Ütopya olarak adlandırılan gelecek toplum tasarıları, zaman çizelgesinde toplumun üç boyutundan birisiyle ilgilidir: gelecek. Gelecek, geçmişin akıp biriktiği varolanın içinden doğar. Bu nedenle varolan, düğüm ve hareket noktasıdır. Ütopya tartışmaları, varolanda saklı olan gelecek boyutunun bilimsel olarak açıklanması ve “mevcut olanın geleceğe gebe” olduğunun gösterilmesi çabasına işaret eder.
Bunun kuramsal ve pratik olmak üzere iki boyutu vardır ve Marksizm, düşünce ve siyasi mücadele tarihinde bu çabanın en doruk noktasını temsil eder. Pratik olarak geleceğin, varolanın kucağında nasıl şekillendiğini; eski üretim araçlarının yenilerinin üretilmesini nasıl hazırladığını ve zamanla spor ve zevk nesnesine nasıl dönüştüğünü gösterebilmek için üretim ilişkilerine ve çelişkilerine, siyasi kavgalara bakmak gerekir. Diğer bir deyişle, insanın insan tarafından nasıl köleleştirildiğini ve bunu takip eden özgürleşme mücadeleleri tarihini anlatmak anlamına gelir. Bu yazının amacı, ütopyanın bilimselleşmesinin kuramsal-tarihsel boyutunu sergilemektir.
Ütopyanın İki Anlamı
Thomas Morus’un eski Yunancadan türettiği “Ütopya” kavramının iki anlamı vardır: “olmayan yer” ve “iyi yer”. Kavramın anlamı açıklanırken, genellikle ilki kullanılır. Buna göre ütopya, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayaldir. Bu anlayışın yaygın etkisinden dolayı Morus’un “Ütopya” adlı kitabı, düşünce fışkıran bir kaynak olarak kullanılmak yerine rafları süsleyen aksesuar olarak kalır.
Oysa Morus, kavramı, ikici anlamında kullanmaktadır: daha iyi yer veya daha iyi bir toplum. Morus, kitabında bize mevcut koşulların radikal eleştirisi olarak bütünlüklü yeni bir toplum tasarısı sunmaktadır. O halde, ütopyacı düşünce, toplumsal sorunların şu ya da bu yanını tamir etmeyi değil, bütün ilişkileri tersine çevirmeyi amaçlayan devrimci bir arayıştır.
Ütopyadan Neden Vazgeçilemez?
Ütopyacı düşüncenin kökleri çok eskidir ve varlığını en ideal toplumda dahi değişik biçimlerde sürdürecektir. Ütopyaya karşı olanlar dahi hep bir gelecek perspektifiyle çalışmak zorundadır. Örneğin Romantik akım, tarihsel olarak aşılmış olanı gelecek ideali olarak sunar. Bundan farklı olarak Pozitivist akım, mevcut olanı idealize eder ve gelecek ideali olarak sergiler. Bunlardan ilki, gericidir; sonraki, muhafazakârdır. Görüldüğü gibi karşı-ütopyacı eğilimler de bir gelecek-toplum tasarımıyla iş görmek zorundadır.
Ütopyacı düşüncenin ret edilmesi, daha iyi bir geleceğin mümkün olduğu konusunda şüpheciliğe götüreceği için dünyayı değiştirme çabasını anlamsızlaştıracaktır. O halde, varolanın köklü eleştirisi olarak ütopyacı düşüncenin varlığı, toplumun tarihsel olarak koşullandığı ve bu tarihsel varoluş, daima bir gelecek perspektifi içerdiği için insanlık halinin vazgeçilemez olanlardandır. Fakat ütopyacı düşüncenin verimli olabilmesi için bilimsel olması gerekir. Nasıl?
Ütopyanın Üç Biçimi
Bugün üç ütopya tipinden bahsedilebilir. İlki, Platon’nun sunduğu gerçeklikle hiçbir şekilde doğrudan ilişkilendirilmemiş ideal toplum tasarısıdır. Bunu hangi güçler hangi araçlarla gerçekleştirecektir? Platon, bu soruları dikkate almamaktadır. Bu nedenle, onun toplum tasarısı betimlenirken, gökyüzünde uçarken karşılaşacağı hava direncini yok sayan “güvercin” örneği verilir. Kendisini sadece gelecek toplum idealini betimlemekle sınırlayan bütün ütopyacılar bu bakımdan Platoncudur. Anadolu topraklarının yetiştirdiği en büyük ütopyacı Şeyh Bedreddin de Platoncudur -ki bu, hem yapay doğulu-batılı ayrımının anlamsızlığını hem de ütopyacı düşüncenin evrenselliğini göstermektedir.
İkinci ütopya tipi, Morus’unkidir. Morus, Platon gibi sadece varolması gerekeni betimlemez. “Ütopya” adlı kitabı iki bölümden oluşur. Birinci bölümde varolanın eleştirel bir analizini sunar. İkinci bölümde varolması gerekeni ayrıntılı olarak betimler. Böylelikle Morus, varolanın varolması gerekene dönüşmesini bir süreç olarak kavrar. Bu, ütopyacı düşüncenin tarihselleşmesini beraberinde getirir. Zira Morus, “Ütopya”sını bütün zamanlar için tasarlamaz, onu “kapitalizm” olarak adlandırdığı somut bir toplum ve üretim biçiminin eleştirisi olarak sunar. Ayrıca Platon gibi ezilen sınıfların kontrol edilmesi amacıyla ütopyasının gerçekleşmesi için ait olduğu ezen sınıfa seslenmez. Morus, Şeyh Bedreddin ve Thomas Münzer gibi ait olduğu sınıfa ihanet eder ve ütopyasının gerçekleşmesi için ezilen sınıfları örgütleyip harekete geçirmeye çalışır.
Üçüncü, Robert Owen, Charles Fourier ve Saint-Simon gibi ondokuzuncu yüzyıl ütopik sosyalistlerinin temsil ettiği ütopya tipidir. Bu ütopyacı düşünürlerin belirgin özelliği, olması gerekeni varolan içinde aramasıdır. Bundan böyle ütopyayı gökte değil, yerde, gerçeklikte aramak gerekmektedir.
Ütopyanın Bilimselleşmesi ve Gerçekleşmesi
Marksizmin kurulmasıyla ütopyacı düşünce bilimselleşir. Marx’ın karşıtı ve “dystopya” kavramını türeten J. S. Mill göre ütopya, “çok iyi” (ideal) olduğu için gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Dystopya ise kötü olduğu için uygulanamaz. Fakat ütopyanın ret edilişi, kaçınılmaz olarak dystopyanın (baskıcı rejimin) onaylanmasına götürür ki bütün kapitalist toplum ve devlet sistemleri dystopya olarak tanımlanabilir. Marx ve Engels ütopyacı düşünceden vazgeçmez. Tersine olar, ütopyanın bilimselleştirilmesiyle ilgilenir. Marksist sosyalizm düşüncesini ütopik sosyalistlerinkiyle ilişkilendirirken Engels, onların düşüncelerinin ve denemelerinin tarihsel olarak meşruluğuna işaret eder. Aynı zamanda “bilimsel sosyalizm”in geliştirilmesiyle “ütopyacı sosyalizmin” ortadan kaldırıldığına değil, bilimselleştirildiğine vurgu yapar. Bunu konuya dair yayınladığı broşürün Almanca orijinal başlığında görmek mümkündür: “Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Gelişimi”. Bu ne anlama gelmektedir?
Platon’un yaptığı gibi bir ideal toplum düşünüp bundan çıkarılan bir takım kıstaslarla gerçekliği eleştirmek yerine; Marx ve Engels, eğer varolan, geleceğe gebeyse, varolanda geleceğin nasıl oluşup ortaya çıktığına bakmak gerekir, düşüncesinden hareket ederler. Bunu yaparken çelişki kavramını temel alırlar, çünkü hareketin ve ilerlemenin kaynağı çelişkidir. Ütopya ancak bu şekilde verimli hale getirilebilir.
“Das Kapital”de üretim ilişkileri ile üretim araçları, diğer bir deyişle emek ve sermaye arasındaki çelişkinin eleştirel analizinin yapılmasının nedeni budur. Fakat eleştirel analiz tek başına yeterli değildir. Eleştirinin politik harekete dönüşebilmesi, pratiğin bir hedef doğrultusunda örgütlenebilesi ve önünün aydınlatılabilmesi için bir idealin tanımlanması gerekir. Fakat Marx ve Engels’in tanımlamış olduğu ideal, Platonunki gibi gerçekliğe yabancı salt bir düşünce ürünü değildir. Onların ideali pratiktir; emek ve sermaye çelişkisine içkindir. Nedir bu toplum ideali?
“Komünist Manifesto”da sınıflı toplumlar tarihi, sınıf mücadeleleri tarihi olarak anlatıldıktan ve bunun son biçimi olarak burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf mücadelesi betimlendikten sonra proletaryanın mücadelesinin gelecek perspektifi tanımlanır: her bir kişinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin önkoşulu olduğu bir toplum kurmak. İşçi sınıfının ve sosyalizm mücadelesinin nihai hedefi budur. İnsanlık ütopyayı gerçekleştirmeye her zamankinden çok daha yakındır.