Neden Hâlâ Hegel?
Andreas Arndt ve Domenico Losurdo
Söyleşi: Doğan
Göçmen
PDF için tıklayınız...Dünya çapında birçok ulusal
Hegel derneklerinin yanında uluslararası alanda etkinlik gösteren iki Hegel
derneği vardır. Burlar, “Uluslararası Hegel-Derneği” (Internationale Hegel-Gesellschaft)
ve “Diyalektik Düşünce İçin Uluslararası Hegel-Marx-Derneği” (Internationale
Gesellschaft Hegel-Marx für dialektisches Denken). Aşağıda “Uluslararası
Hegel-Derneği” başkanı Alman düşünür Andreas
Arndt ve “Diyalektik Düşünce İçin
Uluslararası Hegel-Marx-Derneği” başkanı İtalyan düşünür Domenico
Losurdo ile yaptığımız röportajı
sunuyoruz. Soruların formüle edilmesine Güçlü Ateşoğlu, Doğan Göçmen, Kaan
Özkan ve Savaş Yazıcı katkıda bulunmuştur. Yayın Kurulu adına röportajı Doğan
Göçmen yapmış ve Türkçe’ye çevirmiştir. Son edit işlerini Güçlü Ateşoğlu
gerçekleştirmiştir.[1]
Bugün Neden Hâlâ Hegel?
D.G. • Profesör Andreas
Arndt ve Profesör Domenico Losurdo, sizler uluslararası iki felsefe derneğinin
başkanısınız. Bay Arndt, siz “Uluslararası Hegel Derneği”nin, Bay Losurdo, siz
ise “Diyalektik Düşünce İçin Uluslararası Hegel-Marx Derneği“nin başkanısınız.
Her iki topluluk da başlığında Hegel’in ismini taşıyor. Hegel’in 1831 yılında
ölümünün üzerinden 170 yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Sadece en ünlü
eserlerini anacak olursak; Hegel’in ilk bağımsız felsefi eseri olan Tinin
Fenomenolojisi’nin yayınlanışının
200. yılı geçen yıl birçok uluslararası konferans ve kongrede anılıdı ve de
kutlandı. Mantık Bilimi 190
yıldan daha fazla bir süre önce yayımlandı. Hukuk Felsefesinin Anahatları’nın yayımlanmasının üzerinden ise,
180 yıldan daha fazla bir zaman geçti. Bir insan yaşamıyla karşılaştırınca,
kişinin Hegel’e dair, “çok ‘eski’ bir düşünür” diyesi geliyor. Buna karşın,
Hegel’i bu kadar biricik, önemli ve vazgeçilmez kılan nedir? Sizin açınızdan,
dernekleriniz aracılığıyla amaçladığınız Hegel geleneğini sürdürme düşüncesini
zorunlu kılan nedir? Kısacası, bugün neden hâlâ Hegel?
A.A. • Bugün neden hâlâ
Hegel? Bunun nedeni, kısaca söyleyecek olursak, Hegel’in tamamıyla şimdiki
zamanın bir düşünürü olmasıdır; zira Hegel, ikinci bir örneği daha bulunmayan
bir düşünür olarak, çağımız-modernlik–üzerine kapsamlı ve sistematik olarak
düşünmüştür.
Hegel’e
göre her felsefe, “kendi dönemini düşüncede kavrayandır.” O halde, Hegel’i ele
aldığımızda zaman bağlamını–ne kendi felsefemizin ne de Hegel’in felsefesinin
zaman bağlamını göz ardı edemeyiz. Ne var ki, zaman bağlamı bütün düşünceyi
göreceli kılma ve keyfileştirme anlamına gelmemektedir. Hegel, felsefenin
gerçeği bilme talebinde tarihsel olarak kurulu olduğunu radikal bir şekilde düşünen
ilk filozoftur. Çünkü tin–ki, ona göre felsefe, tinin en üst basamağını temsil
etmektedir–kendi kendisini sadece tarihsel olarak kavrayabilmektedir. Bu,
Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nde 200 yıl önce ifade ettiği temel bir
kavrayış biçimidir.
Diğer
taraftan, Hegel’in Mantık Bilimi’nde bilgiyi içyapısal olarak
geliştirdiği gibi, felsefenin ilkesel olarak mutlak bilgide tamamlandığı ve
böylece, Fenomenoloji’de ifade edildiği gibi zamanı “söndürdüğü”
düşüncesi doğrudur. Ve bununla, Hegel’in kavrayışına göre, dünya tarihi de bir
sona ulaşmıştır; çünkü ona göre dünya tarihi özgürlük bilincinin ilerlemesidir
ve felsefenin mutlak bilgisinde tin, özgürlük olarak kendi kendisine görünür
olmuştur.
İlk
bakışta felsefenin radikal tarihselliğine dair düşünce, bir taraftan bilginin
mutlak tamamlanması ile diğer taraftan ise tarihin sonu ile uyuşmamaktadır. İkinci
düşünce esasen tarihte artık ilerlemenin olmadığı anlamına gelmemektedir;
tersine, sadece tarihsel olarak kurulmuş özgürlük düşüncesi bizim için
vazgeçilmiş (ve böylece de “mutlak”) olmuştur. Ama özgürlük bilincinin varlığının,
onun toplumsal siyasi hakikatte henüz gerçekleştiği anlamına gelmediğini Hegel
çok iyi biliyordu. Tarihi, Hegel ile özgürlük tarihi olarak düşünmek demek, her
siyasi toplumsal hakikati özgürlük kavramından ve özgürlüğün gerçekleştirilme
olanaklarından hareketle eleştirel olarak düşünmek demektir.
Felsefenin
mutlak bilgide son bulmasına gelince; Hegel’in bu düşüncesi daima tartışma
konusu olmuştur, hatta bazen de sert bir şekilde. Ama bu eleştirinin Hegel’e
dair uygun bir anlayışa dayanıp dayanmadığından pek emin değilim. Bilgi, kendi
içsel yapısını–salt düşünsel belirlemelerin kategoryal örgüsünü–tamamıyla
açıkladığı anlamında mutlaktır. Bu, Mantık Bilimi’nde vuku bulmaktadır.
Ama burada da, Hegel bu kategoryal örgünün real bilimlerde kendisini
“kanıtlamak” zorunda olduğunu bilmektedir. Ne var ki bu, Hegel eleştirilerinde pek
de dikkate alınmamaktdır. Tersine Hegel’e, pratiği göz ardı ettiğine dair
suçlamada bulunulmaktadır.
Hegel, Mantık’ında
mutlak ideden nihayetinde yöntemi anlamaktadır. Bu benim açımdan şu anlama
gelmektedir: O, kullanım esnasında kanıtlanması ve gerekirse değiştirilmesi
gereken bir düşünce aracıdır. Ama bu aracın özelliği, bilgimizin ve hakikatin
bütüne yönelik olmasına ve de keyfi sınırlamaları kabul etmemesine işaret eder.
Adorno’nun açıkça formüle ettiği gibi, bu mutlaklık talebinde aslında bir sınırlı
olanı mutlaklaştıran sınırlı düşüncenin temel eleştirisi yatmaktadır.
Özetle:
Hegel günceldir, çünkü onun felsefesi her bakımdan tamamıyla eleştireldir ve
bununla içinde yaşadığımız modernliğe özgü dönemin kendi refleksiyonunu devam ettirmektedir.
D.L. • İlk olarak; ölümünün üzerinden uzun zaman
geçmiş olmasına karşın, Hegel hâlâ bize hitap etmeyi sürdürüyor ve bize ilişkin
bir şeylerden bahsediyor. Hegel, bir taraftan, devletin ve iktidarın tamamıyla
sönümleneceğine ilişkin mesihçi beklentilere kapılmış olan belli bir vulgar Marksizme
özgü hataya düşüp, kibirli bir şekilde “biçimsel özgürlükler”den ve yasanın hükmünden bahsetmiyor. Diğer
taraftan ise–hem de Marx’tan önce–; maddi eşitsizlikler belli bir düzeye
erişince, bunun özgürlüğü de yerle bir edeceğini görmüş bir düşünür olarak
anılmayı hak etmiştir: Çünkü açlık (ve açlıktan ölme tehlikesi), “özgürlüğün
gerçekleştirilmesinin kapsamının tamamına karşı saldırmaktadır” (V. Rph., 4, s. 342[2];
bkz: Rph, § 127 A), “tüm haksızlığı” beraberinde getirmektedir
(Rph., §127) ve sonuçta kölelikle
aynı anlama gelmektedir. Kölelik ise, “mutlak suç” olarak tanımlanmaktadır (Rph. 1817-18, §45A). Vazgeçilmez “maddi
haklar”ın (B. Schr. s. 488),
“pozitif, yerine getirilmiş hak”kın (Rph.
1817-18, §118A) kuramsallaştırılması bundandır.
Hegel,
liberalizmi, “tek tek herkesin refahı”nı, “tikelin refahı”nı göz önüne bile almadan,
sadece “kişinin ve mülkiyetin güvenliğinin rahatsız edilmemesi” için çaba
harcamakla suçlamaktadır (Rph.,
§230). Bırakınız yapsınlar
kuramcıları, tüm ekonomik sektörlerin krizinin “devleti ilgilendirmediği”ni
savunuyorlar; çünkü onlara göre, “tekil kişiler yere batsa da, böylece bütün
yükselmektedir. Ama Hegel, onlara karşı geliyor: Tek tek her bireyin, “herkesin
yaşam hakkı” vardır (Rph. 1817-18,
§118 A). Liberal holizmin eleştirisi, aynı zamanda, somut bireylerin maddi
yaşam koşullarını dikkate almayan bir öğreti ve politik düzenin de
eleştirisidir. Mesele, “bireyin kişi olarak tikelliğinin de dikkate alınmasıdır”
(Rph. 1819-20, s. 188); ancak,
bireyin tikelliği onun maddi ihtiyaçlarından soyutlanırsa, dikkate alınması
mümkün değildir.
İkinci
olarak; yukarıda belirttiğimiz noktalar bile en önemlisi değil;
bu noktaların hepsi önemli de olsa, belli bir tarihsel durumda özgürlüğün
değişik yanları birbirleriyle çelişkiye düşebilir. Özgürlükler arasında oluşabilecek
olası çatışmayı açıklayabilmek için, Adam Smith’in Lectures on Jurisprudence’ini devreye sokabiliriz. Smith,
köleliğin, “özgür [liberal] bir hükümet”ten çok, “despotik bir hükümet altında”
ortadan kaldırılmasının daha kolay olacağını söylüyor. [Çünkü] özgür bir
hükümet, “kendilerinin aleyhine olan bir önlemi hiçbir şekilde işleme
geçirmeyecek olan, yasaların [kölelerin] efendileri tarafından yapıldığı” bir
hükümettir. Smith, köle sahibi birçok beyazın kendi yerel hükümetinin
bulunduğu, aynı zamanda liberal Locke’un, anayasa düzeyinde “her özgür adam”ın
“siyah köleleri üzerinde” “mutlak şiddetinin ve otoritesinin bulunması
gerektiğini düşündüğü (The Fundamental
Constitutions of Carolina) Amerika’daki İngiliz sömürgelerini göz önünde
tutarak şöyle diyor: “Kölenin tahakküm altında bulunmasının nedeni, özgür
adamın özgürlüğüdür. Ve onların toplumun en büyük bölümünü oluşturmasından
dolayı, insanlık duygularıyla donatılmış hiçbir kişi bu kurumun [köleliğin]
bulunduğu ülkede özgürlük istemeyecektir.” Burada üzerinde düşünmeyi gerektiren
şey, dolaylı olarak Smith’in, kölelik kurumunu ortadan kaldırabilecek tek
hükümet biçimi olarak “despotik hükümet”i tercih etmesidir. Burada karşı
karşıya olduğumuz çatışma, Marksist kaba yaklaşımlarda olduğu gibi,
“biçimsel” ile “esaslı” özgürlüğü, İsaiah Berlin’in bahsettiği “negatif
özgürlük” savunucuları ile düşmanlarını veya “açık toplum”un savunucuları ile
düşmanlarını karşı karşıya getiren bir çatışma değildir. Burada incelediğimiz
durumda söz konusu olan çatışma tamamıyla başka bir çatışmadır. Burada
sorgulanan, ne “biçimsel” veya “negatif” özgürlüğün ne de siyasi özgürlüğün (ve
yerel öz-yönetimin) değeridir. Somut ve belli bir durumda “negatif” ve daha da
fazlası siyasi özgürlük talebi, yerel öz-yönetim ve köle sahiplerinin siyasi
özgürlüğü ile ümitsiz bir şekilde çelişmektedir. Gerçekten de, onlarca yıl
sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyindeki kölecilik önce kanlı bir
savaştan sonra ve onu takip eden, ayrılıkçı birlik ve köleci devletler
tarafından dayatılan ordu diktatörlüğü tarafından ortadan kaldırılmıştır.
Lincoln’ün Jakobenci yönetimi hakkında bir düşünce edinmek için, o dönem
yayımlanmış “demokratik”, yani köleliği tasvip eden taşlamaları okumak
gerekmektedir. Lincoln, “askeri hükümet” ve “askeri mahkemeler” kurmakla ve de
“yasa” kelimesini “başkanın isteği” ve habeas corpusu “herkesi istediği
kadar içeri tıkan başkanın isteği” olarak yorumlamakla suçlanıyor. Birliğin
demir yumruktan vazgeçmesinden sonra, beyazların habeas corpusunun ve
yerel öz-yönetiminin yeniden tanındığına tanık oluyoruz. Ne var ki, siyahların
siyasi hakları ellerinden alınmakla kalınmıyor, onlar bir apartheid rejimi
altına alınıyor; köleliği andıran çalışma koşullarına ve linç yasalarına, yani
köleleri pratik olarak negatif özgürlükten dışlayan bir rejime maruz kalıyor.
Özgürlüklerin
çatışmasının, modern tarihin Hegelci yorumu için bir nevi rehber olduğu
söylenebilir. Siyasi eylemin vuku bulduğu somut tarihsel durumun sıkça bir
özgürlükler ve haklar çatışması tarafından belirlendiği doğrudur. Hegel’in
Yunan tragedyasından devraldığı öğretici bir örnek vardır. Antigone ile Kreon
arasındaki çatışma, iki “töre gücü”nün çarpışmasıdır. Antigone “aile
sevgisi”ni, duygulara bağlılığı ve akrabalar arası doğal bağı temsil ederken,
Kreon “devlet yasası”nı, hukuksal normların nesnelliğini canlandırmaktadır.
Normal koşullarda, her iki güç de uyumlu ve sorunsuz birliği içinde beraber
yaşıyor. Ama çatışma durumları ortaya çıkabilir–ki bu, acı verici, hem de
trajik bir seçimi dayatabilir. “Kreon bir tiran değildir, tersine o da töresel
bir güçtür.” Bunun için Sofokles’in Antigone’si, “tragedyanın mutlak örneğidir” (W, 17, s. 133). Dahası, tragedya büyük tarihsel çatışmaları anlamak
için bir modeldir, bir edebiyat türüdür. Hegel, sürekli özgürlüklerin çatışmasını
göz önünde bulundurduğu için, Sezar’ın geneli canlandırdığını vurguluyor;
Sezar’ın katili Brutus’un ise, “en yüce asi birey” olduğunu kabul ediyor:
“Roma’nın asil erkekler”i, bir kişiyi ortadan kaldırmakla cumhuriyetçi
özgürlüklerin kurtarılabileceği yanılsamasını beslemektedir–ki, bu özgürlükler
her zaman imtiyazlı sınırlı bir tabakanın elinde araçtır ve şimdi “boş
formalizm”e dönüşmüştür (Ph. G.,
712).
Modern
dünyanın oluşmasına dönersek; Ancien Régime’de “baronların özgürlüğü”,
“ulus”un “mutlak esaret”ine yol açmaktadır ve “bağımlıların özgürlüğü”nü
engellemektedir. Bundan dolayı, “halk her tarafta baronların bastırılması
sonucu kurtarılmıştır” (Ph. G., ss.
902-3). Soylular, kendilerini, sözgelimi “bağımsız zorbalık, özgürlüğün
bastırılması ve despotizm” olarak hukukun tek koruyucusu yapan imtiyazın
kaybolduğunu hissetmektedir (Rph.,
§219A). Haller’in “despotik” anti-feodalist yasalara karşı polemiğini kuşkusuz
göz önünde bulunduran Hegel’in kendisi de, herhangi bir tereddüde yer
bırakmayacak bir şekilde “despotizm”den bahsediyor, ancak başka ve karşıt bir
anlamda (B. Schr., s. 680):
“Devrimler, ya prensler ya da halk tarafından yapılmaktadır. Örneğin, Kardinal
Richelieu kodamanları bastırdı ve geneli onların üzerine çıkardı. Bu
despotizmdi. Bununla birlikte, vasalların ayrıcalıklarının bastırılması
doğruydu” (Rph. 1817-18, §146A).
Burada savunulan “despotizm” devrimci, anti-feodal despotizmdi–ki bu, II.
Friedrich’in iştirak ettiği “muazzam devrim”in seyriyle de doğrulanmıştır. Ve
bu devrim, “devlet bağlamında özel mülkiyet belirlemesinin, özel tasarrufun
yokolması”na götürmüştür (V. Rph., 4,
s. 253; bkz: Rph, § 75). Richelieu
örneğinde görüldüğü gibi, despotizm genelin gerçekleştirilmesinin bir unsurudur
ve daha sonra aşağıdan yapılan devrimlerle de bir süreklilik içindedir; önce
bağımlılığın azaltılmasına yol açan yukarıdan reformlarda görünen ve Amerikan
Devrimi’nde uygulanan “genel düsturlar ilkesi [...] Fransız halkında”
pekişmiştir “ve sonrasında ise, orada devrimi ortaya çıkarmıştır” (Ph. G., s. 920).
Anti-feodal
despotizmin olumlu değerlendirmesi, bunun bedelini göz ardı etmiyor veya küçük
görmeye kalkmıyor. Başka bir deyişle, o bizim hâlâ özgürlüklerin çatışmasıyla
karşı karşıya olduğumuzu görmezlikten gelmiyor. Ayrıca bu, antik Roma’da monarşiden
cumhuriyete ve cumhuriyetten de imparatorluğa geçişin çözümlenmesiyle tasdik
edilmektedir. Cumhuriyetçi senato (bu ifadeyi, plebyenlere karşı ılımlı
davrandığı suçlamasında bulunup monarşiyi yıkan patrisyenler kullanmıştır)
“genel”i temsil etmek şöyle dursun, “tikel”i temsil etmektedir ve bu da aristokrasinin
çıkarlarını temsil ettiği anlamına gelmektedir. Buna karşın Sezar, “şiddet”e
başvursa da, “tikel”liği aşıp “genel”e geçerlilik kazandırmaktadır (Ph. G., ss. 690-3 ve ss. 711-2). Aynı
yolu takip eden Caracalla, daha sonrasında, “Roma İmparatorluğu’nun tüm idare
edilenleri arasındaki tüm farklılıkları ortadan kaldırma” ve “yurttaşlar
arasında eşitlik”i tesis etmekle anılmaya hak kazanmıştır. Evet, “eşitliği
getiren despotizmdir.” Ama burada söz konusu olan, “özel hak”kın “soyut”
özgürlüğüdür. “Özel kişiler”e indirgenen bireyler, her türlü siyasi haktan
mahrum bırakılmıştır. İmparator ile “halk” arasında “hukuksal ve töresel, yani
devletin bir düzeni, genelin çıkarı için etkin olan, genel devlet yönetimi
üzerinde etkili olan belediyelerde ve bölgelerde yaşamın kendinde haklı
halkalarının düzenini oluşturan bir anayasa bağlılığı bulunmamaktadır” (Ph. G., ss. 716-7). İmparatorluk ile,
pleblerin baskı altında tutulmasına dayanan aristokrasinin hükmettiği bir kurum
bile olsa, cumhuriyetin zengin siyasi yaşamı son bulmuştur. Özel kişiler
arasındaki hukuksal eşitlik ve özgürlük, cumhuriyetçi özgürlüğün enkaz yığını
üzerine kurulmuştur ve de bu özgürlükten sadece imtiyazlılardan ve
baskıcılardan oluşan sınırlı bir çevre yararlanabilmektedir.
Bu
bildiğimiz özgürlükler çatışmasıdır ve bunu Hegel, “olağanüstü hal hakkı”na
dair çözümlemesinde sistematik bir şekilde teorik olarak ele almıştır. Yaşam
tehlikesi içinde bulunan aç birisinin, ona hayatta kalmayı sağlayacak bir parça
ekmeği çalmaya hakkı vardır. Tabii, o böylece ekmeği çalınanın mülkiyetini
özgürce kullanma hakkına tecavüz etmektedir; buna karşın bu hırsızlık,
“tamamıyla haksızlık” durumundan kurtulma denemesidir. Bu durumda ortaya çıkan
özgürlükler çatışmasında Hegel, tartışmayı becerikli bir biçimde yürüterek şu
belirlemeyi yapıyor: “Burada iki tür haksızlık karşı karşıya bulunmaktadır ve
soru, hangisinin daha büyük haksızlık olarak görüleceğidir. Küçük haksızlık
büyük haksızlığa karşıdır.” Mülkiyet karşısında yaşamı kurban etmeyi reddetmek, en büyük
haksızlığa engel olmak demektir; “sıkı yasa”ya “sıkıntı hakkı”na karşı “sıkıca”
geçerlilik kazandırmak demek, “haksızlık” veya her durumda en büyük eşitsizliğe
geçerlilik kazandırmak demektir (V. Rph.,
III, s. 403 u. s. 405[3]).
Bu, Hegel’in mantıksal düzeyde de incelemek için çaba harcadığı özgürlükler
çatışmasıdır. Mülkiyeti zedeleyen aç [insan], hırsızlığa maruz kalan mülkiyet
sahibi hakkında basit bir negatif karar vermektedir; ama onun haklardan
yararlanma hakkı olduğunu sorgulamamaktadır. Aç olanı ümitsizce mahkûm etmek
isteyen mülkiyet ilişkileri, onun hakkında negatif-sonsuz (negativ-unendliches) bir karar vermektedir. Bu mülkiyet ilişkileri
onun tikel ve sınırlı bir hakkını değil, tersine onun tüm haklarını tanımıyor.
Pratik olarak bu mülkiyet ilişkileri, aç olan üzerinde cinai eylemde bulunan
birisinin uyguladığı aynı şiddeti uygulamaktadır.
Üçüncü olarak; tarihi ve tarihsel sürecin karmaşık ve çelişki dolu
niteliğini daima dikkate almak, Hegel’i, liberal geleneğin ünlü temsilcilerinin
sonunda teslim olduğu “ sıradan bilincin dogmatizmi”ne düşmekten korumaktadır.
Somut bir durumu inceleyelim: Amerika Birleşik Devletleri’nde rule of law’ın (yasa hükmünün) güçlü
köklülüğü ve bu ülkedeki büyük siyasi ve kurumsal istikrarlılık, sözgelimi
Fransa ile karşılaştırılarak nasıl açıklanabilir? Dikkatleri “dünya tarihinin
coğrafik temellerine” çeken Tarih
Felsefesi Üzerine Okumalar “koloni kurma olanağı” Kuzey Amerika
Cumhuriyetine toplumsal çatışmaları önemli oranda dindirme fırsatı
tanımaktadır. Sonuç itibariyle: “Germanya ormanları hâlâ olsaydı, Fransız
Devrimi vuku bulmazdı” (W, 3. s.
113). Bu çözümleme tamamlanabilir: Kölelik kurumu, üretim alanında “tehlikeli
sınıflar” üzerinde sıkı kontrol kurma olanağı sağlamıştır. Buna karşın, başka
büyük güçlerin olmayışı ve ulusal güvenliği tehlikeye düşürecek tehlikelerin
olmayışı, Amerika Kıtası’nda rule of lawu
tehlikeye düşüren veya rafa kaldırılmasına yol açan olağanüstü hal ve acil kriz
durumlarının oluşmasını Avrupa’dan daha zor kılıyor.
Hegel’in,
“bayağı bilincin dogmatizmi” olarak eleştirdiği şey açısından durum çok
farklıdır. Burada bir tikellik üzerinde, örneğin Birleşik Devletler’de hüküm
süren rule of law üzerinde
yoğunlaşılmaktadır. Ama bu siyasi-toplumsal yaşamın bütünlüğünden kopuk olarak
ele alınmaktadır; bundan dolayı Kızılderililerin, Afro-Amerikalıların ve diğer
etnik grupların kaderi ve böylece Hegel’in büyük dersi göz ardı edilmektedir:
“Gerçek bütündür” (W, 3, s. 24). Bu
incelenen ve öne çıkarılan tikellik coğrafik, jeopolitik ve tarihsel
bağlamından da koparılmaktadır. Bir dizi göz ardı etmeler ve mantıksal
sıçramalarla aslında sadece bir grup beyaz için geçerli olan rule of law yasanın genel hükmüne
dönüştürülmektedir; dahası, maddi ve empirik sınırlamaları aşan yasanın bu
hükmü, doğanın veya tanrının gizli bir planı aracılığıyla evrenselliği temsil
etmek için seçilmiş bir halkın karakteristiğine dönüştürülmektedir. Bu
evrensellik sonunda öyle bir katkısız mutlak biçimini almıştır ki, ona ancak
barbarlar ve sapıklar karşı çıkabilir.
L’Ancien Régime et la Révolution’da Tocqueville, örneğin Anglo-Amerikanların ve
özellikle Birleşik Devletler’in “pratik insan aklı”nı ve ifade edilen özgürlük
sevgisini, Fransızların düzeltilmesi mümkün olmayan sürü dürtüsü ve aşırıcılığıyla
karşılaştırmaktadır: Fransızlarda “soyutlanma korkusu” vardır ve “kalabalık
içinde olma özlemi”ne sahiptirler; kendilerini “eşit adımlarla ve de sıra sıra
ve kenetlenmiş” olarak “yürüyen” bir “ulus”un üyeleri olarak hissetmektedirler;
onlar özgürlükte “değerlerinin en önemsizi”ni görmektedirler “ve böylece
tehlike karşısında özgürlüğü akılla birlikte kurban etmeye hazırdırlar.” Bundan
şu sonuç çıkmaktadır: Bir tarafta “özgürlük için yaratılmış halklar”, diğer
tarafta ise “köleliğe yatkın uluslar” vardır veya her durumda “özgür olma
onuru”na kavuşamamışlardır. Bu karşılaştırma, içinde bir de ahlaki
değerlendirmeyi barındırıyor. Anglo-Amerikanların insani sağduyu anlayışı ve
pratik yönelimi, genel bir ruh halinin kurucu unsurudur. Bu temelde “doğru
anlaşılan özel çıkarın bilinmesi, insanları adalete ve onurluluğa götürmeye
yetecektir.” Anlaşılan, bundan böyle ahlaklı halklar ile ahlaksız halklar karşı
karşıya bulunmaktadır.
Psikolojik
ve antropolojik olana kaçış, belli bir ülkede hüküm süren siyasi ve toplumsal
çatışmaların yorumunda da kendisini göstermektedir. Montesquieu’nün
Richelieu’yu hangi kavramlarla eleştirdiğine bakalım: “Bu adam despotizme
kalbinde değilse, beyninde sahipti”; diğer taraftan, serfliğe saldırıyı
engellemek için monarşik mutlakiyetçiliği zayıflatmak isteyen feodal
aristokrasi, Montesquieu tarafından entelektüel ve duygusal olarak özgürlük
meselesine sadık bir sınıf olarak ortaya konmaktadır. Tocqueville’in, “maddi
mallar” elde etmek isteyen ve olduğu gibi özgürlüğe değer vermekten yoksun halk
sınıflarına yönelttiği küçültücü uyarısı okunmalıdır: “Özgürlükte özgürlüğün
kendisinde başka bir şey arayan, hizmet etmek için yaratılmıştır.” Ve yeniden
özgürlük için belirlenmiş olanlarla kölelik için belirlenmiş olanlar karşı karşıya
getirilmektedir: Bir tarafta, “tanrının verdiği büyük yürekler” vardır. Bunlar
özgürlüğü hissetmek için “yüce arzu”ya sahiptirler. Diğer tarafta ise, bu “yüce
arzu”ya sahip olmaları tamamıyla mümkün olmayan “ortalama ruhlar” vardır:
“Bunların o arzuyu anlamalarını beklemekten vazgeçmek gerekmektedir.”
Bu
psikolojik ve antropolojik olana kaçış, bugün de ortadan kalmamıştır: Bugün kutsanan
Popper ve Berlin gibi yazarlarda gözlüyoruz; ama bu, tarihsel ve siyasi dünyada
hüküm süren çatışmaları yüksek ile bayağı ruhların çatışması olarak gösterme
eğiliminde olan hâkim ideolojinin bütünüdür. Hegel’in çıkış noktasının
yüceliği, bence açık ve göz ardı edilemez.
Özgürlük,
Totalitarizm ve Yöntem
D.G. • Hegel’in
güncelliğinin nerede yattığına dair sorumuza verdiğiniz yanıtınızda her ikiniz
de Hegel’in özgürlük kuramını merkeze aldınız. Gerçekten de, ister bireysel
bağlamda isterse dünya tarihi bağlamında ele alalım, Hegel’e göre bütün
etkinliklerimizin amacı özgürlüktür. Ama bu, üzülerek belirtiyorum, kendilerini
eleştirel düşünür olarak tanımlayan birçok düşünürün de desteklediği, Hegel’i
“totalitarizmin düşünürü” olarak gösteren yaklaşımlara ters düşüyor. Hegel’in
felsefesinin bir temsilini sunarken, sizin de önerdiğiniz gibi Profesör Arndt,
Hegel’in felsefeyi “dönemini düşüncede kavramak” olarak tanımlamasını kuşkusuz
ki çıkış noktası yapıp merkeze almak gerekir. Bu düşünceyi Hegel, Hukuk
Felsefesi’ne yazdığı önsözde dile getiriyor; ama aynı düşünceyi eserlerinde
birçok yerde, örneğin Felsefe Tarihi Üzerine Okumalar’ında da dile
getiriyor. Bu felsefe anlayışının “gerçek” kavramı için sonuçsuz kalabileceğini
düşünmek mümkün değil. Siz Profesör Losurdo, buna uygun olarak Fenomenoloji’nin önsözünden Hegel’in
“gerçek bütündür” belirlemesini aktardınız. Bu iki belirlemesinde de Hegel,
ünlü bütünlük/tamlık talebini formüle ediyor. Tam da bu iki belirleme, Hegel’e,
yukarıda andığım totalitarizmin düşünürü olma suçlamasını getirdi. Karl Popper,
Hegel’i “açık toplumun düşmanları”na dahil etti; Adorno ise, Hegel’in “gerçek
bütündür” belirlemesine karşı karşı-belirlemeyi formüle etti: “Bütün gerçek
değildir.” Hegel’in yukarıda andığımız belirlemelerinin temelini, onun Kantçı
dualizme karşı geliştirdiği diyalektik kavramı oluşturuyor. Bundan dolayı
Popper ve Adorno’nun saldırılarının Hegel’in felsefesinin kalbini hedef
aldığını söyleyebiliriz. Bu bağlamda sormamız gereken soru, Hegel’in
kurguladığının tersine felsefenin diyalektiksiz edip edemeyeceğidir. Bu
sorumuzun cevabı, ilk sorumuza verdiğiniz yanıtta açıkça olmasa da mevcut. Düşüncelerinizi,
diyalektiğin yöntem olup olmadığı sorununu da dikkate alarak biraz daha
açabilir misiniz?
D.L. • Hegel’e karşı
yapılan totalitarizm suçlamasının gerçekten de elle tutulur bir yanı yoktur.
İlk önce, söz konusu kategori hiçbir şekilde açık değil. Arendt “totaliter”
olgusunun yeni olduğunu ileri sürerken, Popper bunun tersi bir sonuca ulaşıyor.
Çünkü Popper’e göre, “totalitarizm eski veya yeni kültürümüzün her ikisine de
ait bir geleneğe aittir. Aktardığımız bu düşünürler, Komünizmi ve Nazizmi göz
önünde bulundururken, Adorno bir bütün olarak “totaliter kapitalizm”i ve “araçsalcı
düşünce”ye dikkat çekiyor. Bugün totalitarizm kategorisi, liberal Batının
yirminci yüzyıl trajedisinden sorumlu olduğunu gizlemek için kullanılmaktadır.
Bu kategoriyle bir taraftan Birinci Dünya Savaşı göz ardı edilmektedir; ki bu
savaşta, Weber’in sözleriyle ifade edecek olursak, “devlete (...) yaşam, ölüm,
özgürlük hakkında ‘meşru’ yaptırım hakkı isnat” edildiği dönemdir; diğer
taraftan ise, sömürgeci gelenek görmezlikten gelinmektedir–öyle ki, bu
geleneği, tıpkı Kızılderilileri olduğu gibi, Doğu Avrupalıları da yok etmek ve
hayatta kalanları ise siyah köleler gibi efendi ırkının hizmetinde çalışmaya
zorlamakla Nazizm üstlenmiştir. İktidarın sömürge halklarının dezavantajına tümüyle
ele geçirilişi ve sömürgeci emperyalist güçler ile metropolde ortaya çıkan
emperyalist güçler arasında savaş: “Totalitarizm”in nedeni budur. Bunun Hegel
ile uzaktan yakından ilgisi yoktur!
Adorno,
Hegel’in tezini polemik yapıp tersine çevirerek bütünde gerçek olmayanı arıyor.
Ne var ki somut bir tarihsel analize geçince, kendi kendisi ile çelişmek
zorunda kalıyor. Adorno, (Mussolini’nin hocası) Pareto’daki “ultura-nominalist
apoloji”yi vurguluyor ( bkz. İdeoloji Öğretisine Katkı). Joseph de Maistre’nin
şahsında faşizmi önceleyen birisini gören İsaiah Berlin de benzer bir sonuca
ulaşıyor. Gericiliğin Fransız teorisyeninin nominalizmi açık. Onun açısından
Fransız Devrimi’nin temel hatası, genel kavram olan “insan”ı, bir bütün olarak
insan kavramını kuramsal olarak formüle etmiş olmasıdır: “Yaşamım boyunca
Fransızları, Rusları, vs. tanıdım; Montesquieu’nün sayesinde Persli
olunabileceğini de öğrendim; ama insana gelince, ona hayatımda hiç rastlamadım,
eğer var ise, benim bilgim dışında vardır.”
Pareto’nun
ve Maistres’in “ultra-nominalist apoloji”si, tam da Hegel’in bütününün
karşıtıdır ve “ultra-nominalist apoloji”, bizim antropolojik nominalizm olarak
tanımlayabileceğimiz şeyi tamamlayan Nazizmde çok güçlü bir şekilde etkisini
sürdürmektedir: İnsan genel kavramının yıkımı ve “alt-insanlar”ın
kuramsallaştırılması–ki, bunların bir kısmı kökü kazılmayı, diğer kısmı ise,
efendi ırka yer yapmak veya hizmet etmek için köleleştirilmeyi hak etmiştir.
Hegel’in öğretisi sadece faşizme karşı mücadele etmek için değil, aynı zamanda
onu anlamak için bile vazgeçilmezdir. Hegel, insanın verili empirik bir varlık
olmadığını açıkladı. Burada, uzun tarihsel süreçlerin ve tanınma için verilen
müthiş mücadelelerin sonucu olan bir kavramla karşı karşıyayız. Bu mücadelelerin
akışı içinde hüküm süren toplumsal sistemin ve ideolojinin sonucu olan
sömürgelerdeki köleler ve metropollerdeki ücretli işçiler şeyleştirilmeye ve
salt iş aracına indirgenmeye karşı ayaklanmışlardır. Ama eklememiz gerekir:
Genel insan kavramının tarihsel süreç sonucu inşası, geri döndürülemezdir;
çünkü insanlar, uzun süre insani ve ahlaki onurun ellerinden alınmasına müsaade
etmeyeceklerdir: “Prensin tek keyfiyeti yasa olsaydı ve köleliği yeniden kurmak
isteseydi, bunun gerçekleşmesinin artık mümkün olmadığına dair bilince sahibiz.
Herkes köle olmayacağını biliyor.” Bir bütün olarak insanın özgürlüğü, ikinci
bir doğanın “doğa-varlık anlamına sahiptir” (Werke in zwanzig Bänden, XVIII, 121-22). Hitler’in, yok edilmesi
veya köleleştirilmesi gerektiğine inandığı alt-insanlara hükmetmek için
yaratılmış efendi-ırkın karşısına koymakla genel insan kavramını yıkamayışının
nedenini, Hegel’in çok önceden açıkladığını söyleyebiliriz.
Felsefi
ve siyasi nitelikte anahtar kategorilerin görünüşte kendinden anlaşılırlığını
reddetmek ve onlara temel oluşturan karmaşık ve çelişki dolu tarihsel süreci
vurgulamak, diyalektiğin temel yanlarından birisidir. Ama şimdi bütünlük
kategorisi üzerine yoğunlaşalım. Bu kategoriyi reddetmek, modern tarih ile
çağımızın tarihini anlama olanağını reddetmek anlamına gelmektedir. Batı
tarihi, bugün onun önder ulusu açısından kavranabilecek bir paradoksu
gözlerimiz önüne seriyor: Beyaz cemaat içinde demokrasi, siyahların
köleleştirilmesine ve Kızılderililerin göçe zorlanmasına eşzamanlı gelişti.
Birleşik Devletler’in ilk otuz iki yılında başkan olanların hepsi köle
sahibiydi ve dahası, Bağımsızlık Bildirgesi’ni ve anayasayı hazırlayanlar da
köle sahibiydi. Bu, kendi ülkelerinin tarihini belirleyen paradokstan dolayı
önemli. Amerikan araştırmacılar, Herrenvolk
democracyden (efendi halkın
demokrasisi) bahsetti. Bir tarafta beyazlar ile diğer tarafta
siyahlar ve Kızılderililer arasına çekilen keskin çizgi, beyaz cemaat içinde
eşitlik eğilimini güçlendirmektedir. Bir sınıf veya deri rengi aristokrasisine
üye olanlar, kendilerini “pairs” olarak görme eğilimi gösterirler.
Dışlanmışlara dayatılan açık eşitsizlik, “aşağıdakiler”i dışlamak için
iktidarda olanlar arasında oluşan eşitlik ilişkisinin öbür yanıdır. Herrenvolk democracy kategorisi tüm Batı tarihini açıklamak için
de yararlı olabilir. Avrupa’da on dokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın
başındaki seçim hakkının genişletilmesi, baskı altına alınan halklar için
kölece veya yarı kölece işi beraberinde getiren sömürgeleştirme süreci ile el ele
işlemektedir. Kapitalist metropolde yasalara dayalı hükümet (rule of law), şiddet ve polis keyfiyeti,
sömürgelerdeki işgal durumu ile yakın ilişki içindedir. Sonuç itibariyle,
Birleşik Devletler’de görülen aynı olgu ile karşı karşıyayız. Bu, Avrupa’da o
kadar açık değil; çünkü sömürgeleştirilmiş halk, kapitalist metropolde
yaşamamaktadır, okyanustan dolayı ondan ayrılmıştır.
Hegel’in
diyalektiğinin sayesinde, liberal toplumu çelişkili bir bütünlük olarak
kavrayabiliriz. Bu çıkış noktasını reddetmek, ya bugün hâkim olan “apoloji”
karşısında teslim olmak, ya dehşetli dışlayıcı kuralları görmezlikten gelmek,
ya da rule of lawun iktidarı
sınırlayıcı rolünü ve “biçimsel” özgürlüğü anlamsız gören kaba “Markist”
yaklaşımlara kaymak anlamına gelmektedir: Her iki alternatif de felakettir.
Diyalektik
olmadan içinde yaşadığımız dünyada yön bulmak mümkün değildir. Küreselleşme,
kültürlerin karşılaşması ve çatışması bağlamında yaşanan çatışmaları ve
relativizm ve evrenselcilik tartışmalarını düşünelim. Demokratik ve pasifist
bir duruştan yola çıkarak, Batının evrensel uygarlık misyonu ve yönetici gücü
adına yürütülen savaşlara (ve haçlı seferlerine) karşı çıkan birisi, aslında
kendisini çıkmaza sokmaktadır. Eğer bütün düşünceler ve kültürler eşit ise,
emperyalizmin ideolojisini ve yayılma hevesli, savaş ve başkalarını tahakküm
altına alma arayışı içinde olan bir kültürü olumsuz anlamda ayrı/ayrıcalıklı
tutmak için bir neden yoktur.
Öbür
taraftan, özellikle Birleşik Devletler’de Leo Straussçu evrenselci okul
durmaktadır. Strauss, relativizmi, yamyamlığı da gerekçelendirebileceğinden
dolayı yerden yere vurmaktadır. Ama o, yamyamlığa karşı mücadele adına vuku
bulan, Todorov’un “insanlık tarihindeki en büyük halklar katliamı” olarak
adlandırdığı şeyi görmezlikten geliyor. Kızılderililerin katliamını bir tarafa
bırakacak olursak, sömürgeciliğin bütün tarihini, tüm dünyada evrensel ve şüphe
bırakmayacak ve de relativizmin eleştirisinden uzak tutulan gerçekleri yayma
belirlemektedir.
Strauss’un kendisinin de açıkça belirttiği gibi,
onun talep ettiği evrensellik kendisini “Batı tini”nde canlandırmaktadır. Zaten çok sınırlı olan uygarlık ve evrensellik sınırı böylece daha da
daraltılmaktadır: Strauss bunu daha tam olarak tanımlıyor ve burada söz konusu
olanın, “özellikle Anglosakson Batı” olduğunu belirtiyor. Kimsenin şüphe
duymaması için de, “özellikle Amerikan deneyimi”ni kutlamak istediğini sonunda
açıklıyor ve de “özgürlük için tasarlanmış ve bütün insanlar eşit yaratılmıştır
ilkesine vakfedilmiş bir ulus ile kesinlikle özgürlük içinde tasarlanmamış eski
kıtanın ulusları arasındaki fark”ın altını çiziyor. Görüldüğü gibi burada
çizilen tabloda, hâkim sınıfların dışladığı sömürge halklara veya geçmişte
sömürge olan halklara yer yoktur. Yakından bakılırsa, Strauss’un “evrenselcilik”i
sadece yeniden ısıtılmış, Birleşik Devletler’in tarihini takip eden kuruluş
mitolojisidir: “Tepedeki şehir” olarak kutlanan, bütün dünyaya örnek olarak
hizmet etmesi düşünülen ülke için tanrı sanki iyi bir kader çizmiştir ve bu
ülke kendisinin, içte gelişen köleliğe karşı hiçbir çelişki hissetmeden,
“yaratıcı tarafından bugüne kadar görülmemiş” “bir özgürlük uygarlığı” kurmak
için belirlendiğini düşünmektedir (köle sahibi olan Jefferson, bir başka köle
sahibi olan Madison’a yazdığı 27 Nisan 1809 tarihli bir mektupta böyle diyor).
Bundan dolayı, Leo Strauss’un bugün Yeni-Muhafazakârların (Neo-Conservatives)
başvurduğu düşünür olmasında şaşılacak bir şey yok–öyle ki bunlar, tanrı
tarafından “seçilmiş ulus”un küresel Siyonist amacını silah zoruyla gerçekleştirmeye
çalışıyorlar.
Hegel’den hareketle, Strauss’un “evrenselcilik”inin
“şüpheciliğin asil yanı”nı tanımadığını söyleyebiliriz: “Bayağı bilincin
dogmatizmine karşıt yönü”nü. Bu şekilde evrenselcilik esasında “bayağı
empirizm”e veya “mutlak empirizm”e dönüşmektedir (Werke
in zwanzig Bänden, II, 249vd. 403; III,
184). Bu dönüşüm, tam da “cümlede kendi biçimine göre mutlaklık” ifade
edilmeden belli bir empirik içeriğe taşındığı zaman vuku bulmaktadır–öyle ki,
bu empirik içeriğe böylece mutlaklık onuru verilmektedir. Hegel ile daima,
bugünkü (örneğin Strauss gibi) relativistlerin ve evrenselcilerin “sadece
şüpheci ve dogmatik felsefi düşünme”yi tanıdıklarını ve “şüphecilik” ile
“dogmatizm” arasındaki “bir üçüncü”yü, yani asıl felsefi düşünmenin başladığı
üçüncüyü görmezlikten geldiklerini söyleyebiliriz (Werke in zwanzig Bänden, II,
217 u. 230).
Böylelikle yeniden diyalektiğin gerekliliğinin
bilincine varıyoruz. Diyalektiğe başvurulmazsa, karşımıza bir tarafta savaş
ideolojisi olarak ortaya çıkan apoloji, diğer tarafta ise fundamentalizm ile
eşanlama gelen toplu red çıkıyor. Burada Lenin’in bir tanımını hatırlatmaktan
kıvanç duyuyorum: “Diyalektik, Hegel’in çoktan açıkladığı gibi, içinde bir
relativizm unsurunu, yadsımayı, şüpheciliği barındırır. Ama o relativizme
indirgenemez” (Lenin, Werke, XIV, 131vd.).
A.A. • Sorduğunuz soru, aslında içinde birbiriyle yakın ilişkisi olan birkaç
soruyu birden barındırıyor.
Öncelikle, Hegel’e karşı ileri sürülen totalitarizm
suçlaması tamamıyla saçmadır; çünkü felsefi bir kategori olan bütünlük (Totalität) ile siyasi bir kategori olan
totalitarizm arasında hiçbir ilişki yoktur. Tersine, bu iki kavram birbirini
dışlamaktadır. Her türlü siyasi totalitarizm aslında tikelliktir; çünkü o,
dışlama ve baskı altında tutmaya dayanmaktadır. Ne var ki felsefi açıdan,
bütünü, dışlananın içeri alınması anlamından başka türlü düşünmek mümkün
değildir. Eğer bu böyle olmasaydı, onun bütün olması mümkün olmazdı. Bütünlük
kategorisi, yaşlı Hegelcilerin sandığının tersine, tam da her türlü totaliter
düşünce biçimi karşısında eleştirel bir işleve sahiptir. Bu kategori dışlananı,
göz ardı edileni düşünmeye ve içine katmaya zorlamaktadır. O, her türlü sınır
çekilmeyi geçersiz kılmaktadır; her türlü dar görüşlülüğü parçalamaktadır.
Georg Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci’nde
bütünlük (Totalität) kategorisine
“eleştirel ve devrimci olarak anlaşılan bir diyalektiğin merkezî kategorisidir”
demekle bunu açık seçik görmüştür.
Böylelikle Adorno’ya geliyorum: Hegel, bütünü, kendinde
somut genellik olarak düşünüyor. Bir başka deyişle, bütün kendi içinde düzenli,
organik ve de kendini hükmeden bir “merkez”in altına yerleştirtmeyen unsurların
bütünlüğüdür. Gerçek artık soyut olmayan–ve bu, Hegel açısından tek-yanlı
anlamına gelmektedir–bir şeydir; tahakküm kurmak ise, tahakküm altında olanın
kendi bağımsızlığında ve özgürlüğünde geçerli kılınmasına müsaade etmediği için
soyuttur. O halde somut genellik düşüncesi, verileni aşan ütopik bir fazlalık
gibi bir şeyi içinde barındırmaktadır: Tahakkümden arınmış bir yapı düşüncesi.
Adorno, kısa ve öz olarak, “bütün gerçek olmayandır,” diyorsa, bundan, varolan
toplumsal-siyasi hakikatin, Hegel tarafından en üst genellik, mutlak olarak
düşünülene denk düşmediğinden daha fazlasını anlamamaktadır. Tabii bunun
kıssadan hisse olup olmadığını sormak gerekir. Hegel, belirttiğim gibi,
özgürlük kavramı ile bunun gerçekleştirilmesi arasındaki farkı çok iyi
biliyordu. Ancak o, kavramın gerçek hakikat olduğu ve yalnız olgusallığın
kavrama karşı süresiz direniş gösteremeyeceği düşüncesindeydi. Hegel’in bu
iyimserliğini Adorno paylaşmıyor ve felsefesinin düşüncede kavradığı kendi
döneminin deneyiminden dolayı bunun için gerekli nedenleri de var. Ama aynı
zamanda Adorno, mutlak olanın eleştirel işlevinin bilincindedir; o bunu, Minima
Moralia’sında ortaya
koymuştur (Frankfurt/M 1970, s. 166vd.; “Drei Schritt vom Leibe”). Onun için
mutlak kavramı bir refleksiyon kavramıdır; eş deyişle, onun kendisi için
konulmaması ve metafizik bir geri dünya için esas kılınmaması gerekmektedir.
Tersine o, yadsıması olduğu sonlu ve göreceli olana ayrılmaz bir şekilde
bağlıdır. Mutlak olanla bağlantının eleştirel bir işlevi vardır. O, perspektif
değişimine zorlamakla ve görünüşte görünenin yanlış olduğunu ortaya koymakla
alışılmış bakış biçimlerinin ve sınır çekmelerin yadsımasıdır. –Her halükârda
Adorno, bütünlükten (Totalität)
totalitarizme varıp kıssadan hisse çıkaran Hegel eleştirmenlerinden değildir.
Son olarak, diyalektik üzerine konuşacak olursak;
şüphesiz ki, Hegel eleştirmenlerinin saldırılarıyla özellikle diyalektik
kavramını hedef aldıklarını hemen kabul ediyorum; bu, diyalektiği mantıksal
saçmalık olarak gören ve onu düşüncede gelişigüzellik ve keyfilikten sorumlu
tutan Popper’de açık seçik görülüyor. Adorno’da durum farklıdır; çünkü o,
diyalektiği göz ardı etmek değil, tersine, Hegelci düşüncenin olumlayıcı yanını
kabul etmediği için onun yadsıyıcı-eleştirel niteliğini vurgulumak istiyor.
Gerçekten de Hegel, dönüp dolaşıp daima, diyalektiğin sadece yadsıyan bir
sonucunun, yadsıyan yanının olmadığını belirtiyor. Bu, antiklerden (Platon da
Hegel tarafından eleştirilmektedir) Kant’a kadar uzanan yanlış bir
bakıştır–öyle ki, onun Salt Aklın
Eleştirisi’ndeki transendental diyalektiğinin sonucu, mutlağın
bilinemeyeceği ve aklın yeniden anlama yetisinin aracına dönüştüğü gerçeğidir.
Bunun böyle olmasının nedeni, koşulsuz olanı veya mutlağı düşünmeye çalışan
aklın, Kant’ın adlandırdığı gibi, kaçınılmaz olarak diyalektik
karşıtlıklara–Hegel, kısaltarak antinomilerden bahsetmektedir–düşmesidir.
Koşulsuz olan–ki, bu Kant için koşulların veya koşullu olanın bütünlüğüdür;
Kant için de diyalektik bütünlüğe vardıran bir yöntemdir. Bu yöntem, koşullayan
anlama yetisini kavramak ve de onu, bunun aracılığıyla gerekçelendirmek ve
kendisi ile uyumlu hale getirmek için zorunlu ve kaçınılmazdır. Hegel bunu ve
aklın kaçınılmaz olarak çelişkilere dolandığı düşüncesini Kant’tan
devralmaktadır. Şüphesiz ki bu, Hegel’e göre her “şey” için geçerlidir ve
Kant’ta olduğu gibi sadece akıl nesneleri (tanrı, dünya, ruh) için geçerli
değildir.
Hegelci anlamda diyalektiğin ne olduğunu belki de şu
belirlemeler altında özetleyebiliriz: (1) Hegel’in diyalektik
kavramı–Spinoza’yla, daha doğrusu Jacobi’nin Spinoza yorumuyla birlikte,
belirliliği yadsıma ve aynı zamanda bu belirliliği, tam da dışladığı, başka her
şeyin yadsıması olarak düşünmek suretiyle bütünlük ile çelişki düşüncesini
birleştiriyor. Bir şeyi kendi belirliliği içinde düşünebilmek için, onu,
başkasına olan kendi yadsıyıcı ilişkisi içinde düşünmem gerekir; ve bu ilişki
böylece sadece başkasının yadsıması değil, aynı zamanda kendisinin başkası
tarafından yadsımasıdır–ki, bu, belirliliğin kendi temel parçasıdır. Bu kavram,
her sözün, ona kendisiyle özdeş olan belirliliği çelişki olarak düşünmeye ve
aynı zamanda belirliliklerin bütünlüğüne geçmeye zorluyor. (2) Tüm belirliliğin
temelini özdeşliğin değil de çelişkinin oluşturmasıyla birlikte, kendisi ile
özdeş bir birlik, belirlemelerin taşıyıcısı olan bir özne tahayyülü temelsiz
kılınmıştır. Gerçekte olan şey, şeyler değil ilişkilerdir, ilişkiler örgüsü
olarak bütünlüktür. (3) Hegel için bu örgü, özü itibariyle kavramsaldır. Başka
bir deyişle o, düşünce belirlemelerinin kendi kendisini bütünlüğe taşımasının
diyalektiğinden ortaya çıkmaktadır. Bu aynı zamanda kavramın kendi kendisini
kavramasıdır. Bu, sonunda kendisini diyalektik yöntem olarak belirleyen
tamamlanmış kavramın öz-bilincine götürmektedir. (4) Diyalektik yöntem,
oluşumun önkoşullarını, unsurlarını ve sonuçlarını bütünlüğe götürmeye aracılık
etmektedir. O, hem (tarihsel) kökenin hem de onun iç üretiminin bütününün
oluşumunun mantığıdır.
Ama bununla diyalektik yöntem henüz yeterince
belirlenmemiştir. Hegel’in yöntemden anladığı, onun eleştirel olarak Kant
yönelimli olan sistem kavramından ortaya çıkmaktadır. Kant, sistemliliği
yöntemin randımanı olarak kavramıştı ve aynı zamanda aklın kendisinin de
sistematik olduğu düşüncesini savunmuştu. Bununla beraber Hegel, Kant’ı,
yöntemin bilgi edinmenin (dışsal) bir aracı olduğunu düşünüyor diye
eleştirmektedir. Hegel’e göre yöntem ile içeriğin özdeş olması gerekmektedir,
çünkü aklın yapısı–sonunda kavram–aynı zamanda hakikatin yapısıdır. Mantık Bilimi aklın içsel sistematiğinin
kendi gelişimidir; mutlak yöntem olarak o, en üst nokta olan mutlak ideye
ulaşmaktadır. Burada yöntemden, “biçimin kendi içeriğinin içsel kendi
hareketine ilişkin bilinç”i anlaşılmaktadır. Hegel’e göre yöntem, söz konusu
olan şeyin kendisinden başka bir şey değildir ve bir bütün olarak şeyi kavramak
için bir araç değildir. Mutlak yöntem olarak mutlak ide üzerine söyledikleriyle
Hegel, “bir bütün olarak bilgi edinmenin içeriği”nin
yöntemsel incelemeye tâbi olduğunu ve bunun da nasıl olduğunu göstermek
istemektedir–ki, bununla yöntem kendisini sisteme genişletmektedir.
Hegel’e göre, diyalektik yöntem de bir araçtır: Mantık Bilim kendisini real
bilimlerde–doğa ve tin felsefesinde–tamamıyla “kanıtlamak” zorundadır. Ama
diyalektik yöntem, nesnesine dışsal kalan bir araç değildir. Böylece Hegel,
araçsal veya kendisinin ifade ettiği gibi, “arayan bilgi edinme”den
farklılaşmaktadır. Asıl zorluğun burada yattığı kanısındayım. Yöntemin
kendisini “kanıtlaması” ne anlama gelmektedir? Böylece yöntemin belirlemeleri
(ve sonunda tam olarak Mantık Bilimi)
değişmeden mi kalmaktadır? Veya yöntemin real bilimlerde “kanıtlanması”, nihayetinde,
öncelikle dışsal materyalle olan bir ilişki midir? Hegel’de mantık ile real
felsefe arasındaki ilişkinin ne denli sorunlu olduğunu biliyoruz. Bu sadece
idenin kendisini doğanın dışsallığına bırakmaya karar verdiği Mantık’ın sonu ile ilgili değildir.
Hegel’in, okumalarında yeniden ve yeniden ele almasının da gösterdiği gibi, bu
konu real felsefeyi de ilgilendirmektedir. Başka bir şekilde söyleyecek
olursak; Hegel’de bir bütün olarak yöntem ile içeriğin birliğini oluşturan tam
anlamıyla uygulanmış Hegelci sistem yoktur–ki bu, Hegel’in “arayan düşünce”ye
yönelik eleştirisine temel oluşturmaktadır. Bundan dolayı, Hegel’in yöntem
anlayışı sorunlu kalmaktadır. Hegel’in bir bütün olarak yönteme ilişkin ortaya
koyduklarına Mantık Bilimi’nin ulaşıp
ulaşamayacağını bir tarafa bırakalım; ben, daha çok, Mantık’ın son bölümünde Hegel’in yöntem üzerine ortaya koyduğu
refleksiyonun Mantık’ın kompleks
gidişi karşısında yeterince belirli olmadığını düşünüyorum.
Friedrich Engels, kendi döneminin Hegel eleştirisini
takiben Hegel’de yöntem ile sistem arasında ayrım yaptı ve diyalektik yöntemi,
sözümona donuk diye nitelendirilen sistemin karşısına koydu. Ben bu öne sürümün
fazla ileri gittiğini düşünüyorum. Örneğin Marx, sistem düşüncesine sadık kaldı
ve kapitalist üretim biçimini sistem olarak yeniden kurguladı. O, mantıksal
olan ile tarihsel olanı özdeşleştirmemekle (ayrıca Engels bu konuda farklı
düşünmektedir) başka bir sistem anlayışını temel aldı. Sistem daima bulduğu ve
kendisiyle beraber götürdüğü dışsal önkoşullara dayanmaktadır; böylece de,
dışsal bir kuruculuğu barındırmaktadır. Bununla bütünlük kavramı da değişime
uğramaktadır: Bundan böyle bütünlük, tarihsel olarak belirlenmiştir ve
sonludur. Ve şüphesiz ki burada, yöntem anlayışı bunun dışında kalmamaktadır:
Dışsallığın kendisi için kurucu işlevi olduğu yöntemin bir içeriği vardır.
Başka bir deyişle, yöntemin bu dışsallığı, kendi kavramını içine alması
gerekmektedir; eş deyişle, yöntemin kendi içeriğine karşı sadece dışsal
davranmadan kendini “arayan bilgi edinme” olarak yeniden tanımlaması
gerekmektedir; çünkü bu dışsallık, aynı zamanda yöntemin içeriğinin biçimidir.
Bunun için de yöntem, bilgi edinme çabamızın genelini temsil eden bir araca,
yani kavramımıza “dünya”nın açıldığı kategoryal örgüye dönüşmektedir. Burada
sistem kavramı, teorik ve pratik bakımdan kendi hakikat içeriğini soran ve
arayan bilgi edinmenin bir unsuru olacaktır.
Burada bir araştırma projesine işaret edilmektedir ve
emin bir yöntem anlayışına gönderme yapılmamaktadır. Bilindiği gibi Marx,
planladığı diyalektik yöntem üzerine denemesini yazmadı ve bugün Hegel (ve
Marx) açısından diyalektik yöntemin uygun olarak adlandırılabilecek bir temsili
neredeyse bulunmamaktadır.
Birey, Özne
ve Özneler-Arasılık
D.G. • Profesör Arndt, Profesör Losurdo, her ikiniz de bugün
çelişkilerle dolu dünyada diyalektik olmadan bir yön bulmanın mümkün olmadığını
belirtiyorsunuz. Aynı şekilde, diyalektiğin dışlanmışların kurtuluşu için sahip
olduğu önemi vurguluyorsunuz. Mantık
Bilimi’nde Hegel’in kendisi, zorunluluğun birliğinin, karşıtların birliği
olarak düşünülmemesinde yattığını belirtti. Hegel, bununla sadece gündelik
anlama yetisine ve salt anlama yetisine dayalı düşünme biçimine gönderme
yapmıyor, aynı zamanda yeniçağın tüm felsefi geleneğine de gönderme yapıyor.
Bununla Hegel’in hedeflediği felsefi devrimin çapı belli oluyor. Sizin şimdiye
kadar bir düşünür olarak Hegel ve onun felsefesine ilişkin söylediklerinizi
başka bir düzeye taşımak istiyorum. Öznellik (Subjektivität) kavramı, yeniçağın ve modernliğin felsefesinin
merkezî öneme sahip bir unsurudur. Hegel, Tinin
Fenomenolojisi’nin “Önsöz”ünün hemen ilk paragrafında, şimdiye kadar
önkoşulan ve mutlak olarak alınan ben’i, yani özneyi, oluşum süreci olarak
ortaya koymak istediğini açıklıyor. Bununla Hegel, Descartes’tan bu yana
olagelen felsefede başka bir devrim daha gerçekleştiriyor; çünkü Hegel, bir ben
ile değil, iki ben ile başlıyor. Bu, Hegel açısından değerlendirdiğimizde,
öznelliğin aynı zamanda özneler-arası (Intersubjektivität)
olduğu anlamına gelmektedir. Hegel’in bu yeni yaklaşımı, tartışmalarda pek
dikkate alınmıyor sanırım. Hukuk
Felsefesi’nde Hegel, ben’in özgürlüğünün kaçınılmaz olarak öbürünün
özgürlüğünü de kapsadığını açıkça belirtiyor. O halde ben’in, öbürünün
özgürlüğü olmadan özgür olması mümkün değildir. Hegel’in tam da bu yaklaşımı,
özellikle analitik felsefe geleneğinde karşılaştığımız birtakım suçlamalara yol
açmıştır. Suçlamaya göre Hegel, bu yaklaşımı ile birey kavramının altını
oymaktadır. Bundan dolayı soru, Hegel’in felsefesinin birey kavramını
küçümseyip küçümsemediği, göz ardı edip etmediği yönünde olacaktır. Hegelci
felsefe, birey düşmanı bir felsefe midir?
A.A. • İlk önce, Hegel eleştirmenlerinin “birey” ve
“bireysellik”ten neyi kastettiklerine açıklık getirmek gerekmektedir. Bununla,
sıkça, genele bir karşıtlık ifade edilir ve bir karşıtlık ki, bununla sahip
olunabilecek bir çekirdek bireyselliğe sahip olunamayacağı belirtilir. Individuum est ineffabile, birey ifade edilemez, o halde kavramlaştırmak mümkün
değildir. Bu, yaşam felsefesinin (Lebensphilosophie)
şiraydı. Başka kelimelerle ifade edecek
olursak; bireysellik dolaysızlığa, dolayımlı olmayan ve dolayımlı olamayacak
bir özdeşlik çekirdeğine dayanmaktadır. Hegel’e ait böyle bir birey kavramı
gerçekten de yoktur.
Bu bağlamda, Hegel’de özneler-arasılığı keşfetmeyi
istemenin de pek yardımcı olmayacağını düşünüyorum. Özneler-arasılık, bireyler
arası karşılıklı ilişkide toplumsal bir hakikatin kurulduğu anlamına
gelmektedir–ki, bu toplumsal hakikatte bireyler/özneler, kendi
öznelliklerini/bireyselliklerini ortaya koyarlar ve değişirler.
Özneler-arasılık kavramının arkasında, nihayetinde etkileyici bir bireysellik
kavramı yatmaktadır.
Hegel, tin kavramıyla daha ileri gitmektedir. Anılan
duruş noktalarından farklı olarak, Hegel için bireyler tamamıyla dolayımlıdır
ve sadece özneler-arasılıktaki diğer bireyler aracılığıyla değil, aynı zamanda
mevcut olan ve kendilerinin yarattığı, içinde etkin oldukları doğal ve
toplumsal koşullar aracılığıyla da dolayımlıdır. Hegel, öznel tin aşamasında,
bireysellik aşamasıyla karşılaştırılabilir bir dolaysız öz-bilinç
tanımamaktadır. Ama Hegel açısından bütün canlılar–birey de–çelişki
aracılığıyla ve özdeşlik aracılığıyla kurulmamıştır. Etkileyici birey kavramı,
onun görüşüne göre, anlama yetisi metafiziğine dahildir.
Ama diğer taraftan, Hegel’de bireyin bir yüceltilmesi
vardır–ki, bunu eleştirmenler genellikle hiç bilmez. Örneğin, hukuksal
ilişkilerde Hegel, bireylerin tikelliklerinin sahip oldukları hakka geçerlilik
kazandırmayı amaçlamaktadır. Hegel, bireyin hakkını sınırsız olarak
tanımaktadır ve bu onun için özgürlük kavramının dahilindedir. Felsefi düşünce
aşamasında da, (bireyüstü) tinin kendi kendisini bilmesini gerçekleştiren daima
insan bireyleridir. Tin, kendisine ilişkin bilince bireylerin düşünmesi
aracılığıyla ve onlarda ulaşmaktadır. Hegel, ne birey kavramını göz ardı
etmektedir ne de bireyselliğe karşı düşmanca bir tavır takınmaktadır; tam
olarak şöyle söylemek istiyorum: Hegel’in gerçekçi bir birey kavramı vardır, etkileyici/patetik
(pathetisch) değil.
D.L. • Hegel’de birey figürünün merkezî bir öneme sahip olduğu
kuşku götürmezdir: “Tikelliğin bağımsız gelişimi” ve “bağımsız, kendinde sonsuz
bireylerin kişilik, öznel özgürlük ilkesi”nin yerleşmesi modernliğin özsel bir
unsurudur (Rph., §185A). Ama
göstermeye çalıştığım gibi, kendi genelliğinde anlaşılan birey figürü dolaysız
bir olgu değildir. Tersine o, muazzam nitelikte bir tarihsel sürecin sonucudur.
Bu sürecin merkezinde, efendi tarafından salt bir iş aracına indirgenen ve
böylece insan onuru ile bireyselliği yadsınan köle tarafından tanınma için
verilen mücadele bulunmaktadır. Hegel’in bu soruna karşı sergilemiş olduğu
yaklaşımın önemli sonuçları vardır. Bizler önce özneler-arası bir alana
gönderiliriz. Daha sonra ise şunun saptanması gerekmektedir: Tanınma kavgasının
ve böylece kendi genelliğinde birey figürünün inşasının baş aktörü köledir,
efendi değil. Ayrıca, tanınma uğruna verilen mücadele kelimenin asıl anlamında
köleliğin ortadan kaldırılmasıyla son bulmamaktadır. Bunu önceden görmüştük: Aç
olan ve açlıktan kurtulmak için ölümü göze alan, “tamamıyla haktan yoksunluk” ile
karşı karşıyadır. Başka türlü söyleyecek olursak; köleliğin ortadan kalkmasıyla
özgür bir onura sahip özgür birey olarak tanınmaya henüz ulaşılmamıştır. Birey
figürüne gönderme, liberal gelenekte çoğunlukla hüküm süren toplum biçiminin
(uzun zaman süren asıl anlamda köleliğe ve halk kitlelerinin tahakküm altında
tutulmasına karşın) iyi gösterilmesi için kullanılmakta ve günümüzde bir
mücadele programına dönüşmektedir.
Özellikle bundan dolayı Hegel, bireyi yücelten bir şekil
alabilecek ideolojik biçimi eleştirecektir. Ta yaşadığı dönemde filozof,
toplumsal sorunu sadece “kişiden kişiye” olan, bireyler arasında yaşanan sıcak
ilişki çerçevesinde vuku bulan “hayırseverlik” ile çözmek istemek yerine,
hukuksal normun soğuk nesnelliğine gönderme yaparak çözmek istemesinden dolayı
Friedrich J. Stahl tarafından eleştirilmiştir. Bu eleştiriye Hukuk Felsefesinin Anahatları (§242)
açık bir cevap vermektedir: “Böylece toplum, gereksinimde ve onun
giderilmesinde geneli bulmak, bunu tertip ve tanzim etmek” ve de hayırsever
bireyin rastlantısal zekâtı anlamına gelen “söz konusu yardımı gereksiz kılmaya
doğru gidiyor.” “Bireyin kendi tikel düşüncesine göre yapması gereken, genel
biçime göre tertip ve düzenlenen ile karşılaştırıldığında ne kadar az olursa,
kamusal durumunun o kadar daha iyi olduğu” doğrudur. Muhafazakârlık, dün olduğu
gibi bugün de sosyal devleti, bireyi bastırıyor diye kınıyor. Ama önemli bir
noktaya açıklık getirmiştir: Bir insan kitlesini şart olmayan yardımseverlik
beklentisi içinde yoksulluğa mahkûm etmek, bireyselliği ayaklar altına almak
demektir ve devamıyla da tanınmayı reddetmek anlamına gelir.
Son olarak, Hegelci birey kuramı uluslararası ilişkiler
alanında da büyük bir öneme sahiptir. Devlet bir “bireysellik”tir ve bir
bireyin “sadece kendi için-olmak” olarak diğer bireylerle olan ilişkisi,
çatışma olasılığını (zorunluluğunu değil) içerir (Rph., §322). Tabii, az çok homojen [sayılabilen] ülkelerarası
bütünleşmeden hareket edebiliriz. Ne var ki, her zaman için uzun ve zor bir
sürecin sonucu olabilecek böyle bir bütünleşmenin başarısız olması da söz
konusu olabilir: Avrupa’da olan budur. Bizler, tüm insanlığı kapsayan bir
örgütlenme biçimini de düşünebiliriz. Bütün insanlığı kapsayacak bu örgütlenme
biçimi, ülkelerarası bir arada yaşamayı garanti etmeli, karşılıklı anlayışı ve
işbirliğini teşvik etmeli ve de hepsi birer bireysellik olan devletler
arasındaki ilişkiye bugün hâkim olan doğa durumunu, yani anarşiyi düzenlemeli
ve zamanla bunu ortadan kaldırmayı amaçlamalıdır. Bu, teorik olarak önce
Birleşmiş Milletler’in görevidir. Ama bir ülkenin veya bir halkın, zora veya
güçlünün yasasına dayalı olarak kendi bağımsızlığından koşulsuz olarak
vazgeçeceğini beklemek demek, “bir bütünün doğasını ve bir halkın
bağımsızlığından dolayı sahip olduğu öz-duyguyu”, “bir halkın ilk özgürlüğü ve
en yüksek onuru” olarak algılanan koşulu anlamamak demektir (Rph., §§322 ve 322A). Başka bir ifadeyle
anlatacak olursak; tanınma mücadelesinin baş aktörü sadece asıl anlamında birey
değil, birey olan devlette ve devlet olmayı amaçlayan bir halkta birey
olabilir. Hegel’in birey kuramı, tanınma uğruna verilen iki mücadelenin
anlaşılması için önemlidir. Bu mücadeleler, yakın tarihimizde önemli bir rol
oynamıştır ve bugün hâlâ oynamaya da devam etmektedir.
Kant ve Hegel
Süreklilik
ve Kopuş
D.G. • Hegel,
felsefesini belli bir gelenek içine koydu. Kelimenin dar anlamında bu, klasik
Alman felsefesidir. Bu gelenek, örneği görülmemiş bir şekilde yeniçağda ve modernitede
diyalektik felsefeyi korudu ve geliştirdi. Hegel’in öncelleriyle olan ilişkisi,
sürekli çok farklı (hatta taban tabana zıt) duruşların olduğu tartışmalara konu
olmuştur. Bu bağlamda Wilhelm Raimund Beyer, Kant ya da Hegel türü genelgeçer
bir dualizme düşülmemesi konusunda uyarmıştır. Beyer’e göre, klasik Alman
felsefesini bir süreç olarak anlamak gerekmektedir ve bu sürecin en üst
momentini Hegel’in felsefesi oluşturmaktadır. Bir süreç, bilindiği gibi,
süreklilik ve kopuşlardan oluşmaktadır. Peki, Hegel’in felsefesiyle Kant’ın
felsefesini karşılaştırdığımızda, süreklilik ve kopuş nerede yatmaktadır? Bu
bağlamda bir ipucu vermeme müsaade ederseniz, örneğin Kant, Salt Aklın Eleştirisi’nde kendisini
açıkça Descartes geleneği içinde görmektedir.
D.L. • Bir yazarın oluşum sürecine farklı ve belki de karşıt
birtakım yöntemlerle yaklaşmak mümkün. Örneğin, söz konusu yazarı etkileyen
okumalar ve metinler okunabilir. Sonuç, belirsiz ve tekerrürden ibaret
olacaktır: Burada yazarın dönemi ve kültürü tarafından etkilendiği ortaya
çıkarılacaktır. Bu, aynı zamanda kesin bir biçimde ele alındığında, pek de
verimli bir yaklaşım olmayacaktır; çünkü bu durumda, yeni olanın eski olanla
ilişkisi kurulacaktır.
Bir yazarın diğer bir yazar üzerindeki etkisinden bahsetmenin başka bir
dezavantajı daha vardır. Bu yaklaşım, iki birey arası ilişkiyi, tarihsel
bağlamdan bağımsız, iktidar ilişkilerinin olmadığı bir alanda vuku bulan bir
diyaloğu hatırlatıyor. Bu yaklaşım genel olarak yanlış ve verimsiz ise, Hegel
gibi, son derece siyasi bir düşünür için tamamıyla saçmadır. Hegel’in Kant,
Fichte, Schelling gibi öncelleriyle çarpışması daima kendi döneminin sonucuyla
dolayımlıdır (Endüstri Devrimi, Fransız Devrimi, Fransa’nın post-termidorcu
yayılmacılığı, Almanya’nın Napoléon tarafından işgali, Restorasyonun başlaması
ve krizi, vs.).
Hegel’i, önceli idealist Alman düşünürlerine veya Spinoza ve Fichte’nin
onun sistemi üzerindeki karşıt etkilerine parçalamanın bir anlamı yoktur. Bu
yaklaşımdan hareket edersek, daha da ileri gidip, Salt Aklın Eleştirisi’nin yazarını arka planında rol oynayan
değişik felsefi geleneklere (rasyonalizm, empirizm) parçalamak gerekir. Böyle
bir yaklaşımın sonucu paradokstur: Nihil
sub sole novi! (güneşin altında yeni bir şey yok–D.G.). Yenilikler, nitel
sıçramalar, epistemolojik kırılışlar, yeni kategoriler, bütün bunlar düşünce
tarihinden silinmiştir; çünkü aslında kendisini hep yenileyen, sürekli olarak
tarihin belirlediği biçimi alan ve yeni yanıtlar bekleyen veya kışkırtan bütün
çelişkileriyle tarihsel dönem ortadan kaldırılmıştır.
Bu yöntemsel ön açıklamadan sonra, Kant ile Hegel’i birleştiren süreklilik
ve kopuş ilişkisini şu şekilde sentezleyerek toparlamak istiyorum: Kant, Ancien Régime’in Fransız Devrimi’nde
sonlanan krizini yaşamıştır. Hegel, tam da bu dönüşüm noktasından hareket
etmektedir. Onun amacı, devrimci sürecin ve yeni siyasi ve toplumsal düzenin
kuruluşunun içte ve uluslararası düzeyde ortaya koyduğu çelişkiler üzerine
düşünmektir. Her iki düşünüre ortak olan, genellik kategorisinin merkezî
rolüdür.
Bunu görmek için, Ahlak Metafiziğinin
Temellendirilmesi’ni açıp o ünlü “Kategorik İmperetif”in bulunduğu yeri
okumak yetecektir: “Her zaman onun genelliğini senin aynı zamanda yasa olarak
isteyebileceğin ilkeye göre davran.” Aynı bağlamda Pratik Aklın Eleştirisi (§7) de, “genel yasama”dan bahsetmektedir. Genel, genellik: Siyasi açıdan bakıldığında bu kategori, masum olmaktan
başka her şeyi ihtiva eder. “kesin genellik”–bilimlerde ve ahlakta karşı
karşıya bulunduğumuz kategori budur–öyle bir biçimdedir ki, baştan “hiçbir
olası istisnaya müsaade etmez.” Bu anti-feodalist, “istisnasız genellik” ile
ona can veren heybet ve heyecan veren ifade tarzını nasıl algılamak gerekir! Ta
1772 yılında, en akıllı muhafazakâr kuramcılardan birisi, Justus Möser,
eserlerinin birisinin başlığında dahi “Genel Yasalara ve Yönetmelikler”e karşı
polemik geliştirmiştir. Mannheim, doğru bir biçimde şunu belirtir: Genellik
kategorisinin reddi, “korporatif düşünceden akmaktadır” (bu konuda bkz. D.
Losurdo, Immanuel Kant–Freiheit, Recht
und Revolution, Pahl-Rugenstein, Köln, 1987, “Giriş”).
Daha sonra Hegel şöyle yazacaktır: “Genel temel ilke Fransız halkında
pekişmektedir ve orada Devrimi yaratmıştır” (G.W.F. Hegel, Vorlesungen über die Philosophie der Weltgeschichte, yay. haz. G.
Lasson, Meiner, Leipzig 1919-20, ss. 919-20). Ancien Régime tarafında olanlar ile karşı çıkanlar ve Fransız
Devrimi’ne taraf olanlar ile karşı çıkanlar arasındaki tartışma, Kantçı
düşüncenin merkezî bir kategorisi etrafında dönüp durmaktadır. Hegel, “genellik
ve eşitlik ilkesi”den boşuna bahsetmiyor. (G.W.F. Hegel, Über die wissenschaftlichen Behandlungsarten des Naturrechts Werke, cilt 2, yay. haz. E. Moldenhauer
ve K.M. Michel, Suhrkamp, Frankfurt a. M., 1986, s. 491).
Ama Hegel, hem nesnel durumdan (iç savaş ve karşı devrimci güçlerin
müdahalesi) hem de özellikle anarkocu akımlarda yaygın olan ideolojik
zayıflıktan dolayı yaşanan Jakobenci terör üzerine çok düşündü. Anarkocu
akımlar, genelliğin kendisine her seferinde bir içerik kazandırmaya çalıştığı
esnada, genelliğin temizliğinin kirlendiği gerekçesiyle “ihanet ve skandal” diye
bağırıyorlardı. Hegel, Napoléoncu yayılmacılık üzerine de daha az derinlikte
düşünmemiştir. Bu yayılmacılık, Avrupa düzeyinde feodal sisteme darbeler
indirmiştir; ne var ki bu hedefini yayılmacılık ile elde etmiştir. Halkların
tikelliğini ve de ulusal ve dini bireyselliğini dikkate almamıştır; böylelikle
de sorunlu olan ve haklı olarak baskı altındaki halkların ayaklanmasına yol
açmıştır. Şayet Kantçı heyecan verici genellik söylemi Ancien Régime’in devrilmesini getirebiliyor ise, yeni düzenin
kurulması da belirliliği ve tikelliği kapsayabilen bir genelliğe ihtiyaç
duymaktadır. Hegel’in öğretisi, kanımca Ekim Devrimi ile başlayan tarihsel
olaylar için de geçerli ve günceldir.
A.A. • Hegel, Felsefe
Tarihi Üzerine Okumaları’ndan da görülebileceği gibi, kendisini yeni
felsefenin geleneği içine koymaktadır. Bu felsefe, Hegel’in kendi felsefesi
için de yurt toprağıdır. Modern felsefeyle olan bağlantısının nedeni, Hegel’in
bir bütün olarak modernliğin duruşuna sahip olmasıdır–ki bu duruş, öznellik
düşüncesine ve siyasal-toplumsal açıdan kişi kavramına sıkı sıkıya bağlıdır.
Bununla beraber, Hegel’in bu geleneği eleştirel olmayan bir açıdan
üstlenmediğini dikkate almalıyız. Hegel bu geleneği üstlenirken, onu önemli
oranda değiştirmiştir de. Kişi kavramı, bu değişimden en az etkilenen
kavramdır. Bu kavram, Hukuk Felsefesi
için temel oluşturur. Bu kavramdan daha sonra, tikellik hakkı ile tüm
tikelliklere karşı insan olarak geçerli olma hakkı, yani insan hakkı
türetilmiştir. Hegel’de öznellik kendi başına bir anlam kazanır. Tin Felsefesi’nde o, öznel tin anlamında
öznellik ve bireyüstü öznellik ile mutlak öznellik arasında ayrım yapar. Son
olarak anılan öznellikler, öz-istinatlı (selbstbezüglich) olarak yapılanmış olmaları bakımından öznelliktir. Bu
belirlemeyle Hegel, düşünsel (sadece öznel) ile nesnel refleksiyon arasında
erken dönemindeki yapmış olduğu ayrımı takip etmektedir. Bu, Descartes’tan
Kant’a uzanan gelenek karşısında önemli bir anlam kaymasıdır. Bizim tanışık
olduğumuz insani öznellik düşüncesine göre özne tahayyülü–aynı zamanda
transendental özne tahayyülü de–, süreçsel ve öz-istinatlı bir bütünlük kavramı
tarafından yer değiştirilir; dahası, bireysel özne bu bütünlüğün unsuru olarak
kavranmakla, bu bütünlüğün belirlemelerinden birisi durumuna gelmektedir. Hegel’in
özne paradigması, geleneksel öznellik tahayyülünü yıkmaktadır. Bu tahayyülün
bakış açısından, Hegel’in öznesiz süreçleri tasvir ettiği söylenebilir.
Tabii, bununla sorulan soru tam olarak yanıtlanmamıştır ve ben de doyurucu
bir yanıt verdiğime dair izlenim uyandırma denemesinde bile bulunmak
istemiyorum; çünkü bunun için birçok denemeye gereksinimim olacaktır. Ama genel
olarak, Hegel’in gelenek ile olan ilişkisi üzerine şu söylenebilir: Hegel, bu
geleneğin kavramlarını üstlenmekle, onları sistematik olarak birbirleriyle
ilişkilendirmekle değiştirmektedir; çünkü her belirlilik, ancak ötekiyle olan
ilişkisi aracılığıyladır. Bundan dolayı kopuş, Hegel’in diyalektik yönteminin zorunlu
sonucudur.
Hegelci Felsefe ve Miras
Kavgası
D.G. • Her büyük sistem gibi Hegel’in sistemi de büyük
tartışmalara konu olmuştur. Bununla, Hegel’in sistemini yıkmak amacıyla yapılan
cepheden saldırıları kastetmiyorum. Bu tür denemeler, felsefe tarihinde sonunda
etkisiz kalmıştır. Bununla ben daha çok, tüm eleştirilere karşı Hegel’in
sistemini yeni koşulların ışığında canlandırma talebiyle ortaya çıkan ve
böylelikle şu veya bu biçimde Hegel’in felsefesinin mirasçısı olarak anlaşılan
eleştirileri kastediyorum. Genç ve Yaşlı-Hegelciler arasındaki mücadele, daha
sonra Genç-Hegelcilerin bizzat kendi aralarındaki tartışmalar, Yeni-Hegelciler
ile Marksistler, Marksistler ile Pragmatikler, Gadamer Okulu ile Marksistler
arasındaki tartışmalar gösteriyor ki; bunların hepsi kendisini Hegel
felsefesinin mirasçısı olarak görmüş ve halen de birçoğu görmeyi sürdürmekte.
Bugün Marksistler ile Heideggerciler arasında Hegel’in nasıl yorumlanacağına
dair neredeyse bir “savaş” var. Sizin açınızdan, bu akımlardan hangisinin
Hegel’in meşru mirasçısı olduğuna karar verebilmek için nesnel ölçütler var mı?
Bu bağlamda, Hegel’in felsefesinin henüz incelenmemiş veya çok az incelenmiş,
bugünkü felsefi sorular ve de toplumsal-siyasi sorunlar için verimli hale
getirilebilecek alanları var mıdır?
A.A. • Hegelcilik tarihi, aynı zamanda Hegel
eleştirisinin de tarihidir. Hegel felsefesini üstlenenlerden eleştirel olmayan
yoktur. Bunun neden böyle olduğu, Hegelci felsefenin neden ortodoks bir
yaklaşımın (Hegelci sağcılarda bunun başlangıcı vardır) konusu olmadığının
nedeni, kanımca Hegel’in felsefesinin kendisinde yatmaktadır. Hegel’in her
felsefeye atfettiği gibi, Hegelci felsefe de “dönemini düşüncede kavramaktadır”
ve örneği olmayan bir şekilde “empiri” ile doyurulmuştur. Hegelci felsefenin
zaman bağlantısı ve onun empirik yönelimi, onu edimleyen herkesin zaman ve empiri
bağlantısını (üstlenenin edenin kendi döneminin de) yeniden kurmak ve üzerine
derin bir şekilde düşünmek zorundadır. Bu ancak, temel olarak Hegelci
felsefeyle eleştirel bir ilişki kurma aracılığıyla mümkündür. Burada eleştiri
şu anlama gelmektedir: Hegel’in felsefesinin dönemin (siyasi, toplumsal,
bilimsel) her koşulunda, Hegelci bir belirleme yapacak olursak, mantıksal
düşüncenin doğa ve tin gerçekliğinde kendisini yeniden tanıyıp tanımadığı
konusunda yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Ve bu esnada Hegel’in temel
eleştiriye tâbi kılınması sürpriz olmamalıdır.
Hegel eleştirisinin, Hegel’den sonra felsefi motifli olup olmadığı sorunu
başka bir mevzudur. Feuerbach için bunun böyle olup olmadığı sorusunu olumsuz
yanıtlamak isterim. Feuerbach, belli bir noktadan sonra Hegel ile hesaplaşmayı
yarıda kesiyor; çünkü o ancak bu kopuş aracılığıyla bir etki yaratabileceğinden
emindir. Bununla birlikte, onun yaptığı yeni başlangıç Hegelci felsefenin
hakkını vermemektedir. Ben bunu Feuerbach’a dair bir dizi çalışmamda
kanıtlamaya çalıştım. Marx, ona karşı bir dönem vermiş olduğu bütün değere
rağmen, Feuerbach’ı bu konuda eleştiren birkaç kişiden birisidir. Daha sonra
Hegel’e yönelik eleştirisi de, çoğunlukla Hegel’in felsefesi ile bir hesaplaşma
değildir. Bu, Hegelci felsefenin Marksist alımlanması için de geçerlidir.
Sözgelimi, Hegel’in Prusya gericiliğinin bir düşünürü olduğuna dair Stalin’in
açıklamasını bir düşünün. Diğer taraftan, (mantıksal) pozitivistlerin,
eleştirel rasyonalistlerin ve diğerlerinin eleştirisi de yeterince düşünülmüş
bir eleştiri değildir. Başlangıçta belirttiğim anlamda, bu hesaplaşmayı
eleştirel bir açıdan elde etmeyi deneyenler pek azdır.
Her
şeyden önce, tarihsel-eleştirel, bir oranda da filolojik yönelimli olan
Gadamer’in başlattığı Hegel-araştırmasının anılması gerekmektedir. Burada ben,
onun iyi bilinen, “Hegel’i kelimesi kelimesine ve cümlesi cümlesine okuyup
içsel olarak anlamaya çalışmak” (Buchstabieren)
gerektiğine dair sözünü hatırlatmak istiyorum. Bu şekilde bir yorum yönünün
kazanımı, Hegel felsefesine ilişkin bir gelişim tarihi ve sistematiklik
bakımdan Gadamer’in farklı bir tablo çizmiş olmasında yatıyor. Böylelikle
Hegel’in, Kant’ın eleştirilerinin üzerinden atlayıp eleştiri öncesi bir
metafiziği yeniden kurduğuna dair iddianın bugün için yenilenmesi mümkün
değildir. Hegel’in tarihsel-eleştirel yorumu, onun felsefesinin her alımlanması
için vazgeçilmez bir önkoşuldur; güncel bakış açısından bu yaklaşımın önemini
yeterince belirtmek mümkün değildir.
Kanımca,
Hegel’in Marksist yorumu yeniden güçlenmiştir. Ama Hegel ile hesaplaşma
konusunda, Heidegger’in Hegel yorumunda da olduğu gibi, daha çok bir yan
görünüyor. Bununla birlikte, geçen yıl İstanbul’daki Uluslararası Hegel
Sempozyumu’nda, bunun Türkiye’de daha farklıymış gibi gözüktüğünü ilgiyle
izledim. Daha çok belirleyici olan–özellikle Almanya’da–, her türlü
tarihsel-sistematik felsefe yapma karşısındaki analitik felsefedir.
Hegel’in
felsefesine ilişkin herhangi bir yorumun doğru olup olmadığı konusunda her
yorumcunun kendisi sorumludur. Tarihsel-eleştirel düzeyde, bir yorumun
tutulabilir yanı olup olmadığını belirtmemizi mümkün kılan kuşkusuz sert
ölçütler mevcuttur. Bununla birlikte, üzerine kavga edilebilecek ve edilmesi
gereken bir alan da vardır. Bu, bugünle bağlantılı eleştirel elde etme durumu
için daha çok söz konusudur. Ama diyalektikçiler olarak, asıl mesele söz konusu
olduğunda, tam da böyle bir kavgayı aramamız gerekmektedir.
Ben,
Hegel’in sisteminin bütün olarak kelimesi kelimesine (Buchstabieren) yeniden
ve daha fazla araştırılması ve tartışılması gerektiğine inanıyorum. Hegel’in
mutlaktan ve ideden bahsetmekle–eğer bu ide kendi varlığına doğa ve tin gerçekliğinde
sahip ise–aslında neyi kastettiğini anlamaya çalışmamız gerekir. (Feuerbach’dan
bu yana gelen) teoloji şüphesi, ta on dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren,
Hegel felsefesinde gerçekten de bir şeyin keşfedilebileceğine dair bakışı
çarpıtmıştır.
D.L. • Günümüz yorumcusu, peygamber duruşunu
üstlenmekten kaçınmalıdır; böyle bir duruşa göre, Hegel’in felsefesinin asıl
anlamı sanki yüz elli yıl boyunca herkese kapalı ve ulaşılmaz kalmıştır ve
kendisini aniden dahi bir araştırmacıya açmaktadır–tabii bu araştırmacı, her
zaman için son araştırmacıdır. Burada Engels’in sözleri geliyor akla. Engels,
dinden ilham almış peygamberlerin eski hatalardan kurtulmuş yeni bir toplumsal
düzenin başlangıcını duyururken nasıl davrandıklarını anlatıyor: “Şimdi ortaya
çıkan ve gerçeği duyuran insan eksikti (...) Bu insanın beş yüz yıl önce de
ortaya çıkması mümkündü ve böylece insanlığı beş yüz yıllık hatalardan,
mücadelelerden ve dert çekmeden korumuş olurdu” (Marx-Engels-Werke, cilt 19, ss. 191-2). Bizim durumumuzda ise,
böyle yeni bir yorum tarafından tasarruf altına alacağımız yılların sayısı
önemli olsa bile, yine de az olacaktır. Ama önemli olan, bu duruşun da
peygamber tutumu olmasıdır.
Bir
metin yorumunun; yorum tarihini, etki tarihini ve sonunda ele alınan düşünürün
somut tarihsel etkisini dikkate alabildiği ve onu birbirini takip eden yanlış
anlamalar ve hatalar olarak yok etmeye kalkmadığı takdirde ancak doğru
olacağına inanıyorum. Hegel’in yeni bir okuması, kendi “otantik” gerçeğini
bayağı tarihin karşısına koymak zorunluluğunu hissetmez ise ancak eksiksiz ve
canlandırıcı olacaktır. Hegel’in önemli bir öğretisi, onun düşüncesinin yorum
tarihini de yararlı bir hale getirebilmesi gerekir: Gerçek, ötekini de,
“yanlışı” da gerçek olarak, açıklayabildiği ölçüde gerçektir.
Burada,
bu büyük düşünürün yarattığı etkinin tarihini sergilemek mümkün olmadığı için,
kendimi Hukuk Felsefesi’nin ve siyasi
Hegel’in yarattığı etkinin tarihine ilişkin birkaç konuyla sınırlamak
istiyorum. Hegel’i liberal anlamda yorumlayanlar, Haym’ın sözümona Restorasyon
kurmacasına karşı yapmış olduğu suçlama konuşmasının bir yanlış anlamadan
kaynaklandığını düşünür görünüyorlar. Ne var ki Haym’ın yorumunu üstlenenler
de, Marx ve Engels’in, Genç-Hegelcilerin, evet, tüm okulun (çünkü genel olarak
“sağcılar” da düşünürü az çok liberal ve ilerici sıfatıyla okuyor) okumasının
bir yanlış anlamadan kaynaklandığını görme eğilimindedirler. Ümmetçi ve gerici
çevrelerin yorumu bile onları yanlış anlama olarak kavramak zorundadır; çünkü
bu çevreler, kendilerini sözümona Restorasyon kuramcısıyla özdeşleştirmekten
çok uzak olmalarına karşın, Hegel’e ta yaşadığı dönemde bile teolojik ve
politik düzeyde saldırmışlardır. Herkesin birbirine karşı yaptığı yanlış anlama
suçlaması, farklı veya birbirine zıttır. Ama bunların ortak olduğu yan, bu aynı
kategoriyi zıt yorumlar tarihini açıklamak için kullanmalarıdır.
Eğer
söz konusu olan okuma, tekil araştırmacıların okuması değil de, somut ve güçlü
siyasi-toplumsal hareketlere gönderme yapıyor ise (bu bağlamda söz konusu olan,
bir tarafta Haym’ın nasyonal-liberal partisi, diğer tarafta ise Hegel Okulu ve
Marx, Engels, Lassale gibi işçi sınıfının baş aktörleridir); bu durumda yanlış
anlama kategorisi pek de doğru bir kategori değildir; zira, sonuç olarak tekil
bir yorumun “otantiklik” otoritesi altında hakiki tarih, “asıl olamayan” olarak
kurban edilmektedir. Hegel’i, biri Restorasyon’a, diğeri liberalizme dönük
iki-yüzlü bir düşünür yapan iki karşıt yorum arasında aracılık yapmak da,
sorunun çözümü olarak görülemez. Böyle bir okuma türü, öbür iki okuma türünün
hatalarını bir araya toplar: Yanlış anlama kategorisi zafer kutlamaya devam
eder; hatta şimdi, birbirine karşıt söz konusu diğer iki yorumu da kapsar. Şu
halde, Hegel’in basit ve yüzeysel resmedilişinden, onun düşüncesinin kompleks
oluşunun ve çokanlamlılığının kavranamamış olmasından her ikisi de aynı oranda
sorumlu tutulmuş olur. Ayrıca uzlaşma ruhuyla yapılan bu yorumun, büyük bir
düşünürde iki açık çelişkili yanın birbiriyle nasıl uyumlu hale
getirilebileceğini de açıklaması gerekir. Şüphesiz ki, kaba çarpıtmalar ve
saptırmalar olabilir (Nazizmin bazı “kuramcıları”nın, diğerleriyle çelişerek,
sadece Hegel bağlamında değil, başka bağlamlarda da yaptıkları gibi). Ama
bunların ortaya çıkması ve yayılması, akademi dışı hakikate gönderme
yapmaktadır.
Bundan
dolayı, “yanlış anlamalar”ın geri planını oluşturan siyasi-toplumsal tarih
hesaba katılmadan gerçek veya sözümona “yanlış anlamalar”la oyalanmanın pek bir
anlamı yok. Daha çok, yeni bir yol seçmek ve tam da Hegel’in işaret ettiği
yöntemsel bir göndermeyi üstlenmek gerekir: “Düşünce bakımından zengin
refleksiyon”dan sonra, “çelişkiyi kavramanın ve ifade etmenin” mümkün olması
gerekir (Hegel, Werke, cilt 6, s.
78). Hem yanlış anlama kategorisine sarılma hem de eli açık uzlaştırma
denemesi, çelişkiyi zayıflatır ve hatta söndürür. Çarpışan birbirine zıt
yorumlar arasındaki çelişkinin; yayımlanmış metin ile bunda saklı gizli metin (akroamatisch), kamuya açık olan ile
gizli veya “saklı” kaynaklar, dışrak ile içrek Hegel arasındaki çelişkiye
dayandırılması mümkün değildir. Ilting okunduğunda, Hegel’in şimdiye kadar
yayımlanmamış okuma metinlerinin keşfedilip onların orijinalliği garanti altına
alınırsa, çelişkilerin aşılması için sanki bu yeterli olacakmış gibi bir
izlenim uyanıyor. Ne var ki, okuma metinleri Hegel’in çağdaşları arasında
dolaşımdadır. Bu yine de müdahale suçlamasını engellememiştir veya ortadan
kaldırmamıştır. Marx ve Engels, okuma metinlerine gönderme yapmadan ve ekler (Zusaetze) yerine Hukuk
Felesefesi’nin ana metini alıntılayarak, Hukuk Felsefesi’nde anayasal veya temsili monarşinin
gerekçelendirmesini görmektedir. Haym, 280. paragrafa yapılan ek ile uzun uzadıya uğraşıyor (bugün
onun 1822-3 okumalarından alınmış bir metin olduğunu biliyoruz). Bu paragrafta,
kralın rolü ile “i üzerindeki nokta”nın rolü karşılaştırılmaktadır. Ancak bu,
Haym’ı, Hegel felsefesinin ve söz konusu ekin
liberalizm ile mutlak olarak uyum içinde olmadığına dair iddiayı ortaya
atmaktan alıkoymuyor. Ilting’in, Haym’ın yorumunu yayımlanmış metin ile
karşılaştırarak ve liberal anlamda yorumu bu metindeki gizli metin ile (akroamatisch) ilişkilendirerek
görmezlikten gelmeye çalıştığı çelişki, kendisini ısrarlı bir şekilde yeniden
gösteriyor. Burada karşı karşıya bulunduğumuz çatışma, ayrı ve karşıt metinler
kullanan farklı filolojik okullar arasında vuku bulan bir çatışma değildir.
Aksine burada söz konusu olan, aynı kaynaklardan beslenen siyasi karşıtlıktır.
Haym’ın,
bir yanlış anlama sonucu olmaktan çok suçlama içeren konuşması, Hegel ile Preußischen Jahrbücher’in, yani o
zamanlar kurulma aşamasında olan nasyonal-liberal partinin organı ve istinat
noktası olan derginin müdürü (Haym) arasındaki keskin ve uzlaşmaz karşıtlığın
ifadesidir.
Haym’ı dikkatlice tekrar okuyalım: Hegel’in hatası, sürekli olarak
“tahakküm altına girmeye hazır ve yurtsever olmayan bir zihniyet” sergilemiş
olması ve de kendisini Fransa’ya ve Napoléon’a daima satmış olmasıdır. Bunun
nedeni ise, nihayetinde Restorasyon eğilimine onay vermektir. Haym’ın duruşu
açısından, Hegel’e karşı suçlamada bulunmak mevzu bahis olduğu zaman, aynı
zamanda hem Restorasyon ile uyumu kuramsallaştırmak hem de herhangi bir
eleştiriye tâbi tutmadan Fransız Devrimi’ni ve Napoléon’u desteklemekte bir
çelişki yoktur. Napoléon’a ve Fransız Devrimi’ne hayran olmakla yurtsever
olmayan duruşunu kanıtlayan düşünür, daha sonra Berlin’de de, Fransa’nın siyasi
ve kültürel geleneğine hayranlığını hâlâ sürdürmekle bu davranışını ve
böylelikle de Alman geleneğine ve Fransız düşmanı partiye karşıtlığını teyit
etmiştir. Bu yüzden Hegel, Haym’a göre, Metternich ve Restorasyon’un yaptığı
şeyle aynı şeyi yapmaktadır–ki, Haym bunları Almanya’nın umutlarına hakaret
etmekle suçlar, çünkü onlar, Almanya tarafından hedeflenen bazı alanların
(Elsaß–Lothringen, vs.) ilhak edilmesine karşı çıkmış ve bu hedefleri
cisimleştiren “parti”yi baskı altında tutmuştur. Ulusal ihanet: Haymcı suçlamanın
iç mantığı budur.
Bu ulusal ihanet, kendisini ta Hegel’in sisteminin teorik kategorilerinde
dışa vurmaktadır, özellikle de “törellik”in kategorilerinde. Haym’a göre
bunlar, Hıristiyan-Germen bireyciliğine yabancıdır ve daha çok devrimci Fransız
geleneğine özgü cemaat ve komünallik “pathos”una gönderme yapmaktadır.
Burada Hegel’i yanlış anlayan nasyonal-liberal önder değil (tabii politik
mücadelelerde yaygın olduğu gibi, zorlamalar ve küfürler eksik olmasa da);
Haym’ın okumasını yanlış anlayanlar ve eleştirel olmayan bir açıdan suçlamanın
altına anlamını bilmeden imza atanlar, bugünkü bazı yorumculardır; çünkü onlar,
varolan ve suçlamanın ağırlık noktasını belirleyen bir ulusal sorunun
varlığından bile haberdar değil. Hegel’in Hukuk
Felsefesi’nin “Önsöz”ünde Fries’e karşı yapmış olduğu saldırının, Haym’a
Hegel’i, Metternich’in taraftarlarıyla, tahakküm altına girmeye hazır olanlarla
aynı kefeye koymaya olanak sağladığı doğrudur. Bu suçlamada Haym, Fries ve onun
“parti”si tarafından Hegel’e karşı yapılan suçlamayı yeniden dillendirmektedir.
Gelgelelim, törellik kategorisinin, sözümona devletin tanrısallaştırılmasının
merkezîliğini devrimci Fransız geleneğiyle değil de Restorasyon’la
ilişkilendiren bugünkü yorumcudur. Hegel’de siyasi cemaatin, “Politeia“nın
tanrının otantik gerçekleşmesi olarak ortaya çıkması, Haym tarafından elbette
eleştirilmektedir (Hegel und seine Zeit,
Wissenschaftliche Buchgesellschaft, Darmstadt, ss. 164-6). Ama bu, ta
Schelling’in, Fransız devrimcilerini mahkûm etmek için kullandığı bir motifin
yeniden canlandırılmasıdır; çünkü onlar, “gerçek politeianın (...) gökyüzünde” olduğunu unutmuşlardır (Stuttgarter Privatvorlesungen, Sämmtliche Werke, Cotta,
Stuttgart/Augsburg, ss. 461-2). Dahası, sözümona devleti tanrısallaştırmasında
antik modellere öncelik verdiği için Hegel’i eleştiren Haym, Hegel’in ta
gençlik döneminde bile, antikitenin meşhur hale getirilmesinde en fazla
Rousseau ve Jakobenlere gönderme yaptığını, ama kesinlikle Restorasyon’a
gönderme yapmadığını biliyordu.
Hegel’in sözümona “devleti
tanrısallaştırması”na yönelik Haymcı eleştiride 1789’un düşüncelerinin bir tür
savunmasını gören, bugünkü yorumcudur. Oysa Haym aslında sadece 1789’un düşüncelerini
eleştirmek ile kalmıyor; tersine, aynı zamanda o düşünceleri “Protestan-Germen
özgür kişilik ilkesi” ile uyuşmaz olarak ortaya koymaktadır. Bugünkü yorumcu,
Haym’ın bir nasyonal-liberal olduğunu unutuyor–ki, Haym sadece Hegel’e karşı
polemik yapmamıştır; o aynı zamanda Varnhagen von Ense’ye, Heine’ye, Gans’a ve
Genç Almanya’ya karşı da polemik yapmıştır. Elbette o bunu, onların
Restorasyon’a karşı müdahaleci davrandıklarından dolayı değil, tersine “Fransız
kültürü”ne bağlı olduklarından ve “Fransız liberalizmi ile Voltaireci ve
Rousseaucu olma”ya karşı sempati beslediklerinden dolayı yapmıştır.
Bir taraftan Haym ile Hegel
arasındaki, diğer taraftan ise Hegel ile Marx ve Engels arasındaki çelişkinin
gerçek özü bir defa kavranırsa, karşı karşıya olan bu yorumları bir yanlış
anlama sonucu olarak ortadan kaldırmaya ihtiyaç duyulmaz. Hatta bazı
benzerlikler bile vardır. Örneğin, Hegel’in ve onun öğrencilerinin Fransız
Devrimi’ne ve de Fransız siyasi kültürüne ve geleneğine hayran oldukları her
iki yoruma ait olanlar tarafından da belirtiliyor. Daha fazlası: Marx, Hegel’in
burjuva toplumunu bellum omnium contra
omnes (herkesin herkese karşı savaşı) olarak ortaya koyduğunu vurguluyor.
Oysa Haym, Hegel’i burjuva toplumunun değerini ve dokunulmazlığını görememekle
suçluyor. Bu iki örnekte sadece değer yargısı farklı ve karşıt; Marx için en
ilerici olan tez ve analizleri, Haym içinen derin anti-liberal ve Restorasyon’a
özgüdür.. Tarihsel olarak baktığımızda Haymcı değer yargısı ağırlık
kazanmıştır; fakat sadece değer yargısı–buna dikkat etmek gerekir–, analizin
somut unsurları değil. Bu açıdan bakıldığında, bazen tamamıyla tersine
çevrilmiş bir olguyla karşı karşıya kalınabiliyor: Haym, Hegelci felsefenin
anti-liberal niteliğini, onun (tamamıyla siyasi cemaatin totaliter pathosunun
hâkim olduğu) Fransız Devrimi ve Fransız siyasi geleneğiyle olan bağlantısını
temel alarak kanıtlıyor ise, bugünkü bazı yorumcular, eleştirel yaklaşımdan
yoksun bir şekilde Haym’ın değer yargısını üstleniyor ve onun geçerliliğini
açıklamak için Hegel’in 1789’un düşüncelerine yabancı olduğunu ve onlara
düşmanca yaklaştığını kanıtlamaya çalışıyorlar. Haym’a göre Hegel, modern
özgürlüğü anlayamamıştır; çünkü düşünür, Germen veya Germen-Protestan geleneğe
yabancı kalmıştır. Aynı şekilde bugün de Hegel, modern özgürlüğe uzak
duruyormuş gibi görülmektedir. Gelgelelim, şimdi Hitler’e kadar uzanan sürekli
bir çizgiye dahil ediliyor. Elbette Haym’dan Topisch’e veya Popper’den Hayek’e
kadar uzanan sürekli bir çizgi var ve bu çizgi, ne türde olursa olsun,
“totalitarizm” karşısında liberalizm övgüsü aracılığıyla çizilmektedir.
Hegel yorumlarının tüm siyasi tarihini anlama, bize açıklık
getirme olanağı sunmaktadır: Burada metne geri dönülebilir, dönülmesi gerekir.
Ancak, sanki bir mucize sonucu yorumlar tarihinin sıfır noktasına geri atılmış
gibi değil; aksine, yorumların siyasi tarihinin yeniden kurulması sonucu elde
edilen delaletlerin zenginliği ve çeşitliliğiyle… Bugünkü yorumcunun, kendi
okumasının koşullarını anlaması ve Hegel’e yönelik sorularını belirlemesi,
kültürel ve siyasi kategorilerin bilincine varması için bu zenginliği ve
çeşitliliği kullanmasını bilmesi gerekmektedir. Yorumların siyasi tarihinin,
Gadamer’in hermeneutiği tarafından fazlasıyla övülen “etki tarihi” ile uzaktan
yakından ilgisi yoktur. Hermeneutik, “yanlış anlama” kategorisini, lütufkâr bir
ironiyle yorumcu ile metin arasında farklı ifade edilen “diyalog” ile yer
değiştiriyor; ama o, benim burada eleştirdiğim tarihi ne kadar göz ardı
ediyorsa, nesnel çelişki kategorisini ve hermeneutik tartışmanın
siyasal-toplumsal boyutunu da o kadar görmezlikten geliyor.
Bu söyleşide ve başka bir yerde daha (Hegel
und die Freiheit der Modernen, Peter Lang, 2000) bilinçli ve açık bir
önkoşuldan veya hipotezden hareket ediyorum: Yanlış bir soru, Hukuk Felsefesi’nin anlaşılmasını
engeller ve bu da, Hegel’in liberalizmi veya anti-liberalizmine ilişkin
sorudur. Bu yanlış bir sorudur; çünkü bu soru, kategorik ama bilinçsizce
yapılan siyasi bir tartışmada bir duruş içermektedir–ki, bu tartışma Hegel
yorumlarının tarihini boydan boya takip etmektedir ve bugün için güncelliğinden
hâlâ hiçbir şey kaybetmemiştir. Eleştirel olmayan, apolojik bir temsil sunmaya
varan bu duruş, liberal düşünce geleneği tarafından dolaysız bir biçimde
sunulmaktadır: Marx ve Engels, dışrak Hegel’in karşısına koymak için içrek bir
Hegel arayışına koyulmadı; çünkü onlar, başından beri biliyorlardı ki, Hegel’in
düşüncesi, (“Alman Sefaleti”ne dayanan) sisteminin tüm sınırlandırmasına
karşın, Engels’in Hukuk Felsefesi’nin
yazarını savunurken “sınırlı liberaller” dediği kişilerin duruşlarından çok
daha ileri gitmektedir (Marx-Engels-Werke,
cilt 20, s. 266).
[1]
Andreas Arndt ve Domenico Losurdo ile 2007/2008 yılında yaptığım ve tarafımdan Almancadan
Türkçeye çevrilip Baykuş Felsefe Yazıları
Dergisi’nin 2. sayısında (Mayıs-Ağustos 2008, s. 13-42) yayınlanmıştır. Söyleşiye
o zaman yazmış olduğum önsözü, yayınlanmış haliyle artık bir belge olması nedeniyle
olduğu gibi bırakıyorum. Fakat kısa açıklayıcı bir not şart olmuştur. O zaman “soruların
formüle edilmesine” katkıda bulunanlar başlığı altında duyurulan isimlerle ne
felsefi anlamda ne de mesai bakımından bugün artık herhangi bir ilgim
kalmamıştır.
[2] Georg W.
F. Hegel, Vorlesungen über Rechtsphilosophie, hrsg. von Karl Heinz
Ilting, Frommann-Holzboog, Stuttgart-Bad Cannstatt, 1973-74, cilt 4.
[3] Georg W.
F. Hegel, Vorlesungen über Rechtsphilosophie, hrsg. von Karl Heinz
Ilting, Frommann-Holzboog, Stuttgart-Bad Cannstatt, 1973-74, cilt 3.