Felsefe,
Tarih ve Perspektif
PDF için tıklayınız...Son çeyrek yüzyılda hemen her
konuda yığınla manifesto yayımlandı. Bu manifesto yayımlama faaliyetlerinde Karl
Marx ve Friedrich Engels’in 1848 yılında Komünist
Manifesto’yu yayımlayarak oluşturdukları örneğin etkili olduğunu ileri
sürmek yanlış olmaz. Fakat bütün bu manifesto yazma ve yayımlama faaliyetleri
içinde her ne kadar Komünist Manifesto’nun
yayınlanması örnek alınsa da orada dile getirilen felsefi ilkelerin yeterince
göz önüne alınmadığı kanısındayım. Bu bağlamda gözden kaçan bazı bilimsel ve
tarihsel değerler de var. Manifesto yazmanın ne anlama geldiğine dair gerisine
düşülmemesi gereken bazı tarihsel gelişmeler var. Aşağıda Komünist Manifesto’nun bazı pasajlarına özellikle felsefi açıdan da
yakından bakıp, bunların bazılarına dikkat çekmek istiyorum.
Manifestolar
büyük düşünsel ve pratik girişimlerin ve tarihsel atılımların olmazsa olmaz
önkoşullarındandır. Manifestolar, teori ile pratiğin buluştuğu noktada dolayımı
sağlar. Komünist Manifesto, insanlığın
içinde bulunduğu çok yönlü derin krizler karşısında önerilen bir krizlerden
çıkış ve bir yeniden kuruluş programıdır. İnsanlığın içinde bulunduğu kriz
genel ve süreklidir. Genel kriz, insanlığın maddi ve manevi tüm varlığının
çöküş ve çürüyüş içinde olduğu anlamına gelir. Kriz anlık ve geçici değildir,
tersine, sürekli derinleşerek tüm hücrelerimize yayılmıştır.
Marx
ve Engels’in bu programı yazmasına ön gelen geniş bir yöntemsel, tarihsel,
bilimsel ve felsefi araştırmalar ve denemeleri vardır. Marx ve Engels
kendilerini hem Leibniz’ten buyana gelişen ve Kant üzerinden Hegel’de en üst
aşamasına ulaşan klasik Alman felsefesinin mirasçısı hem de Hobbes’tan beri
gelişen klasik İngiliz ve İskoç felsefesinin, hem Fransız siyaset kuramının hem
de Thales’ten beri gelişen belli bir felsefi ve bilimsel dünya görüşünün
mirasçısı olarak görür.
Komünist Manifesto
bağlamında verimli kılınan özellikle çelişki teorisi ve hareket kuramı, içkinlik
öğretisi ve ilerleme kuramıdır. Bütün bunların hepsini, Leibniz’ten beri
gelişen ve yine Hegelci felsefede en olgun şeklini alan tarih felsefesinde
bütünlüklü olarak bir araya getirilmiştir. Marx ve Engels bu bütünlüklü kuramı,
kendi diyalektikçi-materyalist anlayışlarına göre tarih felsefesine yeniden
uyarlamışlardır. Fakat aynı zamanda tarihte yazılmış belli başlı programların
yöntemsel ve temel aldıkları kuramsal çerçeve de derinlemesine incelenmiştir.
Ancak bundan sonradır ki Komünist
Manifesto yazılabilmiştir.
Komünist Manifesto’da Ne Yapılmak İsteniyor?
Marx ve Engels, Komünist Manifesto’yu uzun yıllar yoğun
bir şekilde çalışarak hazırladı. İnsanlığın içinde bulunduğu çok yönlü derin krizler
karşısında önerilen bir krizlerden çıkış, radikal bir kurtuluş ve bir yeniden
kuruluş programıdır. Marx ve Engels, Komünist
Manifesto’yu “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – komünizm hayaleti”
sözleriyle başlatmalarının nedenlerinden biri, insanlığın çok yönlü ve derin
bir kriz içinde bulunduğuna işaret etmek isterler. Krizden çıkış programı
olduğu için merkezinde hareket kavramı
vardır: mevcut olanın kökeni, şimdiki hali ve değişim potansiyeli ve geleceği yine
mevcut olan temel alınarak bir tarihsel hareket olarak açıklanır.
19.
yüzyılın ortalarında komünizm hemen herkes tarafından mümkün bir kurtuluş
perspektifi olarak algılanan bir gelecek perspektifidir. Platon’nun devlet
yöneticileri için öngördüğü mülkiyet ortaklığı, artık genel toplumsal düzenin
temeli olarak düşünülmektedir. Bu, Thomas Morus’un Ütopya’sı ve Charles Fourier, Robert Owen, Saint-Simon gibi birçok çağdaş
ütopyacının eseri ve ütopya kurucu girişimleriyle çekiciliği giderek artan bir
düşüncedir. Fakat henüz kimsenin tam olarak kavramına sahip olmadığı bir şeydir
komünizm.
“Avrupa’da
bir hayalet dolaşıyor – komünizm hayaleti” sözleri başka bir gerçeğe daha
işaret ediyor. Komünizm hayaletine karşı “eski Avrupa’nın” tüm gerici ve sözüm
ona radikal güçleri birleşmiş ve tam bir komünist avı başlatmıştır. Hükümet ve
muhalefet, ilerici ve gerici partiler, kısacası hemen herkes herkesi komünist
olmakla suçlamaktadır. Hayalet korku verici bir tahayyüldür. Buna karşın
herkesin herkesi komünistlikle suçluyor olması, aslında komünistlerin toplumsal
ve siyasi bir güç olduğunu da göstermektedir. Fakat bu güç henüz belirsizdir,
henüz tanımlanmamıştır, dolayısıyla henüz bir kavrama sahip değildir. Herkes
ona istediği anlamı yüklemektedir. Bu nedenle komünizm herkesin aklında ve
ağzında bir hayalete dönüşmüştür. Bu ise komünizmin aynı zamanda bir mite
dönüştüğünü gösterir. Komünist Manifesto
ile Marx ve Engels, “komünizm hayaleti masalına karşı” komünizmin gerçek
kavramını koymak isterler:
“Komünistlerin
bakış açılarını, amaçlarını, eğilimlerini tüm dünyanın önünde ortaya
koymalarının ve komünizm hayaleti efsanesine/masalına karşı bir parti
manifestosunun kendisini koymanın zamanı çoktan gelmiştir (Marx-Engels-Werke (MEW), c. 4, s. 461).”
Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’nun hemen girişinde “efsane”
ya da “masal” kavramını kullanmış olmaları çok anlamlıdır. Masala ya da
efsaneye karşı gerçek kavramı koymak istemek, yani sadece fantezi ürünü şeylerden
ibaret olan ve çarpık bilinci temsil eden efsaneye karşı komünizmin gerçek bilimsel
tanımı sunulmak istenmektedir. Bu, felsefe ve bilimler tarihinde mitostan logosa,
dünyaya mitolojik bakıştan bilimsel bakışa geçiş olarak tanımlanan süreçle
benzerlik içerir. Komünist Manifesto’nun
ikinci bölümünün başlarında bilimsellikten kastedilen daha yakından tanımlanır.
Tarihte
insanlığın derin krizler içinde bulunduğuna dair tespitler ve bunlardan
hareketle önerilen krizden çıkış programları nadir değildir. Marx ve Engels’in
bu konuda önlerinde Komünist Manifesto’nun
yazımına ön gelen örnek olarak Platon’un Devlet
diyaloğu, İncil ve 10 emir kataloğu, Georg
Büchner’in Hessen Köylü Postası ve
sayısız başkaları vardır. Doğrudan Komünist
Manifesto’nun hazırlığı döneminde birçok öneri vardır. Buna Engels’in
bizzat kendisinin hazırladığı Komünizmin
Temel İlkeleri de dâhildir. Bu program taslaklarının hemen hepsi
ilmihalcidir (catechism), yani ‘şu
yapılmamalıdır’, ‘bu yapılmamalıdır’, ‘şu yapılmalıdır’, ‘bu yapılmalıdır’ türünden
genel çağırılarda bulunur, buyrukçu ödevler yüklerler harekete. Bu, olanı, kökeni
ve temel çelişki ve değişim potansiyelleriyle ortaya koymak yerine olması
gerekeni betimleyen yaklaşımlar, Machiavelli, son olarak Hobbes ve Spinoza’nın
eleştirileriyle tüm bilimsel güvenirliliğini ve geçerliliğini yitirmiştir. En
son Hegel, Hukuk Felsefesi’nde olanı
değil de olması gerekeni betimleyen tüm yaklaşımların zorunlu olarak öznel
kaldığını, dolayısıyla genel geçer olup, bilimsellik kıstasını yerine
getiremediğini göstermiştir. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’yu kaleme alırken bütün bu bilimsel gelişmenin
tüm mirasını dikkate almaktadır. O halde, Komünist
Manifesto’da amaç, şunu yapın ya da bunu yapmayın diye bir takım emirler
vermek ya da çağırılarda bulunmak değildir; amaç, olanı (kapitalizmi) kökeni,
mevcut çelişkili ve çatışmalı yapısını ve içinde barındırdığı potansiyel geleceği
toplumsal taşıyıcı güçleri ve tarihsel işlevleriyle ile birlikte bir hareket
olarak ortaya koymaktır.
Marx
ve Engels, Komünist Manifesto’da hareket
olarak komünizm kavramına açılık getirmek ve kavramı belirlemek istemektedirler.
Komünizmin ilkelerinin gerçek dünyanın kendisinden hareketle nasıl kazanılması
gerektiği konusunda şöyle derler:
“Komünistlerin
teorik önermeleri, hiçbir şekilde bu veya şu dünya iyileştiricisinin keşfettiği
idelerine, ilkelerine dayanmaz. Onlar, varolan bir sınıf mücadelesi
ilişkilerinin gerçek genel ifadesidir, gözlerimiz önünde cereyan eden tarihsel bir
hareketin (MEW, c. 4, 475).”
Burada komünizm, bir ilke ya
da ilkeler bütünü olarak değil de Rönesans’tan beri Yeniçağ’ın yeniden ortaya
çıkardığı yöntemsel ilkeye uygun bir şekilde bir hareket olarak betimlenir. Nasıl ki Kapitalizm feodalizmin bağrında
onun yadsıması olarak oluşup gelişti ise, kapitalizm de kendi bağrında kendini
yadsıyacak koşulları ve güçleri yaratmaktadır. Burjuvazinin feodalizmi yere
çarpmak için kullandığı silahlar şimdi kendisine dönmüştür. O halde, Marx ve
Engels burada en az iki iddia ileri sürmüş oluyorlar.
Onlar,
birincisi, efsanenin karşısına kavramı
koymak istemekle program yazımı tarihinde de mitostan logosa geçişi
gerçekleştirmek istediklerini ileri sürmüş oluyorlar. Bu geçişin sağlanabilmesi
için, programatik ilkelerin, çelişkilerden ve kavgalardan, yani bizzat
gerçekliğin kendisinden kavramlaştırılarak kazanılması gerekmektedir. Ancak bu
şekilde programlar gerçekliğin ifadesi ya da dışa vurumu olarak görülebilir.
İkincisi, Marx ve Engels yapmış
oldukları belirlemeyle ilkelerin, idelerin ve önermelerin gerçeklikle nasıl
ilişkilendirilmesi gerektiği sorusuna, yani felsefenin en temel sorusuna yanıt
vermiş oluyorlar: bilinç gerçekliğin ya da varlığın dışa vurumudur. Böylelikle
program hem tarihsel hareketin kendisinin hem de bu hareketin teorik ifadesi
olarak düşüncenin hareketi olarak düşünülmüş oluyor aynı zamanda. Bu nedenle Komünist Manifesto hem maddi hem de
manevi krizin tümüne karşı aynı anda önerilmiş toplu bir krizden çıkış
programıdır.
Bu
durumda, eğer komünizm tarihsel nesnel bir gereklilik olarak sunulacaksa,
toplumsal tarihsel hareketin, eş deyişle toplumsal değişimin, yıkılışın ve yok
oluşun, oluşumun ve yeniden kuruluşun nedenleriyle birlikte ortaya konması
gerekir. Bu konuda Komünist Manifesto’da
ortaya konanın kanıtı Das Kapital’de
getirilir.
Komünist Manifesto ve Toplum Tarihinde Hareketin Kaynağı
Programı, dolayısıyla teoriyi
sürekli hareket halinde olan toplumsal gerçekliğin hareket eden yansıması veya aynası
olarak düşüncede kavramak, kaçınılmaz olarak hareketin kaynağının belirlenmesini
ve açıklanmasını şart koşar. Marx ve Engels, hareket kavramını program
yazısının, dolayısıyla kuramın merkezine almakla Thales’ten beri felsefi
sorgulamanın temel sorusu haline gelen hareketin neliği ve kaynağı sorusuna
geri dönerler. Bu soru, Herakleitos tarafından ilkesel olarak yanıtlanmış denebilir.
Platon, özellikle Aristoteles ve Hegel gibi büyük filozoflar onun açmış olduğu
yolda hareketin kaynağı olarak çelişki
kuramını, temellendirdiler, ayrıntılandırdılar ve tutarlı hale getirdiler. Bu
soruyu, teorinin ve program yazısının en temel sorusu olarak belirlerler. Bu
nedenle Marx, çelişki ve değişim kuramını toplum tarihine uyarlar. Engels, Komünist Manifesto’nun ikisinin ortak
eseri olmasına karşın toplum tarihinde değişim ve ilerleme kuramının ortaya
konmasını Marx’a borçlu olduğumuzu belirtir. Engels, Marx’ın 1845 yılından beri
bilinçli olarak geliştirmeye başladığı bu teorinin anlamını ve önemini 1888
yılında Komünist Manifesto’nun
İngilizce baskısına yazdığı önsözde, Darwin’in evrim kuramının anlamı ve önemi ile
karşılaştırır. Darwin’in kuramı doğa bilimleri için ne anlama geliyorsa,
Marx’ın toplum tarihinde hareketin kaynağına dair düşüncesi de “tarih
bilimleri” (tüm beşeri bilimler) için aynı anlama gelmektedir –ki bu temel
düşünce, Komünist Manifesto’da her şeyin
etrafında örüldüğü çekim merkezi gibidir (MEW, c. 4, 581):
“Her
ne kadar ‘Manifesto’ ikimizin ortak emeği olsa da, o’nun çekirdeğini oluşturan
temel düşüncenin Marx’a ait olduğunu belirtmeyi görev bilirim. Bu düşünce
şudur: her tarihsel dönemde hâkim olan ekonomik üretim ve bölüşüm biçimi ve onu
takiben zorunlu olarak oluşan toplumsal yapılanma temeli oluşturur, bunun
üzerine dönemin politik ve entelektüel tarihi kurulur ve o ancak bundan
hareketle açıklanabilir; buna göre bütün insanlık tarihi (toprağın ortak
mülkiyetine dayalı ilkel klan örgütlenmesinin ortadan kalkmasından beri), sınıf
mücadeleleri tarihi olmuştur, sömürenler ve sömürülenler, hâkim olan ve bastırılan
sınıfların mücadelesidir; bu tarih, bir gelişim sırası ortaya koymaktadır… (MEW, c. 4, s. 581)”
Burada ifade edilen düşünce,
insanlık tarihinin yine insanlığın kendisi tarafından nasıl yaratıldığını
gösteriyor, yani insanlık, emeğiyle kendi kendisini ve böylelikle de kendi
tarihini yaratıyor. Burada başvurulan ilke, içkinlik
ilkesidir. İçkinlik ilkesi, teolojik aşkınlık ilkesine karşı Yeniçağ’da kazanılmış
bir ilkedir. Bu bağlamda aşkınlık ilkesine başvuranlar genellikle sonu
karamsarlığa varan teolojik duruşlara sarılmak zorunda kalırlar. Bu ilkenin
tarih felsefesine uyarlanmasının ilk nüvelerini Leibniz’in Monadoloji’sinde buluruz. Leibniz’e göre bugün geleceğe gebedir,
gelecek potansiyel olarak bugünün içindedir, gelecek bugünün yadsıması olarak onun
içinden çıkarak bugün oluyor. Başka bir deyişle geçmiş bugünün içinde muhafaza
edilmiştir ve gelecek bugünün içinde oluşup, bugünün bir yadsıması olarak
ortaya çıkıyor. Geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman arasındaki
diyalektik, bilimsel açıdan bu şekilde kurulur. Şimdiki zaman, geçmiş zaman ve
gelecek zaman üzerinde hâkim olandır. Fakat bu kapitalizmde tersine döner.
Kapitalizmde ölü emek (örneğin makinalar), canlı emeğe yani işçiye hükmettiği
gibi geçmiş de geleceğe hükmetmektedir. Ölülerin “ruhları” yaşayanların tüm
hayatına hükmeder gibidir. O halde, en azından ana hatlarıyla geleceğin ne
olduğunu bilebilmek için bugüne bakmak gerekir; daha tam olarak: bugünün
çelişkili yapısına, güçler şekillenişine ve bunun içinde hangi güçlerin nesnel
konumları gereği özne olarak bugünü değiştirmeye aday olduğuna bakmak gerekir.
Peki, insanın
tarih denilen bir şeyinin olmasının ön koşulu nedir?
İnsanlığın
kendi tarihini yaratabilmesinin önkoşulu elbette gereksinimlerini gidermesi
için üretmesidir. Yani insanın kendi tarihini yaratabilmesinin önkoşulu emeği
ile doğayı kendi gereksinimlerine göre dönüştürmesidir. O halde, doğa ve emek
kavramlarını merkeze almayan bir tarih felsefesi mümkün değildir. Aynı şekilde,
eğer insanlar, diğer birçok canlı gibi doğada basit bir şekilde kendiliğinden
bir arada olmak yerine, ortak varlıklarını bilinçli bir şekilde toplum olarak
kurmak istiyorlarsa, emekleri aracılığıyla doğayı dönüştürüp kendilerine has
bir kültür ve uygarlık yaratmak zorundadırlar. Bu durumda doğa ve emek kavramlarını
merkeze almayan bir toplum felsefesi de mümkün değildir.
İnsanlık
tarihinde hareketin ve ilerlemenin kaynağı nedir? Marx (ve Engels) bize bu
konuda üzerine düşünmeye değer birbiriyle ilişkili iki büyük nedene işaret
eder. Bunlardan ilki, üretim araçlarının belli bir gelişmişlik düzeyine
ulaşmasıyla üretim ilişkileriyle çelişir duruma gelmesidir. Bu çelişki toplumda
üretim ilişkilerinde nesnel değişimleri ve yeniden kuruluşları şart koşar. Marx
ve Engels’in toplumsal değişimlere neden olarak gösterdiği ikinci toplumsal-yapısal
durum, toplumsal çıkar çatışmalarını da içeren sınıf mücadeleleri ve savaşlarıdır.
Marx
ve Engels’in sınıf savaşlarına dair belirlemesi sıkça tam olarak anlaşılmadan
alıntılanır. Fakat burada işaret etmiş olduğum toplumsal değişimin kaynağı olan
iki farklı neden arasında mantıksal bir ilişki ve düzen vardır. Üretim
araçlarıyla üretim ilişkileri arasındaki çelişki, genel toplumsal değişimin
toplumsal ontolojik ve sosyolojik ilişkilerine gönderme yaparken; toplumsal
sınıf savaşları daha çok sınıfsal ontolojik ve sosyolojik ilişkilere, ekonomik
çıkarları da içeren sınıf savaşlarına gönderme yapar. Burada işaret edilen
birinci neden sınıfsız toplumlar için de geçerli olabilir. Sınıflı toplumlarda
ikincisi birincisinin üzerinde şekillenir.
Toplumsal
değişimin her iki kaynağı da toplumsal ilişkilerinin bütününe içkindir. Marx ve
Engels toplumsal değişimin bu iki temel kaynağına işaret etmekle aslında bir
yerde toplumun ve toplumsal güçlerin kendi kendisini herhangi bir aşkın güce
gönderme yapmadan nasıl değiştirdiğini gösterir. Böylelikle toplum tarihinde
değişimin topluma ve tarihe içkin olduğu kanıtlanmış olur. Bu aynı zamanda
programın da bilimsel olabileceğinin kanıtıdır.
Yirmi
Birinci Yüzyılda Komünist Manifesto
Toplumun, tarihin, kültürün ve
uygarlığın oluşmasının önkoşulu emektir. Emek kavramını merkeze almadan ne
toplum üzerine, ne tarih üzerine, ne uygarlık ve kültür üzerine anlamlı bir
şekilde düşünmek mümkündür. Dolayısıyla emek kavramını merkeze almadan adına
layık bir manifesto yazmak da mümkün değildir. Emek insanların ve toplumların
çok farklı etkinliklerini bir araya getiren ve onlar arasında bütünlüklü birlik
sağlayan bir etkinliktir. Emek aynı zamanda insanın tüm bedensel ve düşünsel
etkinliklerinin merkezinde olan bir etkinliktir. Diğer bir deyişle emek, gerek
bireysel, gerekse toplumsal yaşama anlam kazandıran “ortak iyi”dir denebilir.
Bu nedenle emek kavramını merkeze alan kuram ve program dolayısıyla politika, mevcut
toplumun üretimden kaynaklanan yapısal şekillenişini, çıkar ilişkilerini,
çelişkilerini ve çatışmalarını, tarihini ve potansiyel geleceğini aynı anda
yakalama olanağına kavuşur. Mevcut topluma dair çözümlemeler yaparken Marx ve
Engels, Komünist Manifesto’da emek kavramını
merkeze alır. Böylelikle bir program çerçevesinde dikkat alınmak zorunda olunan
tüm farklı etkinlikler arasında bütünleştirici bir ilişki kurulur. Burada
başvurulan felsefi ilke çoklukta birlik
ilkesidir. Tüm etkinliklere, belli bir ortak hedefe yönlendirmesi nedeniyle belli
bir anlam kazandıran emektir. O halde, emek kavramının toplumun sergilemiş
olduğu sayısız farklı etkinlikleri birleştirici işlevi vardır. Böylelikle emek
tüm farklı etkinliklere birleştirici ve bütünlüklü bir anlam kazandırır.
Yazının
girişinde son çeyrek yüzyılda yeni bir program yazma dalgası gözlendiğine
işaret etmiştim. Bunların çoğu Komünist
Manifesto’nun yayınlanışını örnek alsa da, onunla kurdukları bu ilişki daha
çok dışsaldır. Gözlenen daha çok Komünist
Manifesto’da temel alınan ilkelerden kaçıştır. Bu en başta emek kavramını
ilgilendirmektedir. Bu konuda en etkin örneği Frankfurt Okulu oluşturur. Kendisini Marx’ın öğreti ve kavramlar
sisteminin yakınına konuşlandıran ve onun kavramlarını ve düşüncelerini
görünüşte üstlenen bir akımdır. Adorno ve Horkheimer’in ismi, Okul’un ismiyle özdeştir. İkisi arasında
1956 yılında yeni bir manifesto yazmak üzere bir tartışma geçer. Bu tartışmanın
protokolüne göre, yeni manifesto yazımının amacı, “Marx’ın ötesine geçmektir”. Tartışmanın
merkezinde Marx’ın öğretisinde emeğe atfedilen büyük önem vardır. Çabaları yeni
bir program çerçevesinde emek kavramından kurtulmaktır. Adorno ve Horkheimer’in
bundan sonra kaleme aldıkları tüm eserleri bu amaca hizmet eder. Horkheimer’e
göre, emeği, örneğin Marx’ta olduğu gibi öncelikli olarak insanın doğa ve
toplum arasında “madde değişimi” sağlayan bir etkinlik olarak değil, Weber ve Foucault’a
olduğu gibi sadece “insanlar arasında dolayım sağlayan” bir şey olarak görmek gerekir.
Emeğin işlevini insanlar arasında dolayıma indirgemekle hem doğa kavramı
dışarıda bırakılır hem tarih kavramından vaz geçilmiş olur hem de böylelikle meta
ve piyasa ilişkileri ebedileştirilir. Doğayı dışarıda bırakıp meta ilişkilerini
ebedileştiren yaklaşım böylelikle ontolojiden de vaz geçer. Bunun sonucu olarak
da bütünlüklü teori ve bütünlüklü değişim programı ve perspektifi de kaybolur.
Emekten
kaçış, yukarıda işaret ettiğim gibi, felsefi olarak aynı zamanda çokluğun birliği kavramından da vaz
geçmek anlamına gelmektedir. Bu kaçışın toplumsal ve siyasi hareketlere
yansımasının iki farklı biçimini gözlüyoruz. Bunlardan biri kendisini işçi sınıfından
kaçış olarak gösteriyor; diğeri erk sorununu bir tarafa bırakıyor.
Bir
toplumsal gücün tarihsel değişimin özne olabilmesinin önkoşulu, nihai bir amaca
sahip olmasıdır. Burada amaçtan kasıt sergilenen uzun ve kısa erimli
etkinliklerin hepsinin belli bir nihai hedefe doğru yönelik olmasıdır. Böyle
bir birleştirici ereksel yönelim olmazsa, etkinliklerin ortak iyisi kaybolur ve
etkinliklerin her biri başka bir yöne gider. Böylelikle hem erk sorunu gözden kaçmış
olur hem de kurulmak istenen yeni toplum perspektifi kaybolur.
İşçi sınıfından
kaçış, değişimin tarihsel öznesinden kaçış demektir. İşçi sınıfı üretim
araçları karşısında konumundan dolayı değişimi temsil edebilen tek toplumsal
güçtür. Fakat ekonomik durum, işçilerin bir sınıf olarak örgütlenmesi ve
değişimin bilinçli öznesi olmaları için kendi başına yetmemektedir. İşçilerin
kendilerini bir sınıf olarak kurmaları gerekmektedir. Bunun ekonomik önkoşulunu,
büyük endüstri, teker teker tüm işçileri, bir nevi birer Monad gibi, kendi açılarından tüm sınıfın birer genel temsilcisi
durumuna getirmekle zaten sağlamaktadır. Bu durumda işçilerin kendilerini bir
sınıf olarak kurup, değişimin bilinçli öznesi olabilmesi için, sıralarında
zaten kendiliğinden var olan çokluğa
birlik kazandırıp varlıklarına tarihsel bir anlam kazandırmaları
gerekmektedir. Bu onları aynı zamanda değişimin bilinçli kolektif öznesi de
yapacaktır.
Yukarıda diyalektiğin değişik ilkelerinin Komünist Manifesto’da nasıl
uygulandığına işaret ettim. Nicel ve nitel değişim diyalektiği ikinci bölümün
sonunda tarihte bir aşamadan (kapitalizmden) başka bir aşamaya (sosyalizme) bilinçli
geçişte nasıl verimli kılınacağını gösterir.
Komünist Manifesto,
felsefenin pratikte nasıl işlediğinin görülmesi bakımından da yeniden
keşfedilmeyi bekliyor.
[1] Elinizdeki kısa yazı, 4 Eylül 2014
tarihinde Karaburun Bilim Kongresi'nde “Felsefe, Tarih ve Direniş” başlığı
altında düzenlenen oturumda sunulan bildirinin Evrensel Kültür dergisinde 274. sayısında yayınlanmak üzere gözden
geçirilmiş halidir.