme
yaparak açıklamak mümkün değildir. Her ne ise adalet, bizzat insanın kendisinin
yaptığı ve yıktığı bir kurum olarak temellendirilmeye çalışılmıştır O halde,
Aydınlanmacılığa göre, adaletin kaynağı, toplumun kendisidir, herhangi bir
“doğaüstü güç” değildir. Şimdi, bu söylediklerimizi kanıtlamak için doğrudan
orijinal metinlere bakabiliriz.
1. Hume üzerinden Kant’tan
Hobbes’a geri bakış: adalet kuramının dünyevi temellendirilişi
Aydınlanmacı filozofların adalet kuramını ve ahlak
felsefesini –ki adalet kuramı, ahlak felsefesi çerçevesinde incelenmektedir– dünyevi
bir sorun olarak nasıl el aldıklarını göstermek için, üç büyük filozofa, Thomas
Hobbes, David Hume ve Immanuel Kant’a göz atmak istiyorum. Bunu yaparken
kronolojik sırayı sistematik nedenlerden dolayı tersine çevireceğim. Bunun bize
aynı zamanda Hobbes’un ihmal edilen felsefi ve bilimsel derinliğini
göstereceğini umuyorum.
a.
Kant’ın çekingen fakat açık dünyevi duruşu
Kant ahlak felsefesini temellendirirken insanın
toplumsal ilişkilerinin temel alınması gerektiğinden hareket etmektedir. Kant’a
göre insan, felsefi bir bilim olan etik çerçevesinde ancak insanların
birbirleriyle olan ilişkilerinde kendisini dışa vuran ahlaki soru ve sorunları
kavrayabilir. İnsanın kendisi ve inandığı tanrısı arasında kurduğu ilişki, felsefi
bir disiplin olarak etiğin konusu değildir. Dolayısıyla etikin birtakım
teolojik ilkeler üzerine kurulması mümkün değildir. Şöyle diyor Kant: “…iç
yasamanın (vicdan yasamasının) salt pratik felsefesi olarak etikte bizim
açımızdan kavranabilir olan, insanın insan karşısındaki ahlaki ilişkileridir:
bu konuda tanrı ile insan arasında nasıl bir ilişki hüküm sürdüğü konusu, onun
sınırlarını aşmaktadır ve bizim için ne yazık ki kavranması mümkün değildir; bu,
yukarıda iddia edilmiş olanı teyit etmektedir: etikin karşılıklı insan
ödevlerinin sınırlarının ötesine geçmesi mümkün değildir.”
Görüldüğü gibi Kant
açısından ahlak felsefesinin, insanın insanla olan ilişkilerini temel alıp, bu
ilişkilerde ortaya çıkan ahlaki ilke ve sorunları araştırma konusu yapması gerekmektedir.
İnsanın tanrısıyla kurmuş olduğu ilişkiler ahlak felsefesinin araştırma konusu
değildir. Kant burada teolojinin artık ahlaki değer ve yargılara temel
oluşturamayacağına dair az çok açık bir duruş sergilemektedir. Fakat eğer
burada Kant’a işin kolayına kaçtığına dair bir suçlama yöneltilecek olursa, bu
elbette çok yersiz olmayacaktır. Zira eğer ahlak felsefesinin teolojiye
dayandırılması gerektiğine dair iddialar ileri sürülüp bu doğrultuda argümanlar
geliştirilmeye çalışılıyorsa, filozofun bu konuda bir şey bilinemeyeceğini
ileri sürüp susması felsefi açıdan çok güçlü bir duruş olmayacaktır. Zira felsefi
düşünümün kendisini az çok sistematik olarak dışa vurduğu İyonya felsefesinden
beri, güçlü bir ahlak felsefesinin ontolojik ve epistemolojik olarak
temellendirilmiş olması gerektiğini biliyoruz. İçinde değer yargıları ve değer
yargılarına dair kıstaslar barındırdığı için, ahlak felsefesinin, estetik ile
de sistematik bir bütünlük oluşturması zorunludur. Bu nedenle, filozofun, teolojinin
ahlak felsefesinin alanına girip ona birtakım görevler atfetmeye kalkması
karşısında suskunluğu tercih etmesi, ikna edici bir şekilde açıklanamaz.
b.
Hume’un adalet düşüncesini insanlığın koşulları ve gereksinimleri
ile ilişkilendirmesi
Kant’ın bu çekingen tavrını sergilerken kendine
örnek aldığı David Hume, bu konudaki düşüncesini çok daha açık bir şekilde
ifade eder. Hume’a göre bir değerler sistemi olarak ahlak da, ahlak felsefesi
çerçevesinde araştırılan ve erdemler kataloğunda yer alan adalet de –ki adalet,
“bilgelik”, “cesurluk” ve “ölçülülük” erdemleri ile birlikte dört “kardinal
erdemi” oluşturur– insanlığın koşullarından ve ortak yaşamın doğal olarak
beraberinde getirdiği gereksinimlerden ortaya çıkar. Şöyle der Hume: “…insanlığın
koşullarından ve gereksinimlerinden ortaya çıkan bazı yapay veya icat olmasıyla
haz ve onay üreten erdemler vardır. Adaletin bu türden [bir erdem]
olduğunu ileri sürüyorum…”
Görüldüğü gibi, Hume, bir erdem olarak adaletin,
insanlığın içinde bulunduğu koşullardan kaynaklandığını ileri sürüyor. Hume’a
göre adalet kurumu, insanların ortak yaşamlarından kaynaklanan gereksinimlerine
yanıt vermek için bizzat insan (özellikle politikacılar) tarafından icat edilmiştir.
Hume’un bu belirlemesinin açık ve seçik olarak
anlaşılması için, yukarıdaki alıntıda kullandığı “yapay” kavramını, buna karşıt
anlamda kullandığı “doğal” kavramıyla ilişkilendirerek biraz açalım. Hume,
erdem kuramı çerçevesinde “doğal erdem” (natural
virtue) ile insanın ürünü olan “yapay erdem” (artificial virtue) arasında ayrım yapar. Hume, “doğal olan” (natural) kavramını “yapay olan” (artificial) kavramına karşı kullanmaktadır. Doğal erdemler, doğadan
kaynaklanan kendiliğinden ve “düşünme ve yansısal düşünmenin müdahalesi olmadan
doğrudan orijinal ilkeden gelmektedir”. Buna karşın yapay erdemlerin keşfedilip kurulabilmeleri için düşünme,
özellikle yansısal düşünme (reflexion) gerekmektedir. Bu noktada Hume’u doğrudan
aktarmak yerinde olacaktır: “…adalet ve adaletsizlik duygusu doğadan
gelmemektedir, fakat zorunlu da olmakla birlikte yapay olarak eğitimden ve
insan anlaşmalarından kaynaklanmaktadır.”
Bu nedenle “adaletin kuralları, insan
edimi (sanatı) sonucu tesis
edilmiştir.” Hume’un
adaleti “yapay” bir erdem olarak tanımlamasının nedeni budur. Görüldüğü gibi
Hume, adaletin bir erdem olarak ancak insan edimi yani yapay olabileceğini ileri
sürmektedir. Diğer bir deyişle bir erdem olarak adalet, ne doğal ne de tanrısal
bir kurum olabilir. Tersine, adalet, insanın içinde bulunduğu koşullara göre
ilişkilerini düzenlemek üzere oluşturduğu bir kurumdur.
c.
Hobbes’un toplum ve devlet kuramı neyin kuramıdır?
Hume’un doğal erdem ile yapay erdem arasında yapmış olduğu anlamlı ayrıma
aşağıda tekrar döneceğim. Adalet kuramının dünyevileştirilmesinin ne anlama
geldiğini incelemeye girişirken bütünlüklü bir tablo elde edebilmek için şimdi Yeniçağ
ile başlayan dünyevileştirme yöneliminin büyük mimarlarından Thomas Hobbes’a geri
gitmek gerekiyor. Hobbes, toplum ve devlet kuramını, böylelikle adalet kuramını
doğrudan toplumsal ilişkilerden hareketle açıklamaya girişir. Şöyle der Hobbes:
“Ortak gücün/iktidarın olmadığı yerde, yasa olmaz: yasa olmayan yerde,
adaletsizlik olmaz. Savaşta zor ve hile iki kardinal erdemdir. Adalet ve
adaletsizlik bedenin ve zihnin yetileri değildir. Eğer öyle olsaydı, onlar,
dünyada tek başına olan bir insanda da, duyuların ve tutkuların olduğu gibi,
olurdu. Onlar, toplumda olan insanlarla ilişkili niteliklerdir, tek başına
olanlarla değil.”
Hobbes bu yönelimiyle kendinden yüz yıl önce Machiavelli’nin
başlattığı toplum ve siyaset felsefesini dünyevileştirme eylemini doğayı da
kapsayacak şekilde genişletmiştir. Bunu herhangi bir teolojik kavrama ya da
kategoriye başvurmadan yapmıştır. Böylelikle o, insanın bütün dünyasını dünyevi
araçlarla açıklamaya girişmiş büyük “mekanik materyalist” bir filozoftur. Hobbes,
bu cesur girişimi nedeniyle sonraki yüzyılların toplum ve siyaset felsefesini bugüne
kadar derinden etkilemiştir.
Hobbes’un felsefi sistemini, insanın bütün
dünyasını, evreni ve doğayı, evrene bakışını, duygu ve düşünce dünyasını,
manevi değerlerin kaynağının ve neliğinin açıklamasını bir bütün olarak dünyevi
bir bakıştan hareketle temellendirmeye yöneldiğini göstermek çok zor değildir.
Bunun için, bütün sistemin farklı boyutlarını bir arada tutan “doğuştan ideler”
düşüncesi karşısında sergilediği ilkesel gerçekçi epistemolojik duruşu göz
önüne getirmek yeterlidir. Fakat burada soruya daha çok Hobbes’un insan
düşüncesi, toplum ve devlet felsefesi çerçevesinde sergilediği kuramsal tutuma bakarak
değinmek istiyorum. Bunun aynı zamanda Yeniçağ ve Modernlikte toplum ve devlet kuramcılarının
nasıl çalıştığına da açıklık getireceğini umuyorum.
Hobbes, insan ilişkilerine dair açık ve seçik
çözümlemeleriyle tanınan bir 17. yüzyıl materyalist filozofudur. Radikal iddiaları
nedeniyle hem son derece itici hem de cezbedici bir düşünür olarak görülmüştür. Birbirine neredeyse taban tabana zıt
yorumcuların hem saldırılarına maruz kalmıştır hem de dostane sempati
duygusuyla kucaklanmıştır. Fakat hemen herkes, C.
B. Macpherson’ın deyimiyle, onun hiç “hoş olmayan devlet kuramı” karşısında bir rahatsızlık
duyar. Bu, neredeyse herkesin şimşeklerini üzerine çeken teorik duruşundan
kaynaklanır. Fakat bu konuda Hobbes’un yeterince anlaşılmadığı kanısındayım.
Zira kanımca Hobbes’a ilişkin duyulan bu rahatsızlık,
daha çok, onun son derece itici olan devlet ve toplum kuramının, neyin kuramı
olduğu konusunda çoklukla yeterince açık bir fikre sahip olunmamasından kaynaklanmaktadır.
Hobbes’un ortaya koymuş olduğu devlet
ve toplum felsefesini, gerek büyük teorik sorular gerekse pratik sorunlar için verimli
kılabilmek adına, öncelikle onun ortaya koyduğu kuramla ne yapmak istediği sorusuna
açıklık getirmek gerekmektedir.
Hobbes’un toplum ve devlet kuramının fantezide türetilmiş
bir “kötü insan” imgesi üzerine kurulu olduğu yaygın bir kanıdır. Böylelikle
onun fantastik bir toplum ve siyaset kuramı türettiği düşünülür. Bu genellikle onun kötü
insan düşüncesine ve “korkak bir adamın döneminin dengesiz siyasi koşullarına
tepkisine”
bağlanır. Döneminin güncel meseleleri
elbette her duyarlı filozof gibi Hobbes’u da etkilemiştir. Felsefi sistemini ortaya
koyduğu yıllarda bütün Avrupa’da yakın zamanda yaşanmış ve yaşanan iç ve dış savaşlar,
onun düşüncelerini derinden etkilemiştir. Fakat bundan hareketle Hobbes’un toplum
ve siyaset felsefesinin dönemin savaşlarına bir tepki olarak ortaya çıktığını
ileri sürmek, onun bir toplum ve siyaset felsefecisi olarak tarihsel anlamını
küçümsemek olur. Carl Schmitt gibi, insanlığa karşı suç işlemiş Nazi hareketinin
siyaset kuramcılarının yaydığı bu kanının maddi bir temeli yoktur. Hobbes’un temel
amacı, ne fantezide türetilmiş bir “kötü insan” düşüncesinden hareketle ne de döneminin
savaşlarının sunduğu karmaşa ve korku verici tabloyu temel alarak felsefi bir duruş
ortaya koymaktır. Hobbes, basit bir şekilde fantezisinde türettiği bir siyaset
antropolojisini temel alıp, bundan bir toplum ve devlet teorisi türetmemiştir. Tersine,
o, 17. yüzyılda artık iyice belirmeye başlayan modern toplumun bütünlüklü kuramsal
bir temsilini sunmaya çalışmaktadır. Kısacası; Hobbes, çağını düşüncede kavramaya
çalışmaktadır.
Hobbes’un kuramlaştırmaya çalıştığı topluma ister “sivil
toplum” diyelim, ister “burjuva toplumu”, isterse kapitalist toplum; bu, ele
aldığımız konu bağlamda çok büyük bir anlam sorunu yaratmayacaktır. Hobbes, modern
toplumun bütünlüklü kuramsal bir tablosunu sunma çabasıyla, Rönesans’tan beri
süren ve 19. yüzyılın başlarına kadar devam edecek, yani Hegel’in Hukuk Felsefesi’nde son ifadesini
bulacak olan modern toplumu ve devleti kavramlaştırma çabasının ilk akıl
emekçilerindendir. Konuya ilişkin Macpherson şöyle isabetli bir gözlemde bulunuyor: “Hobbes’un ahlaklılığı, temel olarak bir
burjuva ahlaklılığıdır. Eğer bu geriye doğru takip edilecek olursa, Hobbes’un,
bütün siyaset kuramını çıkardığı insan doğasına dair analizinin, gerçekte
burjuva insanının bir analizi olduğu görülebilir; onun psikolojik
çıkarımlarının dayandığı açık ve gizli kabullerin hepsi, tuhaf bir şekilde burjuva
toplumu için geçerlidir.”
Macpherson
devam ediyor ve belirlemesini daha da somutlaştırıyor: “Hobbes, insan doğasına,
büyük oranda Rönesans kapitalizminin daha eski topluma saldıran üst sınıflarının
üyeleri arasındaki sosyal ilişkilerin ürünü olan bir niteliği, soyut olarak atfetmektedir.”
Hobbes’un ileri sürmüş olduğu insan düşüncesini,
toplum ve siyaset felsefesini, gözlemle olduğu Rönesans kapitalizminin üst
sınıf üyelerinin düşüncelerinden, değerlerinden, değer yargılarından ve
aralarında oluşan insan ilişkilerinden soyutlayarak kazandığının ve bunu henüz
oluşmaya başlamış toplumun bütün ilişkileri için genelleştirerek sunduğunun en
iyi kanıtı, Leviathan’ın “Güç, Değer,
Gurur, Onur ve Değerlilik Üzerine” başlığını taşıyan 10. Bölümü’nde ortaya
koyduğu tablo, “piyasa toplumu” tablosudur. Hobbes, söz konusu bölümde, Adam
Smith’in, herkesin, var olabilmesi için satacak bir şeylerinin olması gerektiğini
düşündüğü, piyasa
toplumunda, insan da dâhil her şeyin alınıp satılana dönüştürüldüğü (metalaştırıldığı),
aynı zamanda güç anlamına gelen ekonomik değere indirgediği insan ilişkilerine dair
gözlemlerini şöyle sunuyor: “Bir adamın değeri
ya da KIYMETİ, her şeyden önce onun fiyatıdır”.
Gözlemine şöyle devam ediyor Hobbes: “yani gücünün kullanımı için verildiği
kadardır: ve bu nedenle mutlak değildir: fakat başka birisinin gereksinimine ve
değer yargısına bağlıdır.”
Biraz aşağıda gözlemlerini şöyle toparlıyor Hobbes: “Ve diğer şeylerde olduğu
gibi insanlarda da fiyatı belirleyen satıcı değil, alıcıdır. Zira bir adama,
hemen herkesin yaptığı gibi, kendi değerini en yüksek olarak belirletin; fakat onların
gerçek değeri başkalarının biçtiğinden fazla değildir.”
Hobbes burada tabloyu biraz genişletip piyasada fiyatların belirlenme
süreçlerinin bir kesitini betimlemektedir. Bu ise, Hobbes’un toplum ve devlet kuramını,
döneminin (Rönesans kapitalizminin) kuramı olarak anlamak için ileri sürülen
argümanları ayrıca güçlendiriyor. Şimdi artık yukarıda söylenenlerin ışığında
şu sonucu çıkarabiliriz: Hobbes, toplum ve devlet kuramında temellendirici işleve
sahip insan düşüncesine, insana dair bir takım fantastik türetmeler sonucu
ulaşmamıştır; tersine, toplum ve devlet kuramına, modern toplumun belirmiş olan
yapısal özelliklerine, ortaya çıkardığı insan tipine ve oluşturduğu insan
ilişkilerine dair gözlemlerinden hareketle genelleştirmeler yaparak ulaşmıştır.
Hobbes’un toplum ve devlet kuramını ortaya koyarken temel aldığı kavramlar, son
derece dünyevi gözlemlere dayanmaktadır ve görüldüğü gibi böylelikle Hobbes,
bütün bir insan düşüncesini, toplum ve devlet kuramını dünyevileştirmektedir.
Hobbes’un bu yönelimi, daha sonra gelişen bütün toplum ve devlet kuramlarına
temel oluşturmuştur.
2.
Hobbes’un adalet
kuramını dünyevileştirmesinin anlamı
Aydınlanmacılar, adalet düşüncesini, ahlak
teorisini, toplum ve devlet kuramını neden bir “ilahi” ya da “doğaüstü” güce
dayandırmıyorlar? Aydınlanmacı düşünürler, “ilahi adalet” düşüncesine neden
doğrudan saldırıp adalet düşüncesini teolojik çerçeveden kurtarmaya
çalışıyorlar? İnsanın doğayla, bireyin toplumla, halkın ve bireyin devletle
ilişkisini neden dünyevi gözlemlerden hareketle genelleştirerek açıklamaya yöneliyorlar?
Aydınlanmacı filozofların dünyevileştirme çabası ya tam olarak bilinmiyor ya da
–daha sıkça olduğu gibi- bilinçli olarak çarpıtılıyor. Dünyevileştirme
bağlamında Aydınlanmacılara yöneltilen en büyük suçlamalardan birisi, onların inanç
özgürlüğünü bastırmak istediklerine dairdir. Aydınlanmacılığın insanlık
tarihinde başlatmış olduğu dünyevileştirme yönelimi tam olarak ne anlama gelmektedir?
Yukarıda da gösterdiğim gibi, Aydınlanmacılık, özgürlükçü bir harekettir. Bu
hareket içinde özgürlükçü amacını örneğin Kant gibi sadece “düşünce özgürlüğü”
ile sınırlı tutanlar da vardır, Adam Smith ve Hegel gibi daha geniş bir
özgürlük kuramıyla çalışıp, bir bütün olarak insanlığın kurtuluşunu insanın
bütün ilişkilerini kapsayacak şekilde kuramlaştırmaya çalışan düşünürler de.
Fakat Aydınlanmacıların hepsi ilkesel olarak özgürlükçü düşünürlerdir. Bu,
Aydınlanmacı hareket içinde ilk bakışta en “itici” öğretiye sahip Thomas Hobbes
için de geçerlidir –ki bu iticilik aslında (yukarıda da gösterdiğim gibi) en
başta onun teorisinde ifadesini bulan modern insanının içinde bulunduğu durumun
kendisinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Aydınlanmacıların amacı, inançları
bastırmak değildir. Tersine, Aydınlanmacılığın amacı her bakımdan vicdan
özgürlüğünü bütün insanlık çapında perspektifsel olarak yavaş yavaş tesis
etmektir. Zira “vicdan özgürlüğü” talebi, insanlığın gündemine ilk defa Aydınlanmacılığın
mirasçısı olduğu Reformasyon hareketi tarafından taşınmıştır –ki bu kavram,
yaygın kanının tersine sadece inananın değil, aynı zamanda düşünenin, (neye
inanırsa inansın) inananın ve (nedeni ne olursa olsun) inanmayanın özgürlüğünü de
aynı anda kapsamaktadır. Bu kapsamlı özgürlük projesi, ancak tam anlamıyla
dünyevi bir kuram çerçevesinde temellendirilebilir ve bütün insan ilişkileri tam
anlamıyla dünyevi bir ilke üzerine tesis edilebildiği oranda mümkün olur. Rönesans
ile başlayan ve Aydınlanmacılıkta ilk üst uğrağına ulaşan dünyevileştirme
yöneliminin kısaca anlamı ve amacı budur.
Bu kapsamlı
özgürlükçü yönelim, Aydınlanmacı hareketi, adalet kuramı çerçevesinde insanı etkin,
kendi “kaderini” kendisi belirleyen, kendi aklı ve vicdanıyla davranan aktif bir
özne olarak kavrama çabasına götürür kaçınılmaz olarak. Zira eğer dünyanın
düzeni “ilahi adalet” düşüncesi çerçevesinde iddia edildiği gibi önceden
belirlenmiş olsaydı, ona karşı gelinemezdi, ona karşı yapılacak bir şey
olamazdı. Yani eğer yeryüzündeki adalet insan tarafından tarihsel olarak değil
de; iddia edildiği gibi gerçekten “ilahi bir güç” tarafından belirlenmiş
olsaydı, herkesin kendi kaderine razı ve kendi rızkına kayıl olması gerekirdi. Zira
ileri sürülen ilahi adalet düşüncesine göre teker teker herkesin dünyadaki yeri, ‘ilahi
adalet’ çerçevesinde kalıcı olarak çok önceden tanrı tarafından belirlenmiştir.
Bu durumda dünyanın düzeni de tanrı tarafından çok önceden belirlenmiştir.
Sonuç olarak herkes kendi payına düşen ile ıstıfıl olmak zorundadır. Fakat Aydınlanmacı hareket açısından dünyada toplumsal
düzenin yapıcısı da yıkıcısı da, kendi kaderinin yazıcısı da bozucusu da (keyfi
olmamakla birlikte) insandır. Hume, “adaletin kuralları, yapaydır, fakat onlar, keyfi değildir”
derken buna işaret eder.
Thomas Hobbes, toplum
ve devlet kuramı çerçevesinde bu temel ilkeden hareket etmektedir. Hobbes’un
toplum ve siyaset kuramının şimdiye kadar tam olarak görülmediğini düşündüğüm
en güçlü yanlarından birisi, tam da budur: Bazı seçkinleri (örneğin mülkiyet
sahiplerini) ya da bir inanç cemaatini (örneğin Hıristiyanları ya da
Müslümanları), bir kültür ya da ulusu değil de insanı, dünya düzeninin kendi gereksinimlerine göre sürekli
değiştirici, dönüştürücü ve yeniden kurucu öznesi olarak ortaya koymuş
olmasıdır. İnsanın toplum ve devlet kuramı çerçevesinde kendi kaderinin
yaratıcısı olarak ortaya konabilmesi için en başta iki büyük kuramsal engelin
aşılması gerekmektedir. Bunlar, eşitlikçi adalet kuramcısı Hobbes açısından, kronolojik
olarak efendi-köle ilişkisini temellendiren Aristotelesçi doğa hukuk kuramı ve “tanrının
seçkinleri”nin adaletini temellendiren “ilahi adalet” tasavvurudur.
Hobbes’un hem
Aristoteles’in doğal hukuk teorisine hem de “ilahi hukuk” anlayışına
saldırısının temelini “dokuzuncu doğa yasası” oluşturmaktadır. Hobbes, bu “doğa
yasası” çerçevesinde insanı “doğadan eşit” olarak tanımlar: “…her insan, öbürünü kendisinin doğadan eşiti
olduğunu kabul ediyor. Bu kavrayışın ihlali kibirdir.”
Dolayısıyla “salt doğal koşulda, kim daha iyi insandır, sorusunun yeri yoktur.
Orada (daha önce gösterildiği gibi) bütün insanlar eşittir. Şimdi var olan
eşitsizlik, sivil hukuk tarafından yerleştirilmiştir.”
O halde, insanlar arasında hüküm süren eşitsizlik bizzat insan ilişkilerinin
sonucudur. Bu eşitsizlik ne doğaya ne herhangi bir “ilahi kaynağa” gönderme
yapılarak temellendirilebilir ne de hüküm süren toplumsal eşitsizliklerin nedeni
olarak gösterilebilir. Bazı insanları efendi ve bazılarını köle yapan, yine insan
ilişkilerinin kendilerinden başka bir şey değildir.
Bilindiği üzere Aristoteles,
Politika adlı eserinde efendi-köle
ilişkisini doğal bir kurum olarak tanımlar. Aristoteles’e göre köle doğadan
köledir: “doğadan kendisinin olmayıp başka bir adamın olan, doğadan köledir”.
Aristoteles’in bu belirlemesini kendisinin de açıkça savunduğu normatif bir
belirleme olarak almak gerekir -ki bu onun ne kadar sıkı bir aristokratik bakış
açısına sahip olduğunu göstermektedir. Zira Aristoteles bu belirlemeyi yapmadan
önce konuya dair tartışmayı özetlemektedir ve bu bağlamda kölelik kurumunu
eleştirenleri aktarmaktadır. Şöyle betimliyor Aristoteles: “Diğerleri efendinin
köle üzerindeki tahakkümünün doğaya aykırı olduğunu ve köle ile özgür adam
arasındaki ayrımın sadece gelenekten kaynaklandığını ve bunun doğaya aykırı,
dolayısıyla adil olmadığını ileri sürüyor.”
Aristoteles, kölelik kurumunu tarihsel bir olgu olarak açıklamayı ret ederken ilk
Stoacılar arasında yeşeren ve sonra Epicurosçuluğa da temel oluşturan doğa
hukuku geleneğine saldırmaktadır. Böylelikle Aristoteles, örneğin Cicero gibi bazı
geç Stoacılar ve Skolastikler tarafından farklı bir biçimde devam ettirilen seçkinci
(elitist) doğa hukuku kuramını
temellendiriyor. Buna karşın Hobbes, örneğin Elealı Zenon gibi Stoacılar tarafından
savunulmuş olan, fakat özellikle Epikurosçu gelenek içinde canlı tutulan özgürlükçü
ve eşitlikçi evrensel doğa hukuku geleneğinin mirasına sahip çıkıyor. Şöyle son
derece somut bir gözlemle başlıyor işe Hobbes: Aristoteles, “öğretisinin temeli
olarak, insanların bazılarını emretmek üzere –ki bununla daha bilge olanları
kastetmektedir (örneğin felsefesinden dolayı kendisinin böylelerinden olduğunu
düşünmektedir); diğerlerini ise hizmet etmek üzere daha değerli yapmaktadır
(bununla güçlü vücudu olanları, fakat kendisi gibi filozof olmayanları
kastetmektedir)”.
Hobbes, Aristoteles’in, insanlar arasındaki eşitsizliğin temeli ve kaynağı
olarak doğayı göstermesini akla ve deneyime aykırı, yani saçma buluyor ve bu
nedenle hemen saldırıyor Aristoteles’e:
“…sanki efendi ve köle insanların onayıyla
değil de zekâ farkı nedeniyle yerleştirilmiştir: bu sadece akla değil, aynı
zamanda deneyime de aykırıdır. Zira kendi kendine hükmetmek yerine başkaları
tarafından hükmedilmeyi tercih eden çok az aptal vardır: bilgelere kibirleri (…)
kendi aklına güvenmeyenlere karşı her zaman, zafer getirmemektedir. O halde,
eğer doğa insanı eşit yaratmış ise, bu eşitliğin kabul edilmesi gerekir. Yok,
eğer doğa insanı eşit yaratmadıysa, insanın barış koşullarına ulaşması, ancak
eşit şartlarda mümkündür (…) bu eşitliğin kabul edilmesi gerekir.”
Hobbes’un burada dillendirdiği, daha eski Rönesans
teorileri çerçevesinde yeniden canlandırılan eleştiri ve eşitlikçi yaklaşım,
tüm modern toplum kuramları için rehber olmuştur.
O halde, modern toplumu kuramsal olarak ortaya koyma çabalarının daha başında
eşitçilik vardır –ki bu aynı zamanda özgürlükçülüğün de doğum belgesini
imzalar. Zira bu iki kavram, bugün neoliberal ve neokonzervatif kuramlar
çerçevesinde iddia edildiğinin tersine, Aydınlanmacı filozofların gösterdiği
gibi, birbirini dışlamaz, tersine, birbirini tamamlar ve şart koşar.
Şimdi, Hobbes’un,
Aristotelesçi doğal hukuk kuramının temellerine yönelttiği saldırısını ayrıntılı
olarak ortaya koyduktan sonra, “ilahi adalet” teorisine nasıl saldırdığına
dönebiliriz. Aristotelesçi doğal hukuk kuramına saldırısı ayrıntılı olarak ele
alındığı için, “ilahi adalet” teorisine saldırısı nispeten kısa tutulabilir. Zira
Hobbes’un Aristotelesçi doğal hukuk teorisine saldırısı, hemen her bakımdan aynı
zamanda “ilahi adalet” teorisi için de geçerlidir. Aristotelesçi doğal hukuk
teorisi çerçevesinde temellendirilen “önceden belirlenme” (predestination) anlayışı ve aristokratik, seçkici ve pozitivist yaklaşım,
“ilahi gücü” kaynak gösteren ilahi adalet kuramı çerçevesinde de devam
etmektedir. Hobbes, Aristoteles’in doğa hukuku çerçevesinde temellendirdiği kölelik
kurumuna, aklı ve aklın yasalarını ileri sürerek saldırdığı gibi, ilahi adalet
teorisine karşı da, aklı ve aklın yasalarını ileri sürerek saldırmaktadır.
Şöyle der Hobbes: “Bu nedenle adalet, yani sözleşmeye uymak, aklın kuralıdır. O
bize, ne olursa olsun, yaşamımız için yıkıcı olan hiçbir şeyi yapmamayı
buyurur. Bu nedenle bir doğa yasasıdır.”
Buna karşın belki dünyada yaşamın muhafaza edilmesi için doğa yasasını yeterli
ve gerekli görmeyenler olabilir. Hatta “ölümden sonra ebedi mutluluğu elde
etmek için sözleşmeyi ihlal etmek, gerekli ve bu nedenle adil ve akla uygun”
olarak görülebilir. “Fakat insanın ölümden sonraki durumuna ilişkin doğal bilgi bulunmamaktadır; inanç ihlalinin
karşılığının ne olduğuna dair ise çok daha azdır; sadece doğaüstü bilgiye sahip
olduğunu söyleyenlere, ya da o bilgilere sahip olduğunu söyleyenleri tanıdığını
söyleyenlere olan inanca dayanmaktadır; inanç ihlali, aklın ya da doğanın algısı
olarak adlandırılamaz.”
Görüldüğü gibi
Hobbes, doğaüstü ya da ilahi bir güce dayandırılan adalet düşüncesinin bilimsel
herhangi bir temelinin olmadığını, bunun aklın ilkelerine de
dayandırılamayacağını ve akıl yoluyla da açıklanamayacağını ileri sürmektedir. Hobbes’un
Aristotelesçi doğal hukuk kuramına ve ilahi adalet düşüncesine saldırısı, “eski
dünya”nın bütün güçlerini karşısına alan topyekûn bir saldırıdır. Zira kuramsal
olarak yepyeni bir dünya görüşü ortaya koymak ve buna dayalı olarak dünyayı
yepyeni ilkeler temelinde yeni baştan kurmak istemektedir. Bu nedenle Samuel
Sorbière’e yazdığı bir mektupta, geliştirmiş olduğu siyaset kuramını, “hemen
herkesin düşüncesine saldıran bir siyaset kuramı”
olarak tanımlıyordu haklı olarak.
Hobbes’un, ister doğa
hukuku geleneğinde olsun, ister ilahi adalet düşüncesi geleneğinde olsun,
önceden belirlenim iddiasını kabul etmesi mümkün değildir. Her iki düşünce de, mevcut
toplumsal düzenin, insanların herhangi bir katkısı olmadan onlar için (doğa ya
da tanrı tarafından) oluşturulduğu ve oluşturulmuş olanın da (buna ister “doğal”
ister “tanrısal” diyelim) iyi olduğu (pozitivizm) ilkesinden hareket
etmektedir. Dolayısıyla insanlar için önceden oluşturulmuş olanın, onların hiçbir
şekilde erişemeyeceği, kendi güçlerinin dışında olan bazı güçler tarafından kurulmuş
olanın ve kontrol edilenin, onların denetiminde olması mümkün değildir. Eğer insanlar
kendi koşullarına hâkim olamaz ise, bu, tam da Hobbes’un “insanlığın doğal
durumu” başlığı altında betimlediği “her adamın her adama karşı”
savaş yürüttüğü bir duruma yol açacaktır. Hobbes ise, tam da bunun karşısında, toplum
ve devlet kuramı çerçevesinde, toplumsal yaşamın kaçınılmaz olarak oluşturduğu güçleri,
insanın bizzat kendisinin yaratacağı/yapacağı bir toplumsal düzen çerçevesinde
denetim altına almanın zorunlu olduğunu ve insanların da aslında kaçınılmaz
olarak bunu yapmaya çalıştığını göstermek ister. Unutmayalım ki; Hobbes’un toplum
ve devlet kuramında doğa durumundan çıkıp sivil duruma geçişte taşıyıcı araç
işlevi gören toplum sözleşmesini temellendiren, böylelikle de bir bütün olarak
toplumsal yaşamı kurucu işlevi gören “ilk ve temel doğa yasası” -ki bu
diğerlerine de kaynaklık eder-, aynı zamanda “aklın genel kuralıdır”.
Yani söz konusu yasalar doğa yasaları olsalar da; insan aklının bulup ortaya
çıkarması ve temellendirmesi gereken yasalardır. Şimdi tekrar Hume’un adalet
kuramını tartışırken “doğal erdem” ile “yapay erdem” arasında yapmış olduğu
ayrıma dönebiliriz. Hume’un, adaleti doğadan gelmeyen (non-natural) ve bu nedenle de ilahi de olmayan, insanın yaptığı ve yıktığı
anlamında, insanın kendisinin yaptığı anlamında yapay erdem olarak
tanımlamasının arkasında, Hobbes’un burada sergilediğimiz teorik çözümlemeleri
yatmaktadır denebilir pekâlâ.
IV.
Adalet konusunda aydınlanmacı
harekette büyük yarılma
Dünyada insanın bütün ilişkilerinde hem kuramsal bir
soru hem de pratik bir sorun olarak karşımıza çıkan adalet meselesi, ancak
düşüncenin dünyevileştirilmesinden sonra tam anlamıyla kuramlaştırılabilirdi. Yazının
bu bölümünün başlığında duyurulan “büyük yarılma” da kendini bu bağlamda göstermektedir.
Günlük hayatta insanlar arasındaki sıradan sohbet ve tartışmalarda da gözlenen
bu büyük yarılma, Aydınlanmacı düşünürlerin modern toplumun ilişkilerini ve
kurumlarını adalet kuramı çerçevesinde kurgularken oluşmaktadır. Burada söz
konusu olan iki zıt çıkış noktası ve temel alınan iki zıt ilke vardır. Bir
tarafta aklı, aklın yasasını ve yargısını, başka bir deyişle vicdanın adaletini
temel alan yaklaşım vardır. Bu duruş, vicdan hukukunu ve akıl yargısını temel
alan ereksel yaklaşım olarak da tanımlanabilir. Diğer tarafta ise, özel
mülkiyetin ve mülkiyet kurumlarının korunmasını temel alan yasa koyucu olarak sadece
devleti tesis etmek isteyen pozitif yasacı yaklaşım vardır. Bu yaklaşım, adalet
düşüncesini, özel mülkiyet kurumunu yasalar çerçevesinde teyit eden pozitif
hukuk adaletini temel ve çıkış noktası seçerek kuramlaştırmaya çalışmaktadır.
Bu nedenle bu yaklaşıma özel mülkiyet kurumunu ve pozitif hukuk yargısını temel
alan pozitivist-yasacı yaklaşım da denebilir. Aydınlanmacı hareket içinde
şekillenen bütün adalet kuramları, farklı biçimde birbirine zıt olan bu iki
temel duruş arasında ve etrafında şekillenmiştir denebilir.
1.
Büyük yarılmanın konusuna ilişkin Kant’ın bir gözlemi
Yukarıda anılan iki hukuk sistemi arasındaki
ilişkiyi, farkı ve hatta çelişkiyi, Immanuel Kant, Metafizik der Sitten (Örf ve
Adetlerin Metafiziği) adlı eserinde şöyle betimler: “Erdem yükümlülüğü, pozitif
hukuk yükümlülüğünden özü itibariyle şu bakımdan farklılaşmıştır: Hukuk
yükümlülüğü için bir dış zor, ahlaksal olarak mümkündür; fakat erdem
yükümlülüğü yalnızca özgür öz-zor üzerine temellenmiştir.”
Pozitif hukuk
yargısının geçerliliğini ve yaptırımını garanti etmek için, gerekirse zora
başvurma yetkisi ve gücü olan bir kuruma gerek duyulduğu, genel kabul gören bir
düşüncedir. Kant burada söz konusu kurumun, pozitif hukukun hak öznesine
(yurttaşa) yüklediği ödevin yerine getirilmesi için gerekirse dış zora başvurabileceğine
ve bunun da ahlaksal açıdan savunulabileceğine işaret etmektedir. Buna karşın vicdan
hukukundan kaynaklanan erdem yükümlülüğünün garantisi söz konusu olduğunda, zor,
hak öznesine yani kişiye içseldir. Diğer bir deyişle pozitif hukukun adaleti ile
ilgili olarak, hak öznesinin gerekirse dış güç tarafından zorlanması söz
konusuyken; vicdan hukukunun adaleti söz konusu olduğunda zoru uygulayacak kurum,
hak öznesinin kendisinden başka bir kimse değildir. Burada söz konusu olan zor,
hak öznesinin kendisinin kanaatinden, karakter ve irade gücünden başka bir
şeyden kaynaklanmamaktadır. Bu durumda geçerli olan elbette gönüllülük ilkesidir.
O halde, pozitif hukuk kurumu, dış zora başvurduğu için “negatif özgürlük”
ilkesini temel alırken; vicdan hukuku ilkesel olarak “pozitif özgürlük”
ilkesini temel almaktadır. Kant’ın işaret etmiş olduğu bu iki adalet kurumu
arasındaki temel ayrım budur. Günlük dilde ve hayatta da yansımasını bulan bu
ayrım, Aydınlanmacı filozoflar arasında büyük bir yarılmaya yol açmıştır.
2.
Adalet kuramına vicdan hukukunu ve aklın yargısını temel alan
Descartes’ın ereksel yaklaşımı
Vicdan hukukunu ve akıl yargısını temel alan ereksel
yaklaşım, Aydınlanmacı hareket içinde ilk olarak Descartes tarafından ifade
edilmiştir denebilir. René Descartes, Felsefenin
İlkeleri adlı esrine yazdığı “atıf yazısı”nda (Epistola Dedicatoria) vicdan hukukuna ve akıl yargısına dayanan
adalet düşüncesini, erdemli bir insan betimlemesinde şöyle ifade eder: “Aklını
gücü yettiği ölçüde her zaman iyi kullanabilen ve tüm işlerinde en iyi olduğuna
inandığı şeyi yapmak için sağlam ve kalıcı iradeye sahip olan bir kimse,
doğasının elverdiği oranda, gerçekten bilgedir; ve yalnızca bundan dolayı adalet, yüreklilik ve ölçülülük
erdemlerine ve diğer tüm erdemlere sahiptir…”
Descartes, burada yaptığı
erdemli insan betimlemesinde insanın belli başlı yetilerini son derece ilginç bir
şekilde, birbirini destekleyen, birbirini hem karşılıklı hem de biri hepsini
hepsi birini şart koşan bir şekilde bir araya getirir. Onun bu ilkesel
yaklaşımı, Ruhun İhtirasları
adlı eserine de temel oluşturur: Akılını elinden geldiğince “her zaman iyi
kullanan”, yani düşüncesine ve davranışlarında her zaman aklın ilkelerini temel edinen, aklın ışığında en iyi olduğu kanısına
vardığı şeyi düşünmek ve yapmak için gerekli medeni cesareti (ki akıl bunu emretmektedir) gösterebilen, bütün
işlerinde aklın ilkelerinin ışığında en iyi olan olarak belirlenenin en iyi bir
şekilde hayata uyarlanması için gerekli kalıcı ve dirençli iradi güce sahip olan insan, Descartes’ın gözünde, bilge insandır. Bu
ise erdemli; yani adil, cesur, ölçülü ve başka bütün erdemlere sahip olmanın
önkoşuludur. O halde, Descartes’a göre adil insan olabilmek için, bilge olmak gerekmektedir
ve bilge olabilmek için de aklını kullanma konusunda gerekli medeni cesareti ve
iradi gücü gösterebilmek şarttır. Fark edildiği gibi burada bilgelik ve aklını
kullanma gücü, adil olmanın hem önkoşulu hem de kaynağıdır.
3.
Thomas Hobbes, pozitif hukuk ve özel mülkiyetçi adalet tanımlaması
Thomas Hobbes, modern toplumu, henüz başlangıç
aşaması sayılabilecek Rönesans döneminde görülebildiği kadarıyla, bütün
ilişkileri, kurumları ve çelişkileriyle betimlerken soğukkanlı bir tablo
sunmaktadır. Bu son derece soğukkanlı-gerçekçi betimleme (ki bu, yukarıda
işaret ettiğim gibi, insanlık halini Yeniçağda ilk anlama, betimleme ve
açıklama çabalarındandır), bir toplum ve devlet kuramcısı olarak Hobbes’un asıl
gücünü göstermektedir. Bugün açısından bakan birisi için, Hobbes’un modern
toplumun sorunlarına dair yapmış olduğu çözüm önerileri son derece naif ve sorunlu
gözükebilir. Fakat 19. Yüzyılda örneğin Marx gibi düşünürlerin ürettiği köklü çözüm
önerilerini, Hobbes’tan 17. yüzyılda beklemek, kuramın da zorunlu olarak ancak
tarihsel olabileceği gerçeğini göz ardı etmek anlamına gelir. Diğer taraftan,
örneğin Nietzsche’nin 19. yüzyılda ve Heidegger’in 20. yüzyılda toplum ve
siyaset felsefesi çerçevesinde yaptığı gibi, Hobbes’un 17. yüzyılda modern
toplumun yapısal sorunlarına ilişkin yaptığı çözüm önerilerini, ilkesel olarak
tekrarlamak, naif olmaktan öte son derece gericidir. O halde konumuz bağlamında
da Hobbes’tan en başta öğrenilecek şey, modern toplumun adalet ilişkilerinin ve
kurumlarının soğukkanlı bir gözle betimlenip ortaya konmuş olmasıdır.
a.
Thomas Hobbes’ta adalet kavramının tanımının içeriği ve
biçimi ilgilendiren yanları
Hobbes, kendine has adalet kuramını ortaya koyarken izlemiş
olduğu yöntem, bazı yorumcularda Hobbes’ta “içeriksel” (material) bir adalet kavramı tanımı olmadığı, dolayısıyla sadece
biçimsel (formal) bir tanım olduğu izlenimi uyandırmıştır.
Bu, kanımca yanlış izlenim, Hobbes’un, adalet tanımını yaparken, bunu, aslında
biçimsel bir kurum olan toplum sözleşmesiyle doğrudan ilişkilendirmiş
olmasından kaynaklandırmaktadır. Oysa Hobbes’un adalet kavramına dair tanımının
hem içeriksel hem de biçimsel bir boyutu vardır. Her şeyden önce, toplum
sözleşmesi, kendinde bir amaç değildir; tersine, o, doğa durumundan çıkıp, toplumsal
varlığı ortaklaştırmak üzere kurulmak istenen, toplum durumuna ulaşmak için başvurulması
önerilen biçimsel bir araçtır.
Hobbes’un önerdiği
toplum sözleşmesi, neredeyse bütün temel toplumsal ve siyasi ilişkileri
düzenlemek üzere geliştirilip önerilmiş olsa da, ilkesel olarak bir araçtır, toplumsal
yaşamı, bazı ilkeler çerçevesinde mümkün kılmak için, herkesin herkesle
imzalaması gerektiği düşünülen bir sözleşmedir. Sözleşmeler doğaları gereği
içeriksel olanı, yani maddi olanı biçimsel olarak teyit etmek amacıyla yapılırlar.
Hobbes, adalet kavramını tanımlarken bu iki boyutu birden dikkate alır. Hobbes,
içeriksel adalet tanımını da toplumun ortak yaşamının amacını belirlediği
bağlamda yapar. Fakat Hobbes Leviathan’da
formal tanım ile içeriksel tanımı sunarken, mantıksal sıralamada önceliği formel
tanıma verir. Yani yapılan toplum sözleşmesine uymayı, adaletin gereğini yerine
getirmek olarak tanımlar. Bu nedenle, yorumcular, Hobbes’ta içeriksel tanımın
olmadığı yanılgısına düşer. Oysa Hobbes’un önerdiği toplum sözleşmesinin, yani
sözleşme aracılığıyla kurmayı önerdiği toplumun ortak yaşamına anlam vereceğini
düşündüğü maddi bir içerik vardır. Yakından bakalım. Şöyle diyor Hobbes: “…adalet
herkese kendisinin olanı sürekli olarak vermek iradesidir. Bu nedenle, kendisinin
olanın, yani mülkiyetin, olmadığı yerde, adaletsizlik de yoktur…”
Burada Hobbes’un, adaleti, herkese kendi mülkiyetini vermek olarak tanımlaması
bile onun salt formal bir adalet kavramına sahip olmadığını, tersine, aynı
zamanda içeriksel bir adalet kavramına sahip olduğunu göstermeye yeter. Fakat savımı
daha güçlü bir şekilde temellendirmek için bir pasajı daha aktarmak istiyorum. Hobbes,
yapılan sözleşmeye uymanın, adaletin gereğini yerine getirmek olduğunu en çok
vurguladığı durumlarda bile, sanki meselenin sadece biçimsel bir mesele
olmadığını göstermek istercesine, önermiş olduğu sözleşmenin materyal bir içeriğinin
de olduğuna sıkça işaret etmekten geri durmaz. Hobbes Leviathan’da şöyle ilginç bir belirlemede bulunur: “Bu nedenle,
adil-olanın ve adil-olmayanın adlarından söz edilebilmek için, ahit
sahiplerinin uymamakla elde etmeyi beklediklerinden daha büyük bir cezanın
korkusuyla, insanları ahitlerini ifa etmeye eşit olarak zorlayacak ve terk
ettikleri evrensel hakkı telafi etmek üzere karşılıklı sözleşmeyle edindikleri mülkiyeti koruyacak bir zorlayıcı güç
gereklidir; ve devletin kurulmasından önce böyle bir güç yoktur.”
Sanırım bu pasajdan sonra artık Hobbes’un
adalet kavramının sadece formel bir tanım içermediği apaçık ortaya çıkmıştır: sözleşmeyi
yapanlar, sözleşmeye uymakla aslında hem özel mülkiyet kurumunu hem de devletin
öncelikli işlevini içselleştirmiş oluyorlar. Böylelikle aynı zamanda adalet
kurumunun hem biçimsel hem de içeriksel gereklerini yerine getirmiş oluyorlar. O
halde; Hobbes’un adalet kavramına dair tanımı, sadece biçimsel değildir. Tersine,
onun adalet kavramına dair tanımında, içeriksel tanım, biçimsel tanıma temel
oluşturmaktadır.
b.
Thomas Hobbes’un adaletin
neliğine dair yaptığı tanım önerisinin anlamı
Hobbes’un tasavvur ettiği toplum sözleşmesinde
toplumsal yaşama ilişkin birkaç farklı amacın bir arada tanımlandığı pekâlâ
ileri sürülebilir. Bugün açısından uyuşmaz gözüken iki amaç, Hobbes’un toplum
sözleşmesinde birbiriyle içsel olarak ilişkilendirilir. Bunlar: birincisi; toplumsal barışın sağlanması
ve yaşamın olumlanması; “birinci ve temel” ve ikinci doğa yasalarının içeriği
kanımca budur; ikincisi; yukarıda da gösterdiğim gibi,
barışı sağlamayı ve yaşamı olumlamayı amaç edinen birinci ve ikinci doğa
yasası, üçüncü doğa yasasına kaynaklık eder. İlk iki doğa yasasının bir yerde
doğal sonucu olarak ortaya çıkan üçüncü doğa yasası, yaşamın olumlanması ve
barışın tesis edilmesi için özel mülkiyetin gerekliliğini temellendirmeyi ve
herkesin ortak gücünün toplamından daha güçlü olarak kurulacak “sivil güç”
tarafından korunmasının gerekli olduğunu göstermeyi amaçlar. Zira Hobbes’a göre, “…ortak
varlığın (commonwealth) olmadığı
yerde hiçbir şey adalet dışı olmaz. Böylelikle adaletin özü, ahitlerin geçerliliğini
muhafaza etmektir: fakat ahitlerin geçerliliği, sadece insanları onlara uymaya
zorlayacak yeter sivil gücün oluşmasıyla başlar: ve peşinden mülkiyet de
başlar.”
O halde, toplum,
mülkiyetin, yani senin olan ile benim olan arasındaki ayrımı teyit etmek için
kurulmak istenmektedir. Bu nedenle barışı tesis etmek ve yaşamı olumlamak için
sözleşmenin imzalanmasıyla oluşacak olan toplum (commonwealth), yapılacak sözleşmelerin ve anlaşmaların
geçerliliğini sağlayacak ve böylelikle mülkiyet kurumunu (“senin olan” ile
“benim olan” arasındaki ayrımı) muhafaza edecektir. Ancak bunun sonucu olarak adalet
kurumu da tesis edilmiş ve korunmuş olur. Hobbes’a göre, kurulacak olan commonwealth’in temel amacı, yukarıda
betimlediğim iki amacın (yaşamı olumlayan toplumsal barışın tesis edilmesi ve özel
mülkiyet kurumunun muhafaza edilmesi) bir araya getirilmesinden oluşmaktadır.
V.
David Hume’un “negatif ütopyası”, Adam Smith’in “doğal
adalet” yönünde perspektif dönüştürmesi
Yukarıda sergilediğim gibi, “adalet nedir?” sorusuna
yanıt arayışı Aydınlanmacı hareket içinde büyük bir yarılmaya sebep olmuştur. Bir
tarafta “benim” ve “senin” ayrımını temel alıp, bunu pozitif hukuk çerçevesinde
“negatif özgürlük” ilkesinden hareketle kurumlaştırmaya çalışan Hobbes (bu
konuda Locke ve Hume, neredeyse birebir Hobbes’u takip eder); diğer tarafta vicdan
hukukunu ve yargısını temel alan ve bunu aklın ilkeleri çerçevesinde ereksel açıdan
formel bir çerçeveye oturtup tanımlamaya çalışan Descartes vardır. Kant, bu
büyük yarılmada kendisini bir sentezci olmaktan çok başarısız bir uzlaştırıcı
olarak ortaya koyar. Örneğin Örf ve
Adetlerin Metafiziği’nde (Metafizik
der Sitten’de) sergilemiş olduğu kuramsal tutum çerçevesinde, Salt Aklın Eleştirisi’nde “Karşıtlar” (Antinomien; Antinoms) bölümünde yaptığı gibi, iki farklı duruşu tanımlayıp, bunları
yan yana koyarak bırakmıştır. Bu büyük yarılmada David Hume, yukarıda ortaya koyduğum gibi, “benim” ve
“senin” ayrımını mutlak bir gereklilik olarak kabul ettiği için, kendisini açıkça
pozitif hukuk kuramcılarının yanında belirlese de; kanımca aynı zamanda, onun
adalet kuramını yorumlayanların bugüne kadar yeterince dikkate almadığı, fakat
Hume’un muhtemelen İnsan Doğası Üzerine
adlı eserine yönelen eleştiriler özellikle de Adam Smith ile yürüttüğü özel
tartışmalara tepki olarak Inquiry’de
dillendirdiği ütopyacı bir yan da vardır. Gerekçeleriyle aşağıda
temellendireceğim gibi, Hume’un sergilemiş olduğu bu ütopyacı tutum, “şüpheci” ya
da “negatif ütopya” olarak da tanımlanabilir. Adam Smith bu yarılmada kendini
sentezci bir filozof olarak belli eden diğer bir düşünürdür. Fakat Smith,
Kant’tan farklı olarak bir “antinomi” çerçevesinde iki karşıt duruşu tanımlayıp
yan yana koymak yerine, Hume’un negatif ütopyasını olumlu bir perspektif
çerçevesinde pozitif bir gelecek tasarımına dönüştürüyor. Böylelikle Smith bir
taraftan Hobbes ve Hume’un mevcut duruma dair tarihsel bakışını diğer taraftan Descartes’ın
perspektifini bütünlüklü bir toplum kuramı çerçevesinde bir araya getirip
sentezlemiştir denebilir. Ben bunu Hume’da olan şüpheci ya da negatif ütopyanın
Smith tarafından pozitif ve çok daha verimli bir perspektife dönüştürülmesi
olarak tanımlıyorum.
1.
David Hume’un şüpheci ya da negatif ütopyası
Thomas Hobbes’un yukarıda aktardığım belirlemesine
geri dönelim. Hobbes, 17. yüzyılın ortalarında “Herkesin herkese karşı
savaşının bir başka sonucu; mülkiyetin, egemenliğin, benim ve senin ayrımının
bulunmaması”dır
belirlemesini, sorunsuz bir belirleme olarak sunabiliyordu. Hobbes, benimki (mine) olan ile seninki (thine) olan arasındaki ayrımın, yani
özel mülkiyet kurumunun tespit ve teyit edilmesini, toplumsal barışın tesis
edilmesi için bir önkoşul olarak tanımlamış olmakla, özel mülkiyet kurumunun
kökenini ve nedenini açıklamış olmuyordu. Zira 18. yüzyıl filozofları açısından
Hobbes’un tanımlamış olduğu, mülkiyet ilişkilerinin özel mülkiyet kurumu
çerçevesinde düzenlenmesi gerektiğine dair perspektif, geçerliliğini olduğu gibi
korusa da; John Locke’un mülkiyetin ve özel mülkiyetin kökenini ve
gerekliliğini açıklama çabası, özel mülkiyet kurumunun kuramsal sorularını ile
pratik sorunlarını da açığa çıkarmıştır. Özellikle özel mülkiyet kurumunun gerekliliğini
savunmaya çalışırken Locke’un girişmiş olduğu toplumsal eşitsizliği savunma çabası,
modern toplumun da büyük yapısal sorunlarını ortaya seriyordu. Bu nedenle 18.
yüzyıl filozofları özel mülkiyet kurumunu ve buna dayalı toplumsal
eşitsizlikleri henüz hüküm süren feodal düzen karşısında gerekçelendirirken
bunu aynı zamanda bir sorun olarak da ele alıp ortaya koyma gereği
duymuşlardır. David Hume, özellikle Smith ile yürütmüş olduğu tartışmalardan
sonra, bu filozofların başında gelir. Bu nedenle Hume, Locke gibi emek kuramını
temel alarak mülkiyet ve özel mülkiyet kurumunun gerekliliğini savunmaya
çalışırken; bunu Locke gibi basit bir şekilde ileri sürmez. Tersine, özellikle
Adam Smith’in Ahlaksal Duygular Kuramı
(The Theory of Moral Sentiments)
eseri yayınlandıktan sonra, özel mülkiyet kurumunun gerekliliğini ve onunla
doğrudan ilişkili olan toplumsal eşitsizliği gerekçelendirirken, ikna edici
nedenler ileri sürme gereği duyar. İşte Hume, benim “şüpheci” ya da “negatif
ütopyacı” duruş dediğim duruşunu bu bağlamda formüle eder.
Hume’a göre, benimki
ile seninki arasındaki ayrım, kökeni doğanın belirlediği kıtlıktan
kaynaklanmaktadır. Eğer doğa, “insan soyuna bütün dış rahatlardan bolca” vermiş olsaydı, “her bireyin
gidermek istediği doymak bilmez gereksinimleri veya lüks tasavvurunun arzu
ettiği ya da istediği her şey”
neredeyse kendiliğinden karşılanmış olacaktı. Bolluğun olduğu yerde
mülkiyet kurumuna gerek kalmazdı, ve senin-benim ayrımı bir anlam ifade
etmezdi. “Bu durumda adalet, tamamıyla yararsız olacağı için, gereksiz bir
tören olurdu ve muhtemelen erdemler kataloğunda yeri olmazdı.”
Doğal olarak böyle bir “mutlu durumda her türlü diğer sosyal erdem serpilip
saçılır ve on kat büyür; fakat dikkatli, kıskanç adalet erdemi bir defa bile
hayal edilmezdi.”
Zira Hume’a göre bugün insanlığın içinde bulunduğu kıtlık koşullarında bile bol
olan şeyi ortak mülkiyet olarak bırakıyoruz. Bolluğun, dolayısıyla her şeyin
ortak olduğu durumda: “herkes (…) birbirleri
için ikinci kendisi olurdu, kıskançlık, ayrım, bölme olmadan herkes bütün
çıkarlarını herkesin takdirine bırakırdı. Ve bütün insan soyu tam bir aile
olurdu; orada her şey mülkiyete bakmadan ortak olurdu ve serbestçe kullanılırdı;
fakat aynı zamanda sanki bizim kendi çıkarımızı çok yakından ilgilendiriyormuş
gibi her bireyin bütün gereksinimleri de dikkate alınırdı.”
İşte burada Hume tam
da benim “ütopya” kavramı ile tanımlamaya çalıştığım toplumsal durumu
betimliyor. Ne var ki, Hume’a göre, doğadan ve insanın doğasından kaynaklanan
bazı ilkeler, böyle bir durumun oluşmasının önünde engeldir. Doğadan
kaynaklanan ilkeler kıtlığa işaret eder. İnsanın doğasından kaynaklanan ilke
ise, doğadan kaynaklanan kıtlık nedeniyle, insanın çalışarak özel mülkiyet
biriktirme zorunluluğuna işaret eder. Hume burada “bencil insan” tasarımıyla iş
görür. Doğası gereği bencil olan insan, emeği ile doğadan kazandığı şeyi doğrudan
özel mülkiyetine geçirmeye çalışır. Bu nedenle doğadan ve insanın doğasından
kaynaklanan ilkelerden dolayı kaçınılmaz olarak özel mülkiyet kurumu
oluşmaktadır. Madem insan, doğadan emeğiyle kazandığı her şeyi özel mülkiyetine
dönüştürmek zorundadır; o halde, adalet, yani seninkiyle (thine) benimki (mine) arasındaki
ayrım, yani özel mülkiyetin kurumsallaştırılması kaçınılmazdır, mutlaktır ve
ebedidir. Bu durumda adalet, kamu düzeni için mutlak olarak gereklidir. O
halde, “kamusal yarar, adaletin yegâne kökenidir…”
Doğadan ve insanın
doğasından kaynaklanan bu ezeli ve ebedi özel mülkiyet, buna dayalı olan ve kamusal
yararın da gerekli kıldığı adalet kurumu, herkesin diğerini kendisinin ikinci beni
olarak görmesini engellemektedir; herkesin
herkesi, kendisinin ikinci beni olarak görmesi şöyle dursun; tersine ilişkilerde
kıskançlık, paylaşım yerine ayrım ve bölme hâkimdir. Bunun kaçınılmaz sonucu
olarak da hiçbir bireyin gereksinimleri tam olarak dikkate alınamamaktadır. Kısacası;
doğadan kaynaklanan kıtlık sonucu “bütün insan soyu tam bir aile”
olamamaktadır. Görüldüğü gibi Hume, burada herkesin birbirini kendisinin ikinci
beni olarak görebilmesi ve bütün insanlığın kendisini bir aile olarak
kavrayabilmesi için bolluğu, mümkün olmayan bir ön şart olarak formüle ediyor. İşte
ben buna Hume’un “şüpheci” ya da “negatif ütopyası” diyorum.
2.
Adam Smith’in adalet kuramına getirdiği yeni bakış ve yarattığı
perspektif dönüştürmesi
Yazının bu bölümünde amacım, Adam Smith’in son
derece kapsamlı ve karmaşık adalet kuramını ortaya koymak değildir. Bu bölümün
amacı daha çok, onun, Hobbes’un adalet kuramı ile Descartes’ın adalet kuramını kapsamlı
bir adalet kuramı çerçevesinde tarihsel bir perspektifte nasıl bir araya
getirdiğini ve böylelikle Hume’un negatif ütopyasını nasıl tersine çevirdiğini,
diğer bir deyişle olumlu bir gelecek perspektifine nasıl dönüştürdüğünü
göstermektir.
Adam Smith’in, toplum
ve devlet kuramı çerçevesinde ortaya koyduğu adalet kuramı ile adalet üzerine kuramsal
düşünümde birçok bakımdan büyük bir tarihsel devrim gerçekleşmiştir. Bu elbette
adalet üzerine pratik düşünümü de doğrudan ilgilendirmektedir. Smith’in adalet üzerine
hem kuramsal hem pratik düşünüme getirmiş olduğu yeni bakış, onun tarihsel yaklaşımı
ile ilgilidir. Toplum, adalet kurumu da dâhil tüm olguları ve yapıları ile geleceği
de kapsayan tarihselliği içinde ele alınabildiği oranda tam olarak
kavranabilir. Bu nedenle Smith, adaletin hem kuramına hem de pratiğine tarihsel
yaklaşır. Bu yaklaşım ona hem Hobbes’ta olduğu gibi özel mülkiyet ilişkilerini
ve buna denk gelen pozitif hukuk sistemini hem de Descartes’ta olduğu gibi
bilgeliği ve aklı temel alan adalet kuramını –ki Kant, Örf ve Adetlerin Metafiziği’ınde bu iki kuramı yan yana koyar
(eserin bütün yapısı, neredeyse bu ikilem tarafından belirlenmiştir), kapsamlı
bir adalet kuramı çerçevesinde birleştirme ve tarihsel bir bakışta sentezleme
olanağı sunar. Smith, Hume’un negatif ütopyasını ancak bu çerçevede tersine
çevrilebilir.
Adalet kurumuna ve
kuramına tarihsel yaklaşım, Smith açısından adaleti, bütün kurumu ve kuramıyla,
ortaya çıkışı, gelişimi, dönüşümü ve gelişim eğilimi içinde ele almak demektir.
Bu nedenle Smith, adalet kurumunun kaynağını ve adalet kuramının konusunu, diğer
birçok filozofun yaptığı gibi soyut ve bütün tarihi kapsayacak bir şekilde basitçe
seninki olan ile benimki olan arasında bir ayrım (mülkiyet) olarak belirlemez. Tersine,
örneğin Hobbes ve Hume gibi özel mülkiyeti mutlak bir gereklilik olarak kavramak
yerine, özel mülkiyetin ortaya çıkışını, gelişimini, dönüşümünü inceler ve
gelecekte alabileceği ve alması gereken hal üzerine şeyin kendisine içkin olandan
hareketle düşünümlerde bulunur. Geliştirmiş olduğu tarih kuramı, buna hem temel
oluşturur hem de çerçeve sunar.
Bilindiği üzere Smith,
düşünce tarihinde aşamalı tarih kuramını ilk ortaya koyan düşünürlerdendir. Smith’e
göre toplumlar tarihinin gelişimi, birbirini takip eden dört farklı aşamada
olmuştur. Bunlar; “avcılar”
(ve toplayıcılar), “çobanlar”, “tarım”
ve “ticaret çağı”dır. Bu farklı aşamalar
arasındaki ayrıma temel oluşturan kıstas, toplumların yaşamını sağlama biçimleridir;
yani insanların yaşamlarını idame etmek için nasıl ürettiğidir.
a.
Sivil hükümet, sivil
yasa ve adaletin konusu
Smith,
mülkiyet ile hükümetin/devletin ve yasaların oluşumu arasında bir nedensellik
ilişkisi kurar. Aynı zamanda özel mülkiyetin oluşması anlamına gelen seninki ile benimki arasındaki ayrımla birlikte adalet kurumu ve her anlamıyla adalet
duygusu da oluşmaya başlar. Bütün bu ilişkiler yumağında kökensel ilk ve
belirleyici olan, mülkiyettir –ki Smith burada, hiçbir şeyi diğerine
indirgemeden son tahlilde belirleyen ve belirlenenleri tanımlamakla kendisini
bir diyalektikçi olarak belli eder. Şöyle der Smith: “Belirttiğim gibi, bütün
sivil hükümetlerin/devletlerin ilk ve asıl amacı, devletin yurttaşları arasında
adaleti korumaktır ve bireylerin haklarını aynı toplumun diğer bireylerinin
ihlal etmesini engellemektir. (…) Birisi, ne zaman hakkı olan ve diğerlerinden
haklı olarak talep edebileceği bir şeyden alıkoyulur ya da ona bir neden
olmadan zarar verilir veya yaralanırsa o zaman adalet ihlal edilmiştir.”
Bu pasajda Smith, hükümetin veya devletin
görevini, bireylerin haklarının birbirleri tarafından ihlal edilmesinin engellenmesi
olarak belirliyor. Burada kullanmış olduğu “hak” kavramına birbirini tamamlayan
iki farklı açıdan bakıyor. Kavramın ilk anlamında bireyin hakkının
kullanılmasının engellenmesi söz konusudur. Diğer anlamında bireyin hakkına
doğrudan saldırı söz konusudur. Smith’in hak kavramına aşağıda tekrar
döneceğim. Şimdi önce Smith’in yukarıda kullanmış olduğu adalet kavramını, burada
işaret ettiği daha önceki bir pasaja dönerek tam olarak belirlemeye çalışalım:
“Her hükümet/devlet sisteminin ilk ve asıl amacı, adaleti muhafaza etmektir; bir
toplumun üyelerinin birbirlerinin mülkiyetine tecavüz etmelerini ya da kendilerinin
olmayana şiddetle el koymalarını engellemektir. Burada amaç, her bir kişiye
kendisinin olan mülkiyetin emin ve barışçıl iyeliğini sağlamaktır.”
Smith burada Hobbes’tan Kant’a kadar neredeyse
bütün klasik modern filozofların kendinde geçerli kabul edip hükümetin/devletin
işlevine dair ileri sürdüğü iddiayı betimliyor. Devletin işlevi ve görevi “mülkiyetin
emin ve barışçıl iyeliğini” sağlamak ve böylelikle mülkiyet haklarını
korumaktır. Mülkiyetin emin iyeliği (söz konusu olan hep özel mülkiyettir) ve
mülkiyet hakkının korunması, toplumun üyeleri arasındaki ilişkilerin barışçıl
olmasının önkoşuludur. Bu yasalar ile mümkündür ve devlet, yasalara uyulası
için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür. Peki, mülkiyet nedir?
Mülkiyet ilişkisi, kalıcı ve sürekli yasal bir
iyelik ilişkisidir. Smith’e göre bu ilişki, ilk olarak çobanlar çağında
oluşmuştur. Avcılar ve toplayıcılar çağında iyelik ilişkisi kalıcı ve sürekli
değildir. Bu çağda insanın sahiplendiği nesneyle kurmuş olduğu iyelik ilişkisi,
doğrudan elinde bulundurduğu ve kullandığı zaman ile sınırlıdır. Söz konusu nesneyi elden
bıraktığı andan itibaren onunla kurmuş olduğu iyelik ilişkisi de biter. İnsanın
mülkiyet ilişkisi çerçevesinde nesneyle kurmuş olduğu ilişki, doğrudan elde
tutuyor ve kullanıyor olmaktan bağımsızdır. Mülkiyet ilişkisi çerçevesinde
nesneyle kurulan ilişki, diğerlerini, mülkiyet sahibinin izni olmadan onu
kullanımdan dışlar. Nesneyle mülkiyet çerçevesinde kurulan ilişki süreklidir;
aynı zamanda bu hukuksal bir ilişkidir. Bu nedenle alınıp satılabilir;
devredilebilir, hediye edilebilir, miras bırakılabilir. Zira mülkiyet, “bütün
başkalarını dışlayan bu bana ait olmalıdır” demektir. Mülkiyet hakkı,
mülkiyet nesnelerini kullanma konusunda “tekeller hakkıdır”. Kısacası; mülkiyet
sahibi, mülkünü somut olarak kullansın ya da kullanmasın, elinde bulundursun ya
da bulundurmasın, hâlihazırda ihtiyacı olsun ya da olmasın; o izin vermediği
sürece mülk nesnesini başka kimse kullanamaz. Bu nedenle toplumda “mülkiyet
bütün kavganın büyük kaynağıdır”. Bu nedenle adalet
kuramının konusu, “kavganın büyük kaynağı” olan mülkiyetin nasıl düzenleneceği
sorusuna bir yanıt bulmaktır. Adalet kurumunun görevi ise, toplumda mülkiyet
ilişkilerinden kaynaklanan kavgaların son bulması ve bir daha olmaması için
mülkiyet ilişkilerini iyi düzenlemektir. O halde, adalet kuramının konusu,
mülkiyetin düzenlenmesi, yani neyin ne kadarının kimin olduğuna karar vermek
için gerekli ilkeler geliştirmektir.
Burada Smith diğer klasik modern filozofların
Hobbes’tan beri ileri süregeldiği düşünceyi paylaşır. Fakat Smith’i diğer
klasik modern filozoflardan ayıran özellik, yukarıda da işaret ettiğim gibi, hem
geçmişe hem de geleceğe tarihsel yaklaşımıdır. Bu yaklaşım, felsefeye yepyeni
perspektifler açar.
b.
Mülkiyetin, devletin ve
yasaların tarihsel kökeni ve gelişimi
Toplumlar,
yaşamlarını sağlamak için, emekleriyle doğayı farklı biçimlerde işler ve edinirler.
Diğer bir deyişle toplumlar her çağda geçimlerini farklı biçimde sağlamıştır. Doğayı
edinme sürecinde, zamanla sürekli genişleyen ve karmaşıklaşan mülkiyet kurumu
ve ilişkileri oluşur; bununla birlikte hükümet/devlet ve yasalar da oluşmaya
başlar. Adalet kurumu da ancak bu çerçevede ve ilk olarak mülkiyetin ortaya
çıkmasıyla başlar. Tarih ilerledikçe karmaşıklaşan mülkiyet ilişkilerine göre
yasalar ve adalet kurumu da gelişir ve karmaşıklaşır.
Smith Hukuk
Felsefesi Üzerine Dersler (Lectures
on Jurisprudence)’de Tatarlar (Tartary)
arasındaki mülkiyet ilişkilerini Kuzey Amerika’da avcılık ile geçinen yerliler
arasında olan mülkiyet ilişkileri ile karşılaştırır. Tatarlar arasında
hırsızlık “doğrudan ölüm” (immediate
punishment)
ile cezalandırılır. Buna karşın Kuzey Amerika’da avcılık ile geçinen yerliler
arasında hırsızlık pek dikkate alınmaz (“theft is not much regarded”). Birbirinden tamamıyla
farklı bu iki kültürde hırsızlık konusunda neredeyse birbirinin tamamıyla zıddı
iki farklı ceza uygulanmasını Smith mülkiyet ilişkilerine işaret ederek
açıklar. Tatarlar “çobanlar çağı”nda yaşamaktadırlar ve yaşamlarını hayvancılık
ile idame ederler. Buna karşın avcılığın hâkim olduğu Kuzey Amerikalılar
arasında mülkiyet ilişkileri neredeyse hiç gelişmemiştir. Bu nedenle toplumun
bu çağında çok az yasaya ya da düzenlemeye gerek duyulur. Smith mülkiyetin oluşmasıyla
yasaların ortaya çıkmaya başlaması, dolayısıyla giderek adalet kurumunun
(cezalandırmanın) oluşması arasındaki ilişkiyi şöyle kurar: “toplumun böyle bir
çağında…daha az yasa ya da düzenleme gereklidir” ve “bunlar çok ileri gitmez
veya mülkiyetin tecavüzüne bağlı olan cezalandırma o kadar sert olmaz”. Smith, mülkiyet ile yasa
ve adalet (ceza) kurumu arasında
kurmuş olduğu bu nedensellik ilişkisini, gelişen ve karmaşıklaşan bir ilişki
olarak bütün çağlara uyarlar. Avcılar çağında mülkiyet ve dolayısıyla adalet
kurumunun çok gelişmiş olamayacağını belirttikten sonra şöyle devam eder Smith:
“Fakat koyun sürüsü ve küçükbaş hayvan sürüsü beslenmeye başlayınca, mülkiyet
de dikkate değer bir alana yayılır; insanların birbirlerine zarar verme olanağı
artar ve bu zararlar, maruz kalanlar için oldukça değerlidir. Bu aşamada çok
daha fazla yasa ve düzenlemelerin olması gerekir; sıklıkla olabilecek hırsızlık
ve soygunculuğun sonucu, en sert ceza olacaktır.”
Peki, tarımcılık çağında mülkiyet ilişkilerinde
durum nedir ve mülkiyet ilişkilerinde ne değişmiştir? Tarımcılık çağında mülkiyetin
konusu artık sadece evcilleştirilmiş diğer canlılar değildir. Buna yeniden
üretilen bitkiler ve toprak da eklenmiştir. Diğer bitkiler ve toprak doğrudan
hırsızlık ve soygunculuk konusu olamaz. Fakat yine de mülkiyetin konusunun ve
çapının genişlemesiyle “mülkiyetin sonlandırılması” (property may be interrupted) konusunda yeni yol ve yöntemler
eklenmiştir.
“Bu nedenle, yasalar o kadar sert olmasa da, sayıları koyun sürüleri çağında
olan bir ulusta olduğundan çok daha fazla olacaktır.” Ticaret çağında, -Smith
kapitalist toplum çağını bu kavramla betimler- “mülkiyetin nesnesinin büyük ölçüde
artmasıyla, yasaların da nispeten artması gerekir.” Teker teker birbirini
takip eden çağlara ilişkin bu gözlemlerde bulunduktan sonra Smith, bütün bir
insanlık çağını konu alan soyutlamadan hareketle bütün tarihi kapsayan son
derece ilginç genel bir belirleme yapar: “Herhangi bir toplum, ne kadar
gelişmiş olursa ve (ülkenin) sakinlerini destekleyen birçok farklı araçlar ne
kadar uzun süre taşınırsa, adaleti muhafaza etmek için ve mülkiyet hakkının ihlaline
karşı da o kadar çok sayıda yasaya ve düzenlemeye ihtiyaç duyulacaktır.”
Tarih ilerledikçe, insanın emeği aracılığıyla
doğayla kurmuş olduğu ilişkiler de sürekli değişir, genişler, derinleşir ve bütün
bunların sonucu olarak gittikçe karmaşıklaşır. Mülkiyetin nesnesi genişledikçe,
geliştikçe ve arttıkça, mülkiyet ilişkileri de gelişir ve karmaşıklaşır. Fakat
mülkiyet ilişkilerinin gelişmesi ve karmaşıklaşması, mülkiyetin nesnesinin
genişlemesi ve artması, dolayısıyla adaletin konusunun genişlemesi ve
karmaşıklaşması, toplumda aynı zamanda potansiyel olarak sürekli artan oranda
şiddet tehlikesini de içinde barındırır. Smith, Lectures on Jurisprudence (Hukuk
Felsefesi Üzerine Dersler)’de bu şiddet tehlikesinin nedenlerini ve
biçimlerini bütün insanlık tarihinde incelemeye çalışır. Fakat Ulusların Zenginliği kısa başlığı ile
anılan eserinde özellikle modern toplumun yapısal sorunlarını inceler.
Smith’e göre, modern toplum, kendisini her
şeyden önce herkesi bir nevi “tüccara” dönüştürmekle belli eder. İnsanların
modern toplumda varlıklarını sürdürebilmek için sürekli satacak bir şeylerinin olması
gerekir. Şöyle der Smith: “İşbölümü tam olarak oluştuğu zaman, insanın kendi
emeğinin ürünü, gereksinimlerinin çok küçük bir bölümünü karşılayabilir. O,
gereksinimlerinin çok daha büyük bir kısmını, kendi emeğinin ürününün kendi tüketiminin
üzerinde ve üstünde olan artı bölümünü, diğer insanların emeğinin ürününün gerek
duyduğu artı kısmı ile değiştirerek karşılar. Böylelikle her insan, varlığını
değiştirerek sürdürür ya da bir ölçüde tüccar olur ve toplumun kendisi de tam
olarak bir ticaret toplumu olur.”
Burada Smith, ticaret toplumunda herkese
kendisininkinin piyasada gerçekleşen değiş-tokuş üzerinden verildiğine işaret
ediyor. O halde, ticaret toplumunda bir bakıma adalet ilişkilerini de
şekillendiren değiş-tokuş üzerinden gerçekleşen ilişkilerin niteliğine bakmak
gerekmektedir. Görebildiğim kadarıyla Smith bu ilişkileri en az iki farklı
düzeyde inceliyor: bir; herkesin piyasalarda
elindeki metaları satmak üzere herkesle meta sahibi olarak piyasalarda kuruduğu
bireysel ilişkiler düzeyinde; iki; üretim
araçlarının mülkiyeti üzerinden şekillenen toplumsal yapı ve sınıflar (üretim
ilişkileri) düzeyinde. Smith’e göre, “ticaret toplumu”nda (commercial society) insan ilişkileri, hangi düzeyde ele alınırsa
alınsın, ilkesel olarak güç ve iktidar ilişkileridir.
Piyasalarda değiş-tokuş ilişkilerini
tanımlarken, Smith, onları “değişim gücü” (power
of exchange)
olarak tanımlar ve herkes buna sahip olduğu oranda piyasada var olan ilişkiler
üzerinde az ya da çok “hükmetme” gücüne sahiptir ve bu
gücüne göre de “zengin veya yoksuldur”. Zira ticaret toplumunda elde
tutulan “zenginlik”, güç ve iktidar (power) demektir ve birey, “insan
yaşamın gereklerini, rahatlıklarını ve eğlencelerini” az ya da çok bu gücüne
göre “tadar”
- Smith bu bağlamda açıkça Hobbes’u anmaktadır. Fakat, sadece piyasa düzeyinde
kalınırsa, ticaret toplumunda hüküm süren bu güç ve iktidar ilişkilerini, bütün
boyutlarıyla, kavrayamayız. Bu güç ve iktidar ilişkilerini bütün boyutlarıyla
kavrayabilmek için, üretim ilişkilerine de bakmak gerekmektedir. Zira “ticaret
toplumu” “sermayenin” bazı “özel kişilerin elinde biriktiği” bir toplumdur. Sermayeyi elinde
tutanlar, “çalışkan insanları” çalıştırmak üzere “doğal olarak” sermayesini işletir.
Bunu yaparken amacı elbette kâr edip sermayesini artırmaktır. Fakat bu durumda “çalışan
insanlar” (workmen) ile “efendiler” (masters) arasında üretim sonucu elde
edilen ürünün paylaşımı uğruna bir mücadele başlar: “çalışan insanlar, mümkün
olduğu kadar çok elde etmeyi; efendiler mümkün olduğu kadar az vermeyi ister.
Öncekiler ücretleri yükseltmek, sonrakiler düşürmek için birleşir.”, zira bu
iki sınıfın “çıkarları hiç bir şekilde aynı değildir”. İşte, toplumsal yaşamın
her alanında gözlenen bu mülkiyet, güç ve iktidar kavgalarından dolayı “ticaret
toplumu”nda herkeste haklı ve zorunlu olarak kendisinin olanın kendisine verilmediğine
dair bir kanı oluşur. Bu durumda: “İnsanlar birbirlerinden gördükleri adaletin
ihlalini kabullenemeyecekleri için, kamu yetkilisi, bu erdeme uyulması için ortak
varlığın (commonwealth) gücünü kullanmak zorunda kalır. Bu önlem olmadan, herkes, hakkının ihlal
edildiğini sandığı her durumda, kendi hesabını kendi eline alır, sivil toplum kan gölü ve düzensizlik sahnesine döner.
Bu, herkesin kendi adaletini kendi eline almasıyla oluşabilecek karmaşıklığı
önlemek için, dikkate değer otorite elde etmiş bütün hükümetlerin başı, herkese
adil davranmaya çalışır ve herkese, hak ihlaline dair her şikâyeti dinleme ve telafi
etme konusunda söz verir.”
Fakat Smith açısından sivil toplumda pozitif
hukuk çerçevesinde gerçekleşen adalet uygulaması, ne kadar tam olursa olsun, büyük
sorunlarla karşı karşıyadır. Bu sorunların aşılması için Smith, vicdan hukukuna
dayalı dikkate değer yeni bir adalet sistemi önerir.
c.
Vicdan hukuku, doğal hukuk felsefesi ve adalet kuramında
tarihsel yeni perspektif
Herkese kendinin olanı vermek üzere adalet kurumunu
işletmek gerekmektedir. Bunun için ise elbette pozitif hukuk sistemini işleten
belli bir merkezi otoriteye sahip hükümete/devlete gereksinim vardır. Bütün
bunlara karşın sivil toplumun sağlam temellere oturmadığını, sürekli sallantıda
olduğunu görmek, Hobbes’un son derece sade analizinden sonra çok zor değildir. Smith
ilkesel olarak, Hobbes’un sivil toplumun yapısal sorunlarına dair analizini üstlenir
ve bunu John Locke’un sivil topluma dair belirlemelerinden sonra gelişmeye
başlayan sınıf kuramı ile birleştirir.
Sivil toplumun en büyük sorunu, mülkiyet ilişkileri ve çatışmaları nedeniyle herkesin
teker teker iradesinin toplamından farklı olan bir “ortak irade”nin (volonté générale ) olmayışıdır. Bu hem bireyler
arasında hem de toplumsal sınıflar arasında sürekli bir çatışmaya neden
olmaktadır. İşte, Smith, tam da bu bağlamda yeni bir hukuk ve adalet sistemi ve
buna temel oluşturabilecek mülkiyet ilişkileri üzerine düşünür. Hem doğrudan
kendisi tarafından yayıma hazırlanan eserlerinde hem de öğrencilerinin ders
notlarında bu konuda metinlere dayanan yeterince kanıt vardır.
Smith’e göre hukuk ve adalet sisteminin temel
amacı, edimlerin gerçekleştiği duruma en uygun yargının gerçekleşmesidir.
Smith, bu yargıya göre verilen kararları “doğal adalet” hukuku çerçevesinde
görür ve ilkesel olarak üç faklı hukuk sistemi ve adalet kurumu arasında ayrım
yapar. Bunlar; “kazuistik” (casuistry),
“pozitif hukuk sistemi” (system of
positive law) ve “doğal hukuk felsefesidir” (natural jurisprudence). Smith göre, kökleri her
ne kadar Antik Yunan felsefesine ve Cicero gibi Latin filozoflarına dayansa da,
Ortaçağa özgü “kılı kırk yaran” ve insanı kurallara boğup özgür davranışı
neredeyse tamamıyla ortadan kaldıran kazuistik, bir hukuk ve adalet sistemi
olarak “tamamıyla ret edilmelidir”. Smith’e göre, toplumsal
sistemler, bunlara denk gelen hukuk sistemleri ve adalet kurumları, tarihsel
ilerleme kuramı çerçevesinde görülmek ve buna göre değerlendirilmek zorundadır.
Bu açıdan bakınca “pozitif hukuk sistemi (…), insanlık duygularının değişik
çağlardaki ve uluslardaki kaydı olarak en büyük otoriteyi hak etse de, buna
karşın hiçbir zaman için doğal adalet kurallarının tam sistemi olarak
görülemez.”
Zira pozitif hukuk, hep soyut olur ve çıkar kavgalarının dengesine göre keyfi
düzenlemelere maruz kalır. Son olarak; Smith’in bazen “adaletin doğal duygusu” olarak
da tanımladığı ve bütün “pozitif kurumlardan bağımsız” olması gerektiğini
düşündüğü adalet sistemi vardır. Bu, bütün insanlığı temsil eden “özgür vicdan”
hukukudur. Smith’in bu düşüncesi, yukarıda işaret ettiğim, Descartes’ın ahlak
kuramı çerçevesinde ifadesini bulan akla ve bilgeliğe dayanan hukuk ve adalet
sistemini andırmaktadır. Smith, özgür vicdan hukukunun ne olduğunu “tarafsız
gözlemci” kavramı altında The Theory of
Moral Sentiments eserinde kuramlaştırmıştır. Smtih’e göre vicdan
hukuku her somut duruma göre şekillenir. Bu nedenle doğrudan duruma en uygun
yargıya varma olanağı verir. Vicdan hukuku, diğer taraftan, pozitif kurumlardan
bağımsızdır. Bu nedenle en nesnel yargı sistemine sahiptir. Smith’e göre, vicdan
hukukuna dayanan yargı ve adalet sisteminin konusunun ve içeriğinin ne olduğunu
belirlemek için yukarıda Hume’un “negatif ütopya” kavramı altında sergilediğim
gelecek perspektifine geri dönmek gerekiyor.
Hume, yukarıda herkesin birbirinin ikinci kendisi olması önünde bir engel
tanımlıyor: kaynakların kıtlığı. Kıtlığın sonuçlarını tartışırken aynı zamanda
herkesin birbirinin ikinci beni olabilmesinin önkoşulunu da tanımlar: bolluk ya
da zenginlik. Hume’a göre kıtlık olmasa, özel mülkiyete ve bundan kaynaklanan
kavgalara da gerek kalmaz. Zira bolluğun olduğu yerde her şey ortak mülkiyet
olarak kalır. Ortak mülkiyetin olması ise, Hume’a göre, herkesin, ötekini
kendisinin ikinci beni olarak görmesinin ön koşuldur. Hume, kıtlığın doğadan
kaynaklandığından hareket ettiği için, bolluğun da olamayacağını iddia eder.
Fakat, Smith pespektifsel olarak Hume’dan farklı düşünür gibidir. Zira Ulusların Zenginliği adlı eserinin amacı,
bolluğun nasıl oluşabileceğini göstermektir. Hume’un betimlemiş olduğu bolluk durumunu doğadan beklemek doğru
değildir. Doğada zaten her şey gerçekten boldur. Kıtlık, doğada bolca varolanın
insanın gereksinimine göre işlenmemiş olmasından kaynaklanır. Ve aslında insan,
emeği ile arzulanan bolluk durumunu yavaş yavaş bizzat kendisi yaratır. İşte,
Smith, geleceğe dair bu bakış açısı ile Hume’un negatif ütopyasını tersine
çevirir: insanlık, üretken etkinliği ile zenginleştikçe, herkesin herkesi
kendisinin ikinci beni olarak görebileceği arzulanan toplumsal durumu da adım
adım kurar. Bu ise vicdan hukukuna dayalı adalet sisteminin zamanla oluşmasını
beraberinde getirir.
Sonuç
Bu çalışmada Aydınlanmacı felsefeye bütünlüklü
bir bakış atılmaya çalışılmıştır. Bu bakışın amacı, adalet kuramına dair yeni
bir bakış açısı yakalamaktır. Böylelikle John Rawls ve Robert Nozick’ın
belirlediği adalet tartışmalarına yeni bir bakış açısı getirilmeye
çalışılmıştır. Çalışmada önce adalet kuramı çerçevesinde araştırılan konunun, toplumsal
yaşamın doğal sonucu olarak oluşan yükümlülüklerin ve hazların herkese mümkün en
iyi bir şekilde nasıl dağıtılması gerektiği sorusu olduğu belirtilmiştir. Daha
sonra Adorno/Horkheimer ve Foucault’nun Aydınlanmacılık kavramlarının
eleştirisi üzerinden tarihsel açıdan olumlu bir Aydınlanmacılık kavramı
kazanılmaya çalışılmıştır. Çalışmanın üçüncü bölümünde, Aydınlanmacı felsefe tarafından
Hobbes’tan beri toplum ve devlet kuramının ve bu çerçevede adalet kuramının nasıl
dünyevileştirildiği sergilenmiştir. Bunu takip eden bölümde, Aydınlanmacı
felsefede adaletin neliği üzerine yürütülen tartışmada ortaya biri Descartes’ın
diğeri Hobbes’un temsil ettiği iki büyük duruşun çıktığına işaret edilmiştir.
Son olarak Smith’in bu iki duruş arasında tarihsel bir bakış çerçevesinde
giriştiği sentezleme denemesi ana hatlarıyla ortaya konmaya çalışılmıştır. Sonuç
olarak; elinizdeki çalışma, Aydınlanmacı felsefeye bütünlüklü olarak
bakıldığında, onun bugüne kadar pek dikkate alınmayan bir kurtuluş perspektifi
sunduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Bu perspektifin, 19. yüzyılın büyük özgürlük
kuramlarının da teorik hazırlayıcısı olduğu, bugün geriye dönük bir bakış ile
pekâlâ ileri sürülebilir.
Kaynakça
C. B. Macpherson, “Hobbes Today”, The Canadian Journal of
Economics and Political Science/Revue canadienne d'Economique et de Science
politique, c. 11, no. 4 (Nov., 1945) içinde, 524.
Bkz.: Smith, A., Lectures on Jurisprudence (Hukuk Felsefesi Üzerine Dersler), yay.
R. L. Meek, D. D. Raphael ve P. G. Stein (Indianapolis: Liberty Fund,
1982), 14: “1st, the Age of Hunters; 2dly, the Age of Shepherds; 3dly, the Age of
Agriculture; and 4thly, the Age of Commerce”.