PDF için tıklayınız...Türkçede “Aydınlanma” kavramı, Avrupa tarihinde hem bir
dönemi hem de bu döneme damgasını vurmuş olan bir hareketi (“Aydınlanmacı
Hareket”i) betimlemek için kullanılmaktadır.
Dünya çapında son çeyrek yüzyılın en çok tartışılan
konularındandır Aydınlanmacılık. Onun hakkında çok şey söylendi, çok şey
yazıldı. Aydınlanmacılığın ortaya attığı düşünceler ve gerçekleştirmeye
çalıştığı toplumsal ve siyasi projeler birçok bakımdan ağır eleştirilere maruz
kaldı. Fakat sıkça eleştirilenin ne olduğu tam bilinmeden eleştirildiği
görülmektedir. Bu kısa yazı çerçevesinde Aydınlanmacılığın ana düşüncesini
betimleyerek konuya (özellikle din ile de olan ilişkisine de) açıklık getirmek
istiyorum. Böylece yapılacak muhtemel eleştirilerin daha anlamlı olmasına katkı
sunacağımı umuyorum.
Avrupa tarihinde 18. yüzyıla yayılmış bir harekettir
Aydınlanmacılık. Bu çağa aynı zamanda “Aydınlanma Çağı” denmektedir. Fakat bu
çağın anlamını tam olarak başka bir açıdan da vurgulamak için “Akılın Çağı” da (Age of Reason) denmektedir. Fransızcada
bazen yerinde olarak “Felsefe Çağı” da denmektedir. Bu ne anlama gelmektedir?
Aydınlanma, kendine ön gelen Rönesans ve Reformasyon hareketlerinin
birçok bakımdan devamcısıdır. Rönesans ve Reformasyon’da gizli kalan birçok
düşünce, Aydınlanmada açıkça ifadesini bulmuş, hatta siyasi bir projeye
dönüştürülmüştür. Ama aynı zamanda bu hareketlerin amaçlarını hem daha
derinleştirmiştir hem de ortaya attıkları birçok soruyu 18. yüzyılın bakış
açısına göre yeniden formüle etmiştir.
Rönesans kavramı 19. yüzyıldan beri hem “yeniden doğuş” hem
de “yeniden keşfetmek” anlamında kullanılmaktadır. Klasik tanımı ile belirtecek
olursak, Rönesans, doğanın ve insanın yeniden keşfedilmesi demektir. Bununla
kastedilen nedir? Rönesans’ın başlangıcı sayılan 15. yüzyıla kadar insanlar,
geçmişlerini ve geleceklerini gökyüzünde bir yerlerde olduğunu tahmin ettikleri
bir tanrı üzerinden anlamaya ve tanımlamaya çalışırken; deyim yerindeyse bu
arayış üzerinden dünyada varoluşlarına bir anlam vermeyi denerken; Rönesans ile
insan bu çabasına yeni bir yön vermiştir; bunu, iç ve dış gözünü doğaya ve
kendisine çevirerek, yani hem doğayı ve doğa yasalarını hem de kendini
keşfederek yapmaya başlamıştır.
Doğanın ve insanın yeniden keşfedilmesinden önce insan,
Ortaçağ’da yüzyıllar boyunca gökyüzünde bulutların üstünde, gökyüzünün bilmem
kaçıncı katında bir yerlerde düşünüp tasarladığı güçlerden hareketle kendi
varlığına bir anlam vermeye, kendisine orada bir gelecek kurmaya çalışırken;
bu, Rönesans ile tamamıyla değişmiştir. Bunun tarihsel önemi, ne kadar vurgulansa
azdır. İnsanlık tarihinde insan kendini ilk defa kendi kaderinin yaratıcısı, kendini
kendi yaşamının faal öznesi, üzerinde yaşadığı gezegenin sorunlarının idarecisi
olarak kavramaya başlamıştır. Bu arayışı kuramsal olarak temellendirmek için eski
“Antik Yunan” kaynaklara yeniden dönülmüştür. Rönesans bu bakımdan da bir yeniden
keşfediştir. Bu yeniden keşfedişler, insanın nihayet “karanlık çağlar”dan
çıkışını müjdelemektedir. İşte bu bağlamda insanın/insanlığın yeniden
doğuşundan bahsedilir haklı olarak.
Rönesans ile birlikte insanın araştırmasının, düşünmesinin
merkezine insanın ve doğanın kendisi gelip oturmuştur. Bu nedenle uluslararası
kavramlar dağarcığımıza “Rönesans İnsanı” kavramı dâhil olmuştur. İnsan bundan
böyle kendi kaderini kendi eline almak istemektedir. Etkin bir insandır Rönesans
insanı. Kendisini çok yönlü geliştirmek istemektedir. Evrensel bir insan olmak
istemektedir bütün yetenek ve yetileriyle. Doğal ve toplumsal olguları
gözleyerek, deneyerek, araştırarak bizzat kendisi açıklamak istemektedir. Doğayı
kendi gereksinim ve isteklerine göre değiştirmek ve doğal güçlere hükmetmek
istemektedir.
Rönesans’ın düşünsel tutumuna (“ruh haline”) genellikle “Hümanizm”
denmektedir. Hümanizm, kısaca, bilimsel araştırmalarda, felsefede ve kelimenin
en geniş anlamı ile toplumsal pratikte, Ortaçağ insanını meşgul etmiş olan
tanrının varlığına ve özelliklerine dair teolojik sorunlar ve konuların yerine
“insan değerlerini ve sorunlarını” merkeze almak demektir. Bu ifade,
Rönesans’da hem insanın merkeze alınmasından hem de kim olursa olsun insana
karşı insancıl davranma gereğini temellendirmeyi amaçladığı için kullanılmıştır.
Hümanizm Latince kökenli bir kavramdır. Roma’da kölelere, kadınlara, çocuklara, yabancılara
ve “düşman” olarak tanımlanan herkese karşı son derece ağır yasalar hüküm
sürmekteydi. Halkın yönetici üst sınıflar karşısında herhangi bir hakkı yoktu.
Tersine yasalar üst sınıfların halk üzerinde mutlak tahakkümünü teyit ve
garanti etmek için düzenlenmişti. Bu yasaları bütün sıkılığıyla uygulayan üst
sınıf mensupları, “adil” olabilirdi; fakat “insancıl” değil. Fakat bu yasaları
doğru bulmayıp onların sınırlarının dışına çıkıp adı geçen gruplardan insanlara
karşı insanca/insancıl davrananlara humanus
denirdi. İnsancıl olarak tanımlanmak için sözde insancıl olmak yetmiyordu. Söz
konusu kişinin özel ve kamusal hayatının her alanında tutarlı bir şekilde humanus olduğunu kanıtlaması gerekirdi.
Kısacası sadece sözde ve savda değil, aynı zamanda edimde de insancıl olmak zorundaydı. Bildiğimiz
hümanizm kavramının kökeninde yatan budur ve Romalılar arasında bu insancıl duruş
ve davranış biçiminin ortaya çıkmasında, Yunan dünya bilgeliğinin (“Antik Yunan
Felsefesi”nin) alımlanması, başat bir rol oynamıştır. Diğer bir deyişle
Hümanizmin kökeninde felsefe ve felsefi duruş vardır.
Hümanizm, özgürlükçü bir düşünüş tarzıdır ve bu özelliğiyle
Reformasyon hareketini doğrudan etkilemiştir. Bu bakımdan Reformasyon’un düşünsel
önderlerinden sayılan Roterdamlı Erasmus aynı zamanda en büyük
hümanistlerdendir. Reformasyon, Rönesans hümanizmine, yani insanın doğa
karşısında ve toplum içinde özgürlük arayışına, inanç ve vicdan özgürlüğü
düşüncesini ekleşmiştir. Böylelikle Reformasyon, vicdan özgürlüğü talebini insanlığın
gündemine taşıyarak Rönesans’ın özgürlük arayışına yepyeni bir boyut ve
derinlik kazandırmıştır. Reformasyon, insanlık tarihinde ilk defa, insanın “iç özgürlüğünü”
de (duygu, düşün ve inanç dünyasının özgürlüğünü de) özgürlük kavrama dâhil
ederek, ona bütünlüklü bir anlam kazandırmıştır.
İşte sadece Avrupa tarihi açısından değil, aynı zamanda
insanlık tarihi açısından da son derece önemli olan Aydınlanmacılık, bu 3 yüz
yıllık Rönesans ve Reformasyon olarak adlandırılan toplumsal yenilenme
hareketinin doruk noktasıdır bir yerde. Yukarıda tarihsel olarak oluşmuş olan
kapsamlı özgürlük arayışı, yani bir tür olarak insanın doğada, iç dünyası ve
dış ilişkileriyle birey olarak toplumda Aydınlanma hareketinin temel belirleyenidir.
Fakat insanın özgürlük arayışında aynı zamanda yepyeni bir evredir de
Aydınlanma.
İnsanın bir tür olarak doğada ve insanların birer birey
olarak toplumda gerçekten özgür olabilmesi ve gerçekten özgür olup olmadığını
bilebilmesi için, korkmadan ve çekinmeden kendi aklını kullanabilmesi gerekmektedir.
Aydınlanma Çağ’ına bu nedenle aynı zamanda “Aklın Çağı” denmektedir. Bu çağda
her şey, aklın yargısı önünde insanın özgür yaşaması için gerekli olduğunu
kanıtlamak ve böylelikle varlığını gerekçelendirmesi gerekmektedir. Bunu
yapamayan hiçbir şey varolmayı hak etmemektedir Aydınlanmacı bakış açısından.
Aklın bu kapsamlı ve temellendirici talebi, doğal olarak
aynı iddia ile ortaya çıkmış olan din ile çatışmaktadır. Bu bakımdan Aydınlanmacılık
aynı zamanda “aklın gücünü imana yöneltmesi” olarak tanımlamak mümkündür. Akıl,
gücünü imana yöneltirken hem akıl ile imanın ilişkisini hem de toplumsal
yaşamda her ikisinin de rolünü yeniden tanımlamayı amaçlamaktadır.
Aydınlanmacılık, aklı temel aldığı için, doğal olarak hem
doğanın araştırılması ve açıklanmasında, hem de başka bütün toplumsal
ilişkilerin bilimsel bilginin ışığında her şeyin akla dayalı yeniden düzenlemesini
istemektedir. Başka bir deyişle Aydınlanmacılık imanın yerine aklı tesis etmek
istemektedir. Aydınlanmacılığa göre akıl, toplumsal ve bireysel özgürlüğü
sağlayacak ve garanti edecek tek kurumdur. İnanç özgürlüğünü de.
Peki, bu durumda din ne olacaktır, toplumsal yaşamda imanın
rolü yeniden nasıl tanımlanacaktır? Aydınlanmaya göre bütün toplumsal
ilişkilerin ve kurumların temelini elbette akılın ilkeleri oluşturmalıdır. Buna
karşın din, iman ve inanç, inanmak ya da inanmamak, inananın neye inanacağı
sorusu bireysel tercihe bırakılmalıdır. Yani diğer bir deyişle din, iman ve
inanç işleri vicdan ve düşünce özgürlüğü temelinde bireylerin kendi yargısına
bırakılmalıdır. Hiçbir toplumsal kurum bunu belirlemeyi kendisine vazife
bilmemelidir. Aydınlanmacı projeye göre inanç özgürlüğü ancak bu temelde
gerçekleşebilir. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması talebinin
altında yatan düşünce budur. Aydınlanmacı harekete göre hem inananın hem de
inanmayanın ve inananların farklı farklı şeylere inanma özgürlüğünü ancak akıl
garanti edebilir.
Bugün insanlık düzeyinde özgürlük arayışının içinde ve
temelinde hala bu Aydınlanmacı projenin gerçekleştirilme sorunu vardır.
Sosyalizm projesi bu özgürlük arayışını, işçi sınıfı ve emekçi güçlerin ve
ezilen halkların özgürlük projesiyle birleştirebildiği oranda özgürlük arayışı
içinde olan toplumun diğer kesimleri için de cazibesi artacaktır.