12 Mayıs 2012 Cumartesi

Aydınlanmacılık Nedir?


PDF için tıklayınız...Türkçede “Aydınlanma” kavramı, Avrupa tarihinde hem bir dönemi hem de bu döneme damgasını vurmuş olan bir hareketi (“Aydınlanmacı Hareket”i) betimlemek için kullanılmaktadır.
Dünya çapında son çeyrek yüzyılın en çok tartışılan konularındandır Aydınlanmacılık. Onun hakkında çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Aydınlanmacılığın ortaya attığı düşünceler ve gerçekleştirmeye çalıştığı toplumsal ve siyasi projeler birçok bakımdan ağır eleştirilere maruz kaldı. Fakat sıkça eleştirilenin ne olduğu tam bilinmeden eleştirildiği görülmektedir. Bu kısa yazı çerçevesinde Aydınlanmacılığın ana düşüncesini betimleyerek konuya (özellikle din ile de olan ilişkisine de) açıklık getirmek istiyorum. Böylece yapılacak muhtemel eleştirilerin daha anlamlı olmasına katkı sunacağımı umuyorum.
Avrupa tarihinde 18. yüzyıla yayılmış bir harekettir Aydınlanmacılık. Bu çağa aynı zamanda “Aydınlanma Çağı” denmektedir. Fakat bu çağın anlamını tam olarak başka bir açıdan da vurgulamak için “Akılın Çağı” da (Age of Reason) denmektedir. Fransızcada bazen yerinde olarak “Felsefe Çağı” da denmektedir. Bu ne anlama gelmektedir?
Aydınlanma, kendine ön gelen Rönesans ve Reformasyon hareketlerinin birçok bakımdan devamcısıdır. Rönesans ve Reformasyon’da gizli kalan birçok düşünce, Aydınlanmada açıkça ifadesini bulmuş, hatta siyasi bir projeye dönüştürülmüştür. Ama aynı zamanda bu hareketlerin amaçlarını hem daha derinleştirmiştir hem de ortaya attıkları birçok soruyu 18. yüzyılın bakış açısına göre yeniden formüle etmiştir.
Rönesans kavramı 19. yüzyıldan beri hem “yeniden doğuş” hem de “yeniden keşfetmek” anlamında kullanılmaktadır. Klasik tanımı ile belirtecek olursak, Rönesans, doğanın ve insanın yeniden keşfedilmesi demektir. Bununla kastedilen nedir? Rönesans’ın başlangıcı sayılan 15. yüzyıla kadar insanlar, geçmişlerini ve geleceklerini gökyüzünde bir yerlerde olduğunu tahmin ettikleri bir tanrı üzerinden anlamaya ve tanımlamaya çalışırken; deyim yerindeyse bu arayış üzerinden dünyada varoluşlarına bir anlam vermeyi denerken; Rönesans ile insan bu çabasına yeni bir yön vermiştir; bunu, iç ve dış gözünü doğaya ve kendisine çevirerek, yani hem doğayı ve doğa yasalarını hem de kendini keşfederek yapmaya başlamıştır.
Doğanın ve insanın yeniden keşfedilmesinden önce insan, Ortaçağ’da yüzyıllar boyunca gökyüzünde bulutların üstünde, gökyüzünün bilmem kaçıncı katında bir yerlerde düşünüp tasarladığı güçlerden hareketle kendi varlığına bir anlam vermeye, kendisine orada bir gelecek kurmaya çalışırken; bu, Rönesans ile tamamıyla değişmiştir. Bunun tarihsel önemi, ne kadar vurgulansa azdır. İnsanlık tarihinde insan kendini ilk defa kendi kaderinin yaratıcısı, kendini kendi yaşamının faal öznesi, üzerinde yaşadığı gezegenin sorunlarının idarecisi olarak kavramaya başlamıştır. Bu arayışı kuramsal olarak temellendirmek için eski “Antik Yunan” kaynaklara yeniden dönülmüştür. Rönesans bu bakımdan da bir yeniden keşfediştir. Bu yeniden keşfedişler, insanın nihayet “karanlık çağlar”dan çıkışını müjdelemektedir. İşte bu bağlamda insanın/insanlığın yeniden doğuşundan bahsedilir haklı olarak.
Rönesans ile birlikte insanın araştırmasının, düşünmesinin merkezine insanın ve doğanın kendisi gelip oturmuştur. Bu nedenle uluslararası kavramlar dağarcığımıza “Rönesans İnsanı” kavramı dâhil olmuştur. İnsan bundan böyle kendi kaderini kendi eline almak istemektedir. Etkin bir insandır Rönesans insanı. Kendisini çok yönlü geliştirmek istemektedir. Evrensel bir insan olmak istemektedir bütün yetenek ve yetileriyle. Doğal ve toplumsal olguları gözleyerek, deneyerek, araştırarak bizzat kendisi açıklamak istemektedir. Doğayı kendi gereksinim ve isteklerine göre değiştirmek ve doğal güçlere hükmetmek istemektedir.
Rönesans’ın düşünsel tutumuna (“ruh haline”) genellikle “Hümanizm” denmektedir. Hümanizm, kısaca, bilimsel araştırmalarda, felsefede ve kelimenin en geniş anlamı ile toplumsal pratikte, Ortaçağ insanını meşgul etmiş olan tanrının varlığına ve özelliklerine dair teolojik sorunlar ve konuların yerine “insan değerlerini ve sorunlarını” merkeze almak demektir. Bu ifade, Rönesans’da hem insanın merkeze alınmasından hem de kim olursa olsun insana karşı insancıl davranma gereğini temellendirmeyi amaçladığı için kullanılmıştır.
Hümanizm Latince kökenli bir kavramdır.  Roma’da kölelere, kadınlara, çocuklara, yabancılara ve “düşman” olarak tanımlanan herkese karşı son derece ağır yasalar hüküm sürmekteydi. Halkın yönetici üst sınıflar karşısında herhangi bir hakkı yoktu. Tersine yasalar üst sınıfların halk üzerinde mutlak tahakkümünü teyit ve garanti etmek için düzenlenmişti. Bu yasaları bütün sıkılığıyla uygulayan üst sınıf mensupları, “adil” olabilirdi; fakat “insancıl” değil. Fakat bu yasaları doğru bulmayıp onların sınırlarının dışına çıkıp adı geçen gruplardan insanlara karşı insanca/insancıl davrananlara humanus denirdi. İnsancıl olarak tanımlanmak için sözde insancıl olmak yetmiyordu. Söz konusu kişinin özel ve kamusal hayatının her alanında tutarlı bir şekilde humanus olduğunu kanıtlaması gerekirdi. Kısacası sadece sözde ve savda değil, aynı zamanda edimde de insancıl olmak zorundaydı. Bildiğimiz hümanizm kavramının kökeninde yatan budur ve Romalılar arasında bu insancıl duruş ve davranış biçiminin ortaya çıkmasında, Yunan dünya bilgeliğinin (“Antik Yunan Felsefesi”nin) alımlanması, başat bir rol oynamıştır. Diğer bir deyişle Hümanizmin kökeninde felsefe ve felsefi duruş vardır.
Hümanizm, özgürlükçü bir düşünüş tarzıdır ve bu özelliğiyle Reformasyon hareketini doğrudan etkilemiştir. Bu bakımdan Reformasyon’un düşünsel önderlerinden sayılan Roterdamlı Erasmus aynı zamanda en büyük hümanistlerdendir. Reformasyon, Rönesans hümanizmine, yani insanın doğa karşısında ve toplum içinde özgürlük arayışına, inanç ve vicdan özgürlüğü düşüncesini ekleşmiştir. Böylelikle Reformasyon, vicdan özgürlüğü talebini insanlığın gündemine taşıyarak Rönesans’ın özgürlük arayışına yepyeni bir boyut ve derinlik kazandırmıştır. Reformasyon, insanlık tarihinde ilk defa, insanın “iç özgürlüğünü” de (duygu, düşün ve inanç dünyasının özgürlüğünü de) özgürlük kavrama dâhil ederek, ona bütünlüklü bir anlam kazandırmıştır.
İşte sadece Avrupa tarihi açısından değil, aynı zamanda insanlık tarihi açısından da son derece önemli olan Aydınlanmacılık, bu 3 yüz yıllık Rönesans ve Reformasyon olarak adlandırılan toplumsal yenilenme hareketinin doruk noktasıdır bir yerde. Yukarıda tarihsel olarak oluşmuş olan kapsamlı özgürlük arayışı, yani bir tür olarak insanın doğada, iç dünyası ve dış ilişkileriyle birey olarak toplumda Aydınlanma hareketinin temel belirleyenidir. Fakat insanın özgürlük arayışında aynı zamanda yepyeni bir evredir de Aydınlanma.
İnsanın bir tür olarak doğada ve insanların birer birey olarak toplumda gerçekten özgür olabilmesi ve gerçekten özgür olup olmadığını bilebilmesi için, korkmadan ve çekinmeden kendi aklını kullanabilmesi gerekmektedir. Aydınlanma Çağ’ına bu nedenle aynı zamanda “Aklın Çağı” denmektedir. Bu çağda her şey, aklın yargısı önünde insanın özgür yaşaması için gerekli olduğunu kanıtlamak ve böylelikle varlığını gerekçelendirmesi gerekmektedir. Bunu yapamayan hiçbir şey varolmayı hak etmemektedir Aydınlanmacı bakış açısından.
Aklın bu kapsamlı ve temellendirici talebi, doğal olarak aynı iddia ile ortaya çıkmış olan din ile çatışmaktadır. Bu bakımdan Aydınlanmacılık aynı zamanda “aklın gücünü imana yöneltmesi” olarak tanımlamak mümkündür. Akıl, gücünü imana yöneltirken hem akıl ile imanın ilişkisini hem de toplumsal yaşamda her ikisinin de rolünü yeniden tanımlamayı amaçlamaktadır.
Aydınlanmacılık, aklı temel aldığı için, doğal olarak hem doğanın araştırılması ve açıklanmasında, hem de başka bütün toplumsal ilişkilerin bilimsel bilginin ışığında her şeyin akla dayalı yeniden düzenlemesini istemektedir. Başka bir deyişle Aydınlanmacılık imanın yerine aklı tesis etmek istemektedir. Aydınlanmacılığa göre akıl, toplumsal ve bireysel özgürlüğü sağlayacak ve garanti edecek tek kurumdur. İnanç özgürlüğünü de.
Peki, bu durumda din ne olacaktır, toplumsal yaşamda imanın rolü yeniden nasıl tanımlanacaktır? Aydınlanmaya göre bütün toplumsal ilişkilerin ve kurumların temelini elbette akılın ilkeleri oluşturmalıdır. Buna karşın din, iman ve inanç, inanmak ya da inanmamak, inananın neye inanacağı sorusu bireysel tercihe bırakılmalıdır. Yani diğer bir deyişle din, iman ve inanç işleri vicdan ve düşünce özgürlüğü temelinde bireylerin kendi yargısına bırakılmalıdır. Hiçbir toplumsal kurum bunu belirlemeyi kendisine vazife bilmemelidir. Aydınlanmacı projeye göre inanç özgürlüğü ancak bu temelde gerçekleşebilir. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması talebinin altında yatan düşünce budur. Aydınlanmacı harekete göre hem inananın hem de inanmayanın ve inananların farklı farklı şeylere inanma özgürlüğünü ancak akıl garanti edebilir.
Bugün insanlık düzeyinde özgürlük arayışının içinde ve temelinde hala bu Aydınlanmacı projenin gerçekleştirilme sorunu vardır. Sosyalizm projesi bu özgürlük arayışını, işçi sınıfı ve emekçi güçlerin ve ezilen halkların özgürlük projesiyle birleştirebildiği oranda özgürlük arayışı içinde olan toplumun diğer kesimleri için de cazibesi artacaktır.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Hans Heinz Holz: Felsefenin Kuruluşu ve Gerçekleşmesi


PDF için tıklayınız...Dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar, vermiş oldukları kurtuluş mücadelesinin büyük bir emekçisini yitirdi. Geçen hafta 84 yaşında yitirdiğimiz filozof Hans Heinz Holz, kelimenin tam anlamıyla işçi sınıfının filozofuydu. Holz, 20. yüzyılın son üççeyreğinin ve 21. yüzyılın ilk on yılının, yani insanlık tarihinde son derece dramatik olayların, büyük tarihsel ileri sıçramaların ve trajik çöküşlerin yaşandığı bir dönemin canlı tanığı olmuştur ki o, bu olaylara, olayların en yoğun ve şiddetli yaşandığı ülkede, Almanya’da tanıklık etmiştir. Aynı zaman da bugün dünya entelektüel gündemini meşgul eden birçok 20. yüzyıl Heidegger, Gadamer ve Habermas gibi birçok Alman entelektüeli ile de aynı çağı paylaşmıştır. Aralarında önemli bir fark vardır: Holz, birçok yasal ve siyasal engelle, örneğin meslek yasağı ile filozof olarak bastırılmak istenirken, diğerleri hemen her türlü devlet desteği görmüştür, sonuna kadar teşvik edilmiştir. Buna karşın Holz, geride genç kuşakların Marksist felsefeyi geliştirmek için hemen her bakımdan bir çıkış noktası bulabileceği birçok büyük eser bırakmayı başarmıştır.
İnsanlık tarihinde hemen her şeyin etrafında döndüğü ‘güneş’, hemen her şeyin çekim merkezi, üretim ilişkileridir. Bu sadece toplumsal olay ve olgular için değil, özellikle ekolojik kriz çerçevesinde tartışılan birçok doğal sorunlar için de geçerlidir. “İlk bakışta anlaşılmaz ve açıklanamaz gibi görünen çağımıza özgü birçok sorun, yani ‘kargaşa’, üretim ilişkileri ile ilişkilendirildiği ve üretim ilişkilerinin ışığında incelendiği zaman anlaşılır ve açıklanır oluyor”. Jürgen Habermas’ın genel olarak sınıflar üstü olarak tasarlanan iletişim kuramını, özel olarak da “Yeni Karmaşa” adlı kitabını kastederek böyle diyordu Ernst Bloch’un öğrencisi Hans Heinz Holz, kendini dinleme fırsatı bulduğum konferanslardan birinde.
Büyük Çağın Tanığı
Bu duruş, fakat aynı zamanda adına faşizm denilen Alamanya’da yaşanan barbarlık ve Sovyetler Birliği’nde bu barbarlıktan çıkmayı amaçlayan sosyalizm denemesi, Holz’u ta gençlik yıllarında felsefenin ve bilimlerin sorunlarına işçi sınıfı açısından tarihsel olarak bakmaya götürmüştür. Hem de bunu ilk ve orta öğretiminin hemen hepsini faşizmin dayattığı koşullarda geçirmek zorunda kalmış olmasına karşın başarmıştır. Felsefeyi işçi sınıfının ve ezilen halkların vermiş olduğu kurtuluş kavgasının “beyni” haline getirmek için ne yapmak gerekir? Holz’u bütün felsefeci hayatı boyunca meşgul eden bu soru, Marx’ın ta gençlik yıllarında ortaya attığı bir sorudur ve kesinlikle ezilenlere karşı basit bir acıma duygusundan kaynaklanmamaktadır. Eğer soruna sadece bir acıma duygusundan hareketle yaklaşılsaydı, karşı karşıya olunan mesele gerçekten basitleştirilmiş olurdu. Bu ise en iyi durumda sorunu moralize eden, örneğin: elinizdeki mülkiyetin sadece yüzde birini yoksullara verseniz, dünyada açlık kalmayacak, türünden çağırılar yapmaktan öteye gitmeyecekti. Fakat sorun bu kadar basit değil ve vicdana hitaben yapılan birtakım ahlaksal çağırılarla çözülecek türden hiç değil. Ve sorun belki ilk bakışta sanıldığı gibi, felsefenin basit bir şekilde işçi sınıfının ve ezilen halkların hizmetine sunulması anlamına da gelmemektedir.
Felsefi Çabasının Amacı
Sorunun çerçevesi, Holz’un son cildini ölmezden birkaç hafta önce tamamladığı ve Berlin’de “Aurora Verlag”da üç cilt olarak yayınlanan Marksist felsefe tarihine ilişkin olan eserine vermiş olduğu başlıkta daha açık olarak görülebilir: “Aufhebung und Verwirklichung der Philosophie” (“Felsefenin Muhafaza Edilip Aşılması ve Gerçekleştirilmesi”). Fark edildiği gibi, konu sadece kavramsal dizge ile ilgili değildir. Zira Holz çerçeveyi ‘felsefenin muhafaza edilip aşılması’ ile; sıkça kullandığı başka bir tabir ile belirtecek olursak; Holz, sorunu “dünyanın kuramsal halledilmesi” ile (“theoretische Bewältigung der Welt”) sınırlı tutmuş olsaydı, konu salt kavramsal bir dizge sorunu olarak ele alınabilirdi. Bu durumda konu, bir ya da birkaç filozofun ve belki de bütün bir felsefe tarihinin eleştirisi ve eleştirilenin yerine yeni bir kavramsal dizge koyma meselesi olarak görülebilirdi. Fakat Holz’un son büyük eserine seçmiş olduğu başlıkta bir de ‘felsefenin gerçekleştirilmesi’ meselesi var. Holz’un filozof olarak neredeyse bütün yaşamını dolduran bu mesele hem genel felsefe tarihi üzerinden hem de Marksist felsefe tarihi üzerinden dolayımlıdır. Bunun ne anlama geldiğini görebilmek ve Holz’un eserinin tarihsel önemini kavrayabilmek için onu ve eserini önce Marksist felsefe tarihi içine oturtmak gerekir.
Marksist Felsefe Tarihindeki Yeri
Holz, Marksist kuram tarihinde üçüncü kuşak bir kuramcı olarak tanımlanabilir.  Birinci kuşak, örneğin Lenin ve Gramsci gibi kuramcıların büyük sorusu (ki bu onlara önce Marksist kuramın karşıtları tarafından dayatılan, fakat onlar tarafından son derece verimli hale getirilen bir sorudur), Marksizm’in felsefe olup olmadığı ve eğer Marksizm felsefe ise, onun nasıl bir felsefe olduğu sorusudur. Antonio Labriola’nın, Marksist kuramın, sanıldığından çok daha fazla felsefi iç kaynağa ve temellere sahip olduğu konusunda uyarmak için yazdıklarını hatırlayalım. Elbette mesele bu şekilde ele alınınca, Marksist felsefenin felsefe tarihi ile ilişkisinin, iç ve dış kaynaklarının ve temellerinin ne olduğu sorusuna yanıt aramak gerekir. Georgy Plekanov’un felsefi çalışmalarında yanıt aranan soru budur -ki bu konuda ilk çalışmaları aslında Engels vermiştir. Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg gibi çalışmalarını daha çok Marksist kuramın uygulanması sorusuna hasretmiş düşünürler de dâhil olmak üzere; birinci kuşak Marksist düşünürlerin ortaya koymuş olduğu teorik çalışmaları, Marksist kuramın değişik boyutlarını ortaya koyup onun felsefi temellerini görülür kılmayı amaçlamaktadır. György Lukács gibi ikinci kuşak Marksist kuramcıların sorusu artık tek başına Marksist felsefenin kaynakları ve temellerinin ne olduğu sorusu değildir. Bu soru ikinci kuşak Marksist kurmacıları en az birinci kuşak kuramcılar kadar ilgilendirse de; onları yeni bir sorunun da meşgul etmeye başladığını görüyoruz: “Marksist felsefe nasıl mümkündür?”. Yani artık soru, sadece Marksist felsefenin ‘neliğine’ dair değil, aynı zamanda onun “nasıllığına” da ilişkindir. Bu ikinci soru doğrudan Marksist felsefenin kuruluşuyla ilgilidir. Örneğin Lukács’ın “Toplumsal Varlığın Ontolojisi” ikinci soruya hasredilmiş bir eserdir. İşte, Holz’un geride bırakmış olduğu felsefi eserde bu ikinci sorunun artık belirgin bir şekilde kuramsal çabaların merkezine alındığını görüyoruz.
İki Büyük Tez ve Miras
Çalışmasının merkezine Marksist felsefenin kuruluş sorununu alan Holz, iki temel tezden hareket ediyor denebilir. Bu iki tezin ilki, birinci kuşak Marksist kuramcıların çalışmalarının ortaya çıkarmış olduğu ürününü bir cümlede şöyle özetliyor “Birlik ve Çelişki” adlı Yeni Çağda diyalektiğin tarihini ortaya koyduğu felsefe tarihine dair olan eserinde: “Marksizm tamamıyla bir felsefedir ve bu, ‘onun aynı zamanda felsefeden daha fazla’ olduğu anlamında geçerlidir.” Marksizmin “felsefeden daha fazla” olduğuna dair belirleme, yukarıda işaret ettiğim felsefenin gerçekleşmesi sorunu ile ilgilidir. Böylelikle sorun, Marx’ın haksız yere ve sıkça kasıtlı olarak felsefeyi yıkmak istediğine dair suçlanmasına sebep olan ünlü “onbirinci tez” çerçevesine oturtulmuş oluyor.
“Asıl mesele dünyayı değiştirmektir” önermesini kendine temel edindiği için Marx’ı felsefeyi yıkmak istemekle suçlayanların en ünlülerinden birisi Heidegger’dir. Bu suçalamsıyla Heidegger, kendisine ve felsefe diye ortaya koyduğu teolojik şeye, sanki Marx’a ve Marksistlere karşı felsefeyi savunuyormuş görünümü vermektedir. Fakat Fransız felsefe tarihçisi ve Heidegger araştırmacısı Emmanuel Faye ve İtalyan felsefe tarihçisi Domenico Losurdo’nun (her birinin farklı açılardan) ortaya koyduğu gibi, felsefeyi içten çökertip, yerine teolojiyi geçirmeye çalışan Heidegger’in kendisidir, Marx değil. Heidegger’in felsefi çabası, felsefenin araçlarını teolojinin hizmetine sokmakla ilgilidir. Aynı çabayı Gadamer farklı bir açıdan göstermektedir ve bunu Türkiye’de de yayılmaya çalışılan “hermeneutik” başlığı altında sunmaktadır. Fakat Heidegger’i ve Gadamer’i birleştiren, felsefeyi öznelci açıdan yorumlayarak yıkmaktır. Bu bakımdan her ikisi de, Nietzsche’nin başlattığı yıkıcılığı devam ettirmektedir. Buna karşın Holz’un Marksist felsefe tarihine ilişkin olan “Felsefenin Muhafaza Edilip Aşılması ve Gerçekleştirilmesi” adlı eserinde ortaya koyduğu gibi, Marx’ın ve Marksist filozoflar kaygısı, felsefeyi yıkmakla ilgili değildir. Onların çabası, felsefenin gerçekleşmesini amaçlamaktadır.
Fakat eğer mesele sadece felsefeyi muhafaza edip aşarak dünyayı farklı yorumlamak değil ise, yani mesele aynı zamanda dünyayı değiştirmek ise, felsefenin dünyanın yine dünyadan kazanılmış olan felsefeye, yani yine dünyanın ürünü olan diyalektik akla dayalı kavrama göre nasıl değiştirilip felsefileştirileceğine doyurucu bir yanıt vermesi gerekir. Bu nedenle Holz’un “felsefenin muhafaza edilip aşılması” (Aufheben) kavramını kelimesi kelimesine almak gerekir. Zira felsefenin mevcut haliyle gerçekleşmesi mümkün değildir. Felsefenin gerçekleşmesi için, önce onu gerçekleştirecek toplumsal güçler (işçi sınıfı) açısından ve en çağdaş bilimsel bilginin ışığında yeniden kurulması gerekmektedir. İşte, yukarıda işaret ettiğim gibi filozof olarak Holz’un hayatına anlam veren büyük soru budur. Bu amacını gerçekleştirmek için de hem Marksist felsefe tarihine ilişkin hem de genel felsefe tarihine ilişkin büyük çalışmalar yaptı. Yeni Çağ’da diyalektik felsefenin “sorun tarihi”ni işleyen “Birlik ve Çelişki” (“Einheit und Widerspruch”) başlıklı üç ciltlik çalışmayı antik Yunan’ı ve Ortaçağı kapsayacak şekilde “Diyalektik” başlığı altında beş cilde genişletti.
Marksist felsefe tarihine ve genel olarak felsefe tarihine dair çalışmaları yaparken yanıt aradığı soru, Hegel felsefesi ile Marksist felsefe arasındaki Marx’ın kendisinin kurduğu karşıtlık ilişkisidir ve bu onun ikinci tezidir. Şöyle diyor Holz: “Hegel’in Marksizmde materyalist tersine döndürülmesi, düşünce biçimi/yöntemi olarak diyalektik ile bu yönteme uygun ve onu meşrulaştıran hakikatin real kuruluşu arasındaki ilişkinin tam belirlenmesini gerektirmektedir”. Holz bu belirlemeyi, bir taraftan, Marx’ın kendi yöntemiyle Hegel’in yöntemi arasında kurduğu karşıtlığa Aristoteles’e dönerek anlamlandırmaya çalışırken, diğer taraftan özellikle Leibniz ve Hegel’den hareketle yapmaya çalışmıştır. Bu çabası, biri küçük diğeri büyük, iki büyük sistematik çalışmanın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bunlardan ilki 1983’de yayınladığı “Diyalektik ve Yansıma”dır (“Dialektik und Widerspiegelung”) ve ikincisi “Dünya Tasarımı ve Yansısal Düşünme”dir (“Weltentwurf und Reflexion”). Bu son çalışmasının alt başlığını, filozof olarak hayatı boyunca çabasını ifade ettiği için vermek gerekiyor: “Diyalektiğin Temellendirilmesine Dair Bir Deneme”. Bu deneme, kelimenin her iki anlamında da, yani hem felsefenin temellendirilmesi ve hem de felsefenin gerçekleştirilmesi anlamında, devam ettirmeye değer bir denemedir.
Nur içinde yat Hans Heinz. Bana her “artık yaşlandım” dediğinde; sana “sen birçok gençten daha gençsin” derdim gülümseyerek. Sen ise hemen kaşlarını çatarak: “ama bireysel hayatın fiziksel sınır var” derdin. Demek o sınır 11 Aralık’taymış. Sesin hala kulaklarımda çınlıyor. Seninle ve geride bıraktığın eserinle her bakımdan guru duyuyoruz. Nur içinde yat sevgili yoldaşım.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Mülkiyet Kimindir?

PDF için tıklayınız.... Kendini “Müslüman” olarak tanımlayan bazı gruplar, değişik yerlerde toplu namaz kıldıktan sonra, İstanbul’da 1 Mayıs gösterilerine katıldı. Görülebildiği kadarıyla her biri farklı neden ve amaçlarla işçi sınıfının uluslar arası birlik ve dayanışma günü kutlamalarına katılmıştır. Gruplar, üzerinde her tarafa çekilebilecek, her anlama gelebilecek “Mülkiyet Allah’ındır”, “Allah, Ekmek, Özgürlük” vb. sloganların yazılı olduğu pankart ve dövizler taşıdı. İşçi sınıfının tarihsel kurtuluş mücadelesinin islamcı harekete, saflarını yaracak bir şekilde nüfuz etmeye başladığını görmek sevindiricidir. Bu aynı zamanda kendisini yıllardan beri hep mağdur gösterip getiri sağlama yapma çabasının da artık geçerli akçe olmaktan çıkmaya başladığını gösteriyor. İslamcı hareket içinde yarılmanın başladığının ilk belirtileri AKP kurulduğunda açıkça görülmüştü. O zaman islamcı hareket içinde adı konmadan neoliberal siyaset mi?, Keynesçi siyaset mi? tartışması, daha doğrusu yarılması yaşanıyordu. Erbakan'ın uzun yıllardan beri birarada tutmayı başardığı İslam içi bu iki büyük güncel siyasi eğilim sonunda farklı kanallarda akmaya başladı. Bunlardan neoliberal olanı, tekelci sermaye ile bütünleştikçe daha çok faşizanlaşmaktadır. İkincisi, Keynesçi anlamda daha çok sosyal demokrat bir eğilim sergileyerek işçi sınıfının saflarına yönelmektedir. Bu gelişme aynı zamanda sınıf teorisinin doğruluğunun da kanıtını getiriyor. Birleştiren ve ayrıştıran İslam ya da başka inanç türleri (sistemleri) veya dini ideolojiler değil, sınıf ilişkileri, çıkarları ve çatışmalarıdır. Fakat birkaç noktaya dikkat çekmek ve açıklık kazandırmak gerekiyor. Bu, konunun önemi bakımından kaçınılmazdır. Birincisi; islamcı ideolojinin kaynaklarına göre özel mülkiyet mutlaktır. Yani son yıllarda değişik çevrelerde kanımca başarısız bir şekilde denendiği üzere islamcı bakış açısını temel alarak bir sosyalist toplum kuramını gerekçelendirmek mümkün değildir. Zira İslamcı kaynaklarda, sosyalist toplum kuramının olmazsa olmazı olan toplumsal mülkiyet diye bir şey yoktur. İkincisi; sosyalizm ilkesel olarak özgürlükçüdür. İslam ideolojisinin baş kaynaklarında kulluk ilişkisi temellendirilmektedir, savaş ganimeti olarak görülen tutsaklar üzerinden kölelik kurumlaştırılmaktadır. Sosyalizm özgürlükçü olduğu için doğal olarak dayanışmacıdır. İslamcı ideolojinin ana kaynaklarına göre en fazla zekât ve hayırseverlik vardır, dayanışma değil. Üçüncüsü; ekonomik ilişkilerin zorlaması sonucu islamcı hareket içinde yaşanan yarılmadan sonra bir kesimin işçi sınıfı saflarına doğru itilmesi ve kendisini sınıf hareketi yanında konuşlandırmaya çabalaması, bu kesimin sınıfsal bakışı temel aldığı anlamına gelmiyor. Taşınan pankartlara ve dövizlere bakıldığında bu kesimlerin şimdilik tepkici teolojik romantik bir hareket olduğu anlaşılmaktadır. Zira bugün sorun, çok genel anlamda mülk sorunu değildir, özel mülkiyet mi?, toplumsal mülkiyet mi? sorunudur. Sorunun bu şekilde tanımı dahi çok geneldir. Zira sorun tam olarak üretim araçları üzerinde özel mülkiyet mi?, toplumsal mülkiyet mi? sorunudur. Dördüncüsü; sorunu çok genel anlamda mülkiyet sorunu olarak saptamak, eski çağlara özgü destanlarda anlatılan sözüm ona masumiyet dönemi, insanın doğaya el sürmediği, içinde herkesin huzur içinde yaşadığı ileri sürülen “altın çağ” masallarını temel almak demektir. Fakat bu destanlarda anlatılan “altın çağ” masalları gerçekten masaldır. Bilimsel olarak böyle dönemin olduğu kimse tarafından kanıtlanamamıştır ve tarihe ilişkin bilgilerimiz böyle bir şeyin kanıtlanmasının da mümkün olmadığını göstermektedir. Böyle bir çağ olmadığı için, o çağa geri dönmek de mümkün değildir. Böyle geriye dönük ütopyacılık, gerçekliğe dair bilinci bunaltacaktır. Teolojik temelli bu tepki hareketi, dünyaya yabancılaştırıcı, “öbür dünya”yı asıl dünya olarak görme eğiliminde olmaya devam etmektedir. İslamcı hareket içi yarılmanın işçi sınıfı saflarına ittiği kesim, sınıfsal bakış açısından henüz çok uzaktır. Zira bu kesimler işçi sınıfı hareketiyle ilk defa karşılaşmaktadır. Fakat toplumda gözlenen muazzam zenginliğe karşın yaşanan büyük kitlesel yoksulluğa tepki ile birlikte islamcı ideolojiyi işçi sınıfının saflarına taşımaya çabalamaktadır. Beşincisi; üretim güçlerinin gelişkinlik düzeyi, dünyanın ücra köşelerine kadar her tarafını birbirine karşılıklı ayrılmaz bir şekilde derinden bağladı. Dünyanın neresinde olursa olsun; üretilen herhangi en basit bir şey dahi neredeyse bütün insanlığın ortak katkısı olmadan ne üretilebiliyor ne de tüketilebiliyor. Yani bugün artık hemen her şey insanlığın ortak ürünüdür. Bu durum bugün eskiden, örneğin 19. ve 20. yüzyılda olduğundan çok daha fazla uluslar arası dayanışmacı (enternasyonalist) bir duruşu gerekli kılmaktadır. Buna uygun olarak sosyalizm, ilkesel olarak enternasyonalist bir dünya düzenini hedefler. İslamcı düşünce ise, en fazla inanç içi kozmopolitlik duruşa açıktır ki, bu, uluslar arası ilişkilerde (imtiyazlı olan ve olmayanlar anlamında) hiyerarşiyi dışlamamaktadır. Tam tersine özellikle islamcı inançta, uluslar arası böyle bir hiyerarşik ilişki öngörülmektedir. Örneğin başka kültürlerde de yaygın olan “seçkin halk” olma mitosu, özellikle İslam inancının önce ortaya çıktığı ulusu içinde çok yaygın bir inançtır. Bu inanış, islamcı inancın temel kaynaklarında işi antisemitizme, şovenizme ve ırkçılığa kadar vardırmaktadır. Buna karşın sosyalizm, büyük ve küçük ayırt etmeden, ekonomik ve teknolojik vs. alanlarda güçlü ve güçsüz ayrımına gitmeden uluslar arası eşitlik ve dayanışma ilkesinden hareket eder. Tarihte mülkiyet ilişkisi, insanın emeğini kullanarak doğayı işlemeye başlamasıyla, yani doğayı gereksinimlerine göre dönüştürmeye başlamasıyla, doğayı, deyim yerindeyse, insanlaştırmaya başlamasıyla oluşmaya başlamış olan bir ilişkidir. Bu bakımdan mülkiyet ilişkisi “tanrı vergisi” ya da “tanrısal” değildir. İnsanın bizzat kendisinin emeği sonucu yaratmış olduğu bir ilişkidir ve yine kendisi tarafından (nesnel ve öznel koşulların oluşması koşulu ile) insanca ve insancıl bir şekilde düzenlenebilir. Bunu ise ancak bugün emeğin temsilcisi olan işçi sınıfı ve emekçi güçler yapabilir. Sonuç olarak; bazı islamcı grupların 1 Mayıs yürüyüşüne katılması sonucu karşılaştığımız tablo ilginç olabilir. Hatta heyecan bile verebilir. Fakat sarhoş olmamızı, kendimizi kaybetmemizi gerektiren bir durum yoktur ortada. İslamcı hareketin gerçekten heyecan verici olabilmesi için, insanı insan olarak değil de “kul” olarak gören anlayış, kadını ikinci sınıf cins olarak tanımlayan bakış, özel mülkiyet kurumunu mutlaklaştıran anlayış, antisemitizm ve insanlar arası ilişkilerde eşitsizliği (seçkinler teorisini) temellendiren peygamberlik kurumu kavrayışı da dâhil olmak üzere geleneksel olan her şeyi sorgulamaya gerçekten hazır olması gerekir. Yani eleştirel olması gerekir. Şimdiye kadar olduğu gibi pozitivist değil.3.5.2012.