…akılda
ve felsefede kalkınmalar, sadece hoşgörünün ve özgürlüğün ülkesine has
olabilir.
David Hume
PDF için tıklayınız...Dünya çapında son çeyrek yüzyılın en çok
tartışılan konularındandır Aydınlanmacılık. Onun hakkında çok şey söylendi, çok
şey yazıldı. Aydınlanmacılığın ortaya attığı düşünceler ve gerçekleştirmeye
çalıştığı toplumsal ve siyasi projeler birçok bakımdan ele alındı; hem bilimsel
analizden ve tarihsel bakıştan yoksun tek yanlı övgülere konu edildi hem de çok
ağır kaba eleştirilere tabi tutuldu. Ne var ki, ne övülenin ne de eleştirilenin
sıkça tam olarak ne olduğu bilinmeden övüldüğü ve eleştirildiği görülmektedir. Öyle
ki; Aydınlanmacılığı tarihsel bakıştan yoksun hem övenlerin hem de eleştirenlerin,
çoğu kez Aydınlanmacı filozofların tek bir temel eserini derinlemesine
incelemediği pekâlâ ileri sürülebilir. Bu yönelim birçok bakımdan çarpık,
yanlış ve yanıltıcı bir gelişmeye işaret etmektedir. Diğer taraftan; 18.
yüzyılın Aydınlanmacı yüzyıl olduğuna dair genel kabul gören tezden hareket
edecek olursak –ki en geç 1848 devrim kalkışmaları Aydınlanmacılığın sonu
olarak kabul edilir–, aradan geçen bunca zamanı, yaşanan onca ekonomik, toplumsal
ve politik gelişmeleri, kuramsal dönüşümleri ve ilerlemeleri yok sayarak
Aydınlanmacılığın hala olduğu gibi devam ettiğini ileri sürmek mümkün değildir.
Bu kısa yazının amacı, Aydınlanmacılığa temel oluşturan bazı ana düşünceleri betimleyerek
konuya (özellikle din ile olan ilişkisine de) açıklık getirmektir.
Aydınlanmacılığın
İngilizce karşılığı Enlightenment, Almanca karşılığı ise Aufklärung’dur.
Aydınlanmacılığın bu iki dildeki karşılığı
arasında birisi daha çok pratiği, diğeri ise daha çok teoriyi çağrıştıran ama
birbirini tamamlayan önemli bir fark olduğu kanısındayım. Enlightenment sanki yürünen uzun veya kısa ama karanlık bir yolun
engebelerinin ve dolambaçlarının görülebilmesi için ışıklandırma eylemiymiş
gibi bir duygu ve düşünce uyandırıyor. Aufklärung
ise daha çok önümüzde duran bir şey, durum ve/veya süreç hakkında etraflı bilgi
edinip öğrenme ve bilgilendirme eylemidir. Fransızcada Aydınlanmacılığı
kavramlaştırmak için aynı anda birçok farklı kavram kullanılır. Öyle ki;
Fransız Aydınlanmacı hareketi bu bağlamda Yeniçağda ve Modernlikte biriken
bütün teorik ve pratik değerleri sanki sentezlemek ister gibidir. Belki bu
farktan dolayı İngiliz, Fransız ve Alman
aydınları arasında bir karşılaştırma yapıldığında, İngiliz ve Fransızların politik sistemlerini
devrimci yoldan değiştirirken (1648, 1689, 1789, 1830 ve 1848 devrimleri), Almanların
düşünceyi devrimcileştirdiği ileri sürülür.[1]
Bu fark Aydınlanmacılığın birbirini tamamlayan iki boyutuna işaret eder.
“Aydınlanma” mı?, “Aydınlanmacılık” mı?
Yazıda “Aydınlanma” kavramı yerine
“Aydınlanmacılık” kavramını kullanıyorum. Türkçede “Aydınlanma” ve
“Aydınlanmacılık” kavramları bir süre öncesine kadar aynı şeyi betimlemek ve
tanımlamak için bir bakıma bir biriyle yarışır ve rekabet ederdi. Türkiye’nin
saygın filozoflarından Afşar Timuçin, bir yazısında her iki kavramı da
kullanmaktadır; kavramlardan ilkini yazının başlığında ve ikincisini yazının
içinde kullanmaktadır.[2]
Fakat uzun bir süredir ilgili yayın ve kitaplarda “Aydınlanmacılık” kavramı
yerine sadece “Aydınlanma” kavramının kullanıldığı görülmektedir. Öyle ki; birkaç
yıl öncesine kadar hem sözlüklerin hem de hafızamızın doğal parçası olan
“Aydınlanmacılık” kavramı, Türk Dil Kurumu’nun internet sayfasında sunulan
Büyük Türkçe Sözlük’te bugün artık bulunamamaktadır.[3] Ayrıca
Aydınlanmacılık yerine önerilen “Aydınlanma” kavramı da sadece küçük “a” ile (“aydınlanma”
olarak) yazılmaktadır.[4]
Oysa bu kavramı büyük “A” ile yazanlar ona belli bir tarihsel anlam yüklemeyi
amaç edinir. Bu nedenle bu son derece düşündürücü ve kaygı verici bir
gelişmedir. Aydınlanma kavramını ister büyük “A” ile ister küçük “a” ile
yazalım, bu kavramı Aydınlanmacılık kavramının yerine geçirmek ile
Aydınlanmacılık kavramında saklı son derece önemli belli bir anlam
kaybolmaktadır.
Şöyle ki; değişik
Avrupa dillerinde Aydınlanmacı Çağı betimlemek için kullanılan kavramlar (Almanca
Aufklärung, İngilizce Enlightenment, Fransızca Les lumières ve İtalyanca İlluminismo) Türkçeye
genel olarak Aydınlanma olarak
çevrilmektedir. İşaret ettiğim gibi bu çeviri önerisi birçok bakımdan yanlış ve
yanıltıcıdır. Bu kavram ile Avrupa tarihinde hem belli bir dönem (Aydınlanmacı
Çağ) hem de bu döneme damgasını vurmuş olan belli bir hareket (Aydınlanmacı
Hareket) betimlenmek istenir. İmmanuel Kant, Aydınlanmacılık Nedir? Sorusuna Yanıt başlıklı klasik makalesinde
kendi çağını “Aydınlanmacı Çağ”[5] (Zeitalter der Aufklärung) olarak
tanımlar. Bu bakımdan Kant, Aufklärung
kavramını örneğin Hegel’in Tinin
Fenomenolojisi’nde yaptığı gibi sadece kendi çağına, yani 18. yüzyıla
uyarlar. Oysa Aufklärung kavramını
veya diğer Avrupa dillerinde buna denk gelen kavramları Türkçeleştirirken kullanılan
Aydınlanma kavramı çok esnek ve sınırları o kadar belli olmayan bir kavramdır. Bu
kavram, bütün zamanları kapsayacak şekilde neredeyse sınırsız bir şekilde
genişletilebilir ve bütün konularla ilişkilendirilebilir belirsiz bir
kavramdır. Aydınlanma kavramı aynı şekilde kendinde özne kavramını
barındırmayan salt bir süreç kavramıdır. Oysa Aydınlanmacılık, Avrupa tarihinde
18. yüzyıla damgasını vurmuş ekonomik, toplumsal, kültürel, siyasi ve sanatsal
bir harekettir. Özellikle bu, onsekizinci yüzyıla özgü entelektüel ve toplumsal
bir hareket betimlemesinin, sadece
“Aydınlanma” olarak çevrilmesi durumunda kaybolduğu kanısındayım. Zira Hilmi
Ziya Ülken de kavramı “Aydınlanma” olarak çevirmek yerine “Aydınlanma Devri”
olarak çevirmeyi yeğlemiştir.[6]
Aydınlanmacılık kavramı
özellikle toplum felsefesi çerçevesinde kullanılmaktadır ve aynı zamanda
burjuvazinin, metafiziksel-teolojik dünya görüşünden kurtulmak için ortaya
çıkan değişik entelektüel ve toplumsal hareketlerini betimleyen özgün felsefi
ve ideolojik bir kavramdır.[7] Hegel’in
Tinin Fenomenolojisi’nde kullandığı
özgün anlama en yakın Türkçe karşılık “Aydınlanma Hareketi” olabilir, çünkü
Hegel, hareket boyutunu vurgulamak için Aydınlanmacılık bölümde “parti” veya
“partiler” kavramını da kullanıyor.[8]
Bundan dolayı bu yazıda değişik Avrupa dillerinde bu hareketi betimlemek için
kullanılan değişik kavramları kısa ve öz olarak “Aydınlanmacılık” kavramıyla karşılayacağım.
Zira “Aydınlanma” kavramından farklı olarak “Aydınlanmacılık” kavramı, doğrudan
sürecin öznesine işaret eder. Bu nedenle Aufklärung
kavramını ve buna denk gelen diğer Avrupa dillerindeki kavramları Türkçede “Aydınlanmacılık”
olarak karşılanmasını öneriyorum. Yazıda yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı Aydınlanmacılık
kavramını kullanıyorum.
On sekizinci yüzyıla
damgasını vurmuş belli bir hareketi betimlemek için “Aydınlanmacılık” kavramı
kullanılırsa, “aydınlanma” kavramı da bütün insanlık tarihini ve her şeyi
kapsayacak bir şekilde kullanılabilir. Bu anlamda aydınlanma, bütün bir insanlık
tarihini, doğa, toplum, insan, evren vesaire hakkında giderek artan bilgi
sonucu sürekli artan ve derinleşen bir aydınlanma süreci olarak betimlenebilir.
Böylelikle “Aydınlanmacılık” kavramı 18. yüzyıla damgasını vurmuş belli bir
hareketi betimlemek için kullanılırken; “aydınlanma” kavramı bütün insanlık
tarihini sürekli ilerleyen bir genel aydınlanma sürecine işaret etmek için
kullanılabilir.
Aydınlanmacılık Köklü ve Radikal Bir Harekettir
Yukarıda söylenenler basit bir kelime
oyunu değildir. Kavramın en geniş anlamında alacak olursak; Aydınlanmacı
hareket; Rönesans ve Reformasyon’u içerecek şekilde 16. yüzyılda İtalya’da epistemolojik
bir devrim ile başlayıp, kültür, sanat, astronomi, bilim, hukuk, siyaset
–kısacası insan yaşamının her alanını, aklın özgürleştirici eleştirisine tabi
tutarak; İngiltere’de bir dizi ayaklanmalar, iç savaşlar ve devrimler ile 1789
Fransız devriminde nihayet en üst uğrağına ulaşır.[9] Bu
nedenle İmmanuel Kant, 1789 Fransız devriminden altı yıl önce Aydınlanmacılığı
en başta özgürleştirici bir hareket olarak betimler.[10] Kant,
Aydınlanmacı projenin devrim yoluyla gerçekleştirmesine karşı çıksa da; onun uzun
erimli olarak muhakkak gerçekleştirilmesini talep etmektedir. Zira Kant
açısından mesele, “eskiyi olduğu gibi bırakmak isteyenler”[11]
ile değiştirmek isteyenler, “kurulmuş düzenin hala sürmesini”[12]
isteyenlerle yeni, daha özgür ve insancıl bir düzen arayanlar arasında hüküm
süren çatışmalı bir duruma son verme meselesidir; çünkü aydınlanmak, bir nevi
insanın doğasının gereği olan bir haktır ve onu engellemeye kalkmak, “insanlığın kutsal haklarını”[13]
ihlal etmek anlamına gelecektir. Hatta Kant daha ileri gider ve aydınlanmada
devam etmeyi engellemek, “insanın doğasına karşı işlenmiş suçtur”[14]
der. O halde, aydınlanma kuşaktan kuşağa, çağdan çağa devam etmesi gereken hayatın
her alanını kapsayan kapsamlı ve zorunlu bir hareket ve mümkün tarihsel
ilerlemedir.[15]
Kant’a göre bu ilerlemenin bireysel ve öznel bir çaba sonucu olması mümkün
değildir; çünkü aydınlanma zorunlu olarak bütün toplumu kapsamak, yapısal ve köklü
olmak zorundadır.
Yukarıda Kant’tan
hareketle işaret ettiğim gibi bu çağa aynı zamanda “Aydınlanmacı Çağ”
denmektedir. Fakat bu çağa, anlamını tam olarak başka bir açıdan da vurgulamak
için “Aklın Çağı” da (Age of Reason)
denmektedir. Aydınlanmacı Çağa Fransızcada bazen “Filozoflar Çağı” da (siècle des philosophes) denmektedir.[16] Bu
ne anlama gelmektedir?
Yukarıda
Aydınlanmacılık kavramının Rönesans’ı ve Reformasyon’u da kapsayacak şekilde en
geniş anlamda kullanılabileceğine işaret ettim. Aydınlanmacılık, kendine ön gelen
Rönesans ve Reformasyon hareketlerinin en az 2 yüz yıldan beri biriktirdiği hemen
her türlü mirasın birçok bakımdan devamcısıdır. Rönesans ve Reformasyon’da potansiyel
olarak var olan birçok düşünce, beslenip olgunlaşmış ve böylelikle Aydınlanmacılıkta
açıkça ifadesini bulmuştur, hatta siyasi bir projeye dönüştürülmüştür. Ama aynı
zamanda bu hareketlerin amaçlarını hem daha derinleştirilmiştir hem de ortaya
attıkları birçok soru, 18. yüzyılın bakış açısına göre yeniden formüle edilmiş
ve kapsamlı kuramsal bir çerçeveye oturtulmuştur.
Aydınlanmacılık Dünyevi Bir ‘Yeniden Keşfediş’ ve ‘Yeniden
Doğuş’ Hareketidir
Rönesans kavramı, 19. yüzyıldan beri hem
“yeniden doğuş” hem de “yeniden keşfetmek” anlamında kullanılmaktadır –ki ‘yeniden
doğuş’ en az iki boyutlu bir ‘yeniden keşfediş’ üzerinden gerçekleşmektedir. Nedir
bunlar? Bakalım.
Bir; Fransız tarihçi Jules
Michelet’nin klasik tanımı ile Rönesans, her şeyden önce “dünyanın keşfi,
insanın keşfi” (la découverte du monde, la decouverte de l’home)[17] anlamına
gelmektedir. Michelet devam eder: “onaltıncı yüzyıl, kendi büyük ve meşru
genişlemesinde Colomb’tan Copernic’e, Copernic’ten Galilée’ye, yeryüzünün
keşfinden bu gökyüzünün keşfine kadar
uzanır.”[18]
Michelet burada Rönesans’ı doğanın ve insanın yeniden keşfedilmesi, insanın
gözlerini bu dünyaya döndürmesi, bütün dünyayı, doğayı, insanı ve evreni
bilimsel olarak yeniden keşfetmesi olarak tanımlıyor. Sanki hem bütün bir
insanlık tarihinin genel gidişini hem de bunun mirasçısı olarak
Aydınlanmacılığı betimlercesine Hegel şeyle der:
“Varolan her şeyin anlamı, gökyüzüne bağlı olan ışık lifine
bağlıydı; bakış, onunla, bu mevcut olanda durmak yerine, mevcut olanın öbür
tarafına, tanrısal olan varlığa, tabiri caiz ise, öbür tarafta yukarıda bir mevcut
olana doğru kaymıştı. Ruhun gözünün zorla dünyevi olana çevrilmesi ve onun
üzerinde tutulması gerekiyordu; ve bu tarafta olanın içinde bulunduğu sıkıcılığa
ve karışıklığa, doğaüstü olanın sahip olduğu açıklığın kazandırılması ve
deneyim denilen mevcut olana ilginin bir bütün olarak döndürülmesine ilginç ve
geçerli kılınması için uzun bir zaman gerekiyordu.”[19]
Hegel bununla neyi kastetmektedir? Açıklayalım.
Rönesans’ın başlangıcı sayılan 15. yüzyılın ta sonlarına kadar insanların çoğu
(bugün de olduğu gibi), geçmişlerini ve geleceklerini, gökyüzünde bir yerlerde olduğunu
tahmin ettikleri bir tanrı ya da doğaüstü bir güç üzerinden anlamaya ve
tanımlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken; deyim yerindeyse bu arayış üzerinden
dünyada varoluşlarına bir anlam vermeyi deniyordu. Öyle ki; 15. yüzyıla gelindiğinde
“Mistisizm (artık –DG) her yeri kaplamıştı.” Peki, “Akla neresi kalmıştı?
Hiçbir yer.”[20]
Rönesans ile insanlar dünyada varlıklarına bir anlam verme çabalarını akla dayanmakla
yeni bir yön vermeye başlamıştır; bunu, iç ve dış gözünü doğaya ve kendisine
çevirerek, yani hem doğayı ve doğa yasalarını hem de kendisini aklın gücüyle keşfetmeye
başlayarak yapmaya başlamıştır. Bunu en iyi bir şekilde Francis Bacon’un yeni
yöneliminde görüyoruz:
“İnsan, doğanın hizmetçisi ve yorumcusu olarak, sadece
olguda ve düşüncede doğanın gidişini gözlediğine göre şu kadar ve bu kadar
yapabilir ve kavrar: bunun ötesinde, insan, ne bir şey bilir ne de yapabilir.”[21]
Fakat Bacon’da ifadesini bulan bu yeni
yönelim kendiliğinden (gönüllü) olmamıştır.
Bunun gerçekleşmesi için insanın zora başvurması gerekmiştir. Hegel’in,
aktardığım pasajda kullandığı “zorla” kavramını bu anlamda almak gerekir.
Tarihte hiçbir şey, kendiliğinden ve sadece gönüllü olmamıştır. Bu, ‘yeniden
keşfediş’in birinci boyutudur.
İki; doğanın ve insanın
yeniden keşfedilmesinden önce insan, Ortaçağ’da yüzyıllar boyunca gökyüzünde
bir yerlerde düşünüp tasarladığı güçlerden hareketle dünyadaki kendi varlığına
bir anlam vermeye, kendisine orada bir gelecek kurmaya çalışırken; bu, Rönesans
ile tamamıyla değişmiştir. Bunun tarihsel önemi, ne kadar vurgulansa azdır.
İnsanlık tarihinde insan kendisini ilk defa kendi kaderinin yaratıcısı, kendini
kendi yaşamının faal öznesi, üzerinde yaşadığı gezegenin sorunlarının idarecisi
olarak kavramaya başlamıştır. Bu arayışı, kuramsal olarak temellendirmek için merkezinde
doğa ve insan araştırmaları olan “Antik Yunan” kaynaklara yeniden dönülmüştür. Rönesans
bu bakımdan da bir yeniden keşfediştir. Bu da ‘yeniden keşfediş’in ikinci
boyutudur.
Bu yeniden keşfedişler,
insanın nihayet “karanlık çağlar”dan çıkmaya, mistisizmin yerini aklın
doldurmaya başladığını ve böylelikle insanın özgürleşmeye başladığını müjdeler.
İşte, insanın/insanlığın ‘yeniden doğuşu’ndan bu bağlamda ve bu anlamda bahsedilir
haklı olarak.
Aydınlanmacı Öğretinin Kökeninde ve Temelinde Hümanizm
Vardır
İnsanın Yeniçağda yeniden doğuşu, insanın
kendisini insan olarak araştırması, kendisini bütün değerleriyle kendi
düşünümünün konusu yapması, insan olarak varlığına anlam verme ve kendini kendisini
evrende anlamlandıran bir varlık olarak kavrama çabasıyla başlar. Büyük İskoç Aydınlanmacılarından
David Hume, insanı, sadece düşünen ya da akıl yürüten değil, aynı zamanda kendisini
düşünümünün ve akıl yürütmesinin konusu yapabilen bir varlık olarak tanımlar. Şöyle
diyor Hume tam olarak: “…biz yalnızca akıl yürüten varlıklar değiliz, fakat
aynı zamanda üzerine akıl yürüttüğümüz nesnelerden birisiyiz.”[22] Hume
burada insanın diğer canlılardan farklı olarak yansısal (refleksif) düşünebildiğini ve bu nedenle de kendisine aynada bakar
gibi duygularını, düşüncelerini ve değerlerini kendi düşünümünün tartma/eleştirme
konusu yapabildiğine işaret ediyor. İşte, insan, bunu yapmaya başladığı andan
itibaren ve yapabildiği oranda ahlaklı bir varlık olmaya başlar.
İnsanın büyük beyninin
oluşumuna ve gelişimine paralel olarak gelişen bu yetisi, insanın doğayı
işlemeye ve işlemek için gerekli araç ve gereçleri yapmaya başlamasıyla
oluşmaya başlayan, bir yetidir.[23] Yani
soyut ve yansısal düşünme yetisi, insanın çok çok sonradan edindiği bir
yetidir. İskoç Aydınlanmacısı Hume’un insanın bu yetisine işaret ederek “insan
bilimi” olarak adlandırdığı ve en başta insanın değerlerini ve davranışlarını
konu edinen ahlak felsefesini kurma işine girişmesi, Aydınlanmacılık ile
Rönesans’ın zihniyetine denk gelen Hümanizm arasındaki tarihsel ilişkisinin ne
kadar güçlü ve kopmaz olduğuna işaret eder. Burada elbette Aydınlanmacı
felsefenin oluşmasında aynı zamanda klasik Arap felsefesinin ve Antik Çin
felsefesinin de derin etkisinin olduğuna işaret etmek gerekmektedir –ki bu,
Aydınlanmacı felsefenin bir insanlık ürünü, eseri ve insanlık mirası olduğunu
kanıtlar.[24]
Rönesans ile birlikte insanın
gözlemlerinin, araştırmalarının ve düşünümlerinin odak noktasına bütün
ilişkileriyle doğa ve insanın kendisi gelip oturmuştur. Yani insan gözünü
doğaya ve doğanın içinde bulunan kendisine döndürmüştür. Böylelikle doğayı ve
doğada kendisini yeniden keşfetmek istemektedir. Bu nedenle her şeyi merak eden
ve keşfetmek isteyen insanı betimlemek için uluslararası kavramlar
dağarcığımıza “Rönesans İnsanı” kavramı dâhil olmuştur. İnsan bundan böyle
kendi kaderini kendi eline almak istemektedir. Örneğin Shakespeare ve
Goethe’nin eserlerinde ifadesini bulan bu insan tiplemesine göre, insan meraklı,
keşfedici, değiştiren ve dönüştüren, her şeyi yeniden yaratmak isteyen, her
şeyi yeniden yaratırken kendisini de bizzat kendisi yeniden yaratmak etkin bir varlıktır.
Rönesans insanı, doğaya
ve doğa yasalarına basit bir şekilde tabi olmak istememektedir. O, doğal ve
toplumsal olguları gözleyerek, deneyerek, araştırarak, ilk bakışta görünmez
olan yapıları ve ilişkileri ortaya çıkararak doğayı ve toplumu açıklamak
istemektedir. Böylelikle destan ve hikâyelere dayalı açıklama biçimlerinden, mitlerden
ve mitostan kurtulmak istemektedir. Zira ancak doğanın, toplumun ve tarihin
yasalarını bilen ve açıklayabilen insan, doğayı kendi gereksinim ve isteklerine
göre değiştirmeyi ve dönüştürmeyi amaç edinebilir. Bu nedenle Rönesans insanın
en temel amacının, doğal güçleri kendi öz kontrolü altına almak olduğu ileri
sürülebilir. Böylelikle insan, doğayı kendi evini kurar gibi yeniden yaratmış
olacaktır. İnsan ancak bu şekilde kendi kendisinin efendisi olabilecektir. Zira
aksi takdirde hükmedemediği için kendisine yabancı kalacak olan doğal güçlerin
kurbanı olma olasılığı yüksektir.
Rönesans insanı, kendisini
çok yönlü geliştirip, bütün yetenek ve yetileriyle evrensel bir insan olmak
istemektedir. İnsanı düşünümünün merkezine aldığı için, Rönesans’ın düşünsel
tutumuna ya da “ruh haline” genellikle “Hümanizm” denmektedir. Hümanizm, kısaca,
bilimsel araştırmalarda, felsefede ve kelimenin en geniş anlamı ile toplumsal pratikte,
Ortaçağ insanını meşgul etmiş olan tanrının varlığına ve özelliklerine dair teolojik
sorunlar ve konuların yerine insan kendi sorunlarını ve değerlerini odak
noktası haline getirmek demektir. Bu yönelim ile Rönesans’ta hem insanın
merkeze alınmasını hem de kim olursa olsun insana karşı insancıl davranma
gereğini temellendirmeyi amaçlamaktadır.
Rönesans, Hümanizm ve Aydınlanmacılık
Hümanizm kavramının kökenini hatırlamak,
onda saklı olan özgürlükçü ve özgürleştirici potansiyelin daha açıkça görülmesini
sağlayacaktır. Hümanizm, Latince kökenli bir kavramdır. Roma’da kölelere, kadınlara, çocuklara, yabancılara
ve “düşman” olarak tanımlanan herkese karşı son derece ağır yasalar hüküm
sürmekteydi. Halkın yönetici üst sınıflar karşısında herhangi bir hakkı yoktu.
Tersine yasalar üst sınıfların halk üzerinde mutlak tahakkümünü teyit ve
garanti etmek için düzenlenmişti. Bu yasaları bütün sıkılığıyla uygulayan üst
sınıf mensupları, “adil” olabilirdi; fakat “insancıl” değil. Ne var ki, bu
yasaları doğru bulmayıp, onların sınırlarının dışına çıkarak adı geçen
gruplardan ve tabakalardan insanlara karşı insanca/insancıl davrananlara humanus denirdi. İnsancıl olarak
tanımlanmak için, sözde insancıl olmak yetmiyordu. Söz konusu kişinin özel ve
kamusal hayatının her alanında tutarlı bir şekilde humanus olduğunu kanıtlaması gerekirdi. Kısacası, sadece sözde ve
savda değil, aynı zamanda edimde de insancıl
olmak zorundaydı. Hümanizm kavramının kökeninde yatan anlayış ve davranış
biçimi budur. Romalılar arasında bu insancıl duruş ve davranış biçiminin ortaya
çıkmasında, Yunan dünya bilgeliğinin (“Antik Yunan Felsefesi”nin) alımlanması,
başat bir rol oynamıştır. Diğer bir deyişle Hümanizmin kökeninde felsefe ve en
başta da Antik Yunan’da insanı ve insanın değerlerini felsefi düşünümün
merkezine koyan ve felsefeyi halka götüren Sofistlerin devrimci felsefi duruşu ve
mirası, ve Antik Çin felsefesi vardır –ki Antik Çin felsefesi, kendisini, diğer
birçok felsefi gelenekten farklı olarak dünyevi bir felsefe olarak belli eder.[25]
Hümanizm, özgürlükçü
bir düşünüş tarzıdır ve bu özelliğiyle Reformasyon hareketini doğrudan
etkilemiştir. Reformasyon’un düşünsel önderlerinden sayılan Roterdamlı Erasmus
aynı zamanda en büyük hümanistlerdendir. Reformasyon, Rönesans Hümanizmine, yani
bir tür olarak insanın doğada ve bir birey olarak toplum içinde özgürlük
arayışına, inanç ve vicdan özgürlüğü düşüncesini ekleşmiştir. Böylelikle
Reformasyon, vicdan özgürlüğü talebini insanlığın gündemine taşıyarak
Rönesans’ın özgürlük arayışına yepyeni bir boyut ve derinlik kazandırmıştır. Reformasyon,
insanlık tarihinde ilk defa, insanın “iç özgürlüğünü” de (duygu, düşün ve inanç
dünyasının -inananın ve inanmayanın- özgürlüğünü de) özgürlük kavramına dâhil
ederek, ona bütünlüklü bir anlam kazandırmıştır.
İşte, sadece Avrupa
tarihi açısından değil, aynı zamanda insanlık tarihi açısından da son derece önemli
olan Aydınlanmacılık, bu 3 yüz yıllık Rönesans ve Reformasyon olarak
adlandırılan toplumsal yenilenme hareketinin doruk noktasıdır bir yerde. Yukarıda
işaret ettiğim, tarihsel olarak oluşmuş olan kapsamlı özgürlük arayışı, yani
bir tür olarak insanın doğada, iç dünyası ve dış ilişkileriyle birey olarak toplumda
özgürlük arayışı, Aydınlanmacı hareketin ereğinin temel belirleyenidir. Fakat
insanın özgürlük arayışında aynı zamanda yepyeni bir evredir de Aydınlanmacılık.
İnsanların bir tür
olarak doğada ve insanların birer birey olarak toplumda gerçekten özgür
olabilmesi ve gerçekten özgür olup olmadıklarını bilebilmesi için, korkmadan ve
çekinmeden kendi aklını kullanabilmesi gerekmektedir. Aydınlanma Çağ’ına bu
nedenle aynı zamanda “Aklın Çağı” denmektedir. İşaret ettiğim gibi, bu çağda
her şey, aklın yargısı önünde insanın özgür yaşaması için gerekli olduğunu
kanıtlamak ve böylelikle varlığını gerekçelendirmesi gerekmektedir. Bu koşulu
yerine getiremeyen hiçbir şeyin varolma hakkı bulunmamaktadır Aydınlanmacı
bakış açısından.
Aklın bu kapsamlı ve
temellendirici talebi, doğal olarak aynı iddia ile ortaya çıkmış olan din ile
çatışmaktadır. Bu bakımdan Aydınlanmacılık aynı zamanda “aklın gücünü imana
yöneltmesi” olarak tanımlamak mümkündür. Akıl, gücünü imana yöneltirken hem
akıl ile imanın ilişkisini hem de toplumsal yaşamda her ikisinin de rolünü
yeniden tanımlamayı amaçlamaktadır.
Aydınlanmacılık, aklı
temel aldığı için, doğal olarak hem doğanın araştırılması ve açıklanmasında,
hem de başka bütün toplumsal ilişkilerin bilimsel bilginin ışığında her şeyin
akla dayalı yeniden düzenlemesini istemektedir. Başka bir deyişle Aydınlanmacılık,
inanç ve imanın yerine aklı, bilgiyi ve kavramı; mitosun yerine logosu tesis
etmek istemektedir. Aydınlanmacılığa göre akıl, toplumsal ve bireysel özgürlüğü
sağlayacak ve garanti edecek tek kurumdur. İnanç özgürlüğünü de: inananın
özgürce inanmasını, inanmayanın da özgürce inanmamasını, yani her bakımdan
vicdan özgürlüğünü teminat altına alabilecek tek kurumdur.
Hümanizm, Aydınlanmacılık, “İnsanlık” Kavramı ve “Ebedi Barış”
Her ulusun, kültürün, etnik grupların ve
halkların tarihinde kendisini diğerlerinden ‘üstün’ gördüğü, diğerlerini farklı
biçimlerde ‘barbar’ olarak tanımlayıp aşağıladığı, diğerlerini kendisinden
‘alçak’ gördüğü dönemler vardır. Diğer bir deyişle hemen her ulusun tarihinde hep
aşağılanan bir “öteki” ya da birçok “ötekileri” vardır. Aydınlanmacılık ile
artık bu son bulmaya başlamıştır. Rönesans ile artık insanlık tarihi, daha
doğrusu insanlığı oluşturan bütün ulusların, kültürlerin, etnik grupların,
halkların ortak tarihi başlamıştır. Bu nedenle ünlü Rönesans tarihçisi Michelet,
kapsamlı bir tarih çalışmasının bir parçası olan Rönesans kitabına yazdığı “Giriş”te birbirini ancak anlamaya
başlayan Doğu ile Batı’nın birbirine el uzatmasıyla (“Doğu bizim Batı’ya el
uzattı”) “nihayet mekânda ve zamanda insanlık
ailesini teşkil eden üyelerin mutlu kaynaşması başlamaktadır”[26]
der. Kitabının sonunda ise, araştırmasının sonucu olarak Rönesans çağını
betimlemek için şöyle der: Rönesans ile “Bir insanlık dünyası başlıyor,
evrensel sempati dünyası”. Bu cümleyle sonuçlandırır kitabını. Bu, aynı zamanda
insanın bütün dünyaya nihayet kendi öz evi gibi bakmaya başlamasıdır da; zira gözlerini
dünyaya ve kendisine dönmekle “insan, dünyanın kardeşi”[27] olmaya
da başlamıştır.
Rönesans ile bu yönde
başlayan değişim, Aydınlanmacı Çağ’da geçici olarak üst uğrağına ulaşmıştır. 1789
Fransız devrimi doruk noktasıdır. Bu gelişmeye karşı çıkan, yani 1789 Fransız
devrimini ret eden güçlerin özellikle “insan” ve “insanlık” kavramına karşı
çıktığını görüyoruz. Örneğin Joseph-Marie de Maistre, devrimin insanlığın
düşünümün gündemine koyduğu “insan” ve “insanlık” kavramlarına nasıl karşı
çıktığını hatırlayalım. De Maistre, 1789 devriminden sonra yapılan anayasaları
kastederek şöyle der: “1795 anayasası,
ondan öncekiler de, İNSAN için yazılmıştır. Şimdi, dünyada insan diye bir şey
yoktur. Yaşamım süresince Fransızlar, İtalyanlar, Ruslar vesaire gördüm;
Montesquieu sayesinde birisinin Persli
olabileceğini bile biliyorum. Fakat, insana
gelince, açıklıyorum ki, hayatımda onu hiç görmedim. Eğer insan var ise,
ben onun bilgisine sahip değilim.”[28]
Buna karşın Kant’ın, aydınlanmayı “insanlık hakkı” olarak tanımladığına hâlihazırda
işaret ettim yukarıda. Bu bakımdan insanlık kavramı Aydınlanmacı felsefede bir
nevi kurucu bir öğe gibidir. Bugün Aydınlanmacılık üzerine yapılan ateşli tartışmalara
ilişkin bir fikir oluştururken bu, güncel tartışmalar için son derece anlamlı durumu
dikkate almak lazımdır: örneğin ülkemizde yaygın olarak işlenen Heidegger ve
Gademer’in, işe insanlık kavramını ret ederek başladığı bilinir. Buna karşın
Anadolu’da “insan, insandır!” denir.
İnsanlık kavramını ve
insanlığa bütünlüklü bakışı Rönesans Hümanizmine borçluyuz. Ancak bu bütünlüklü
bakış, insanlık çapında ebedi barış
düşüncesinin ortaya çıkmasını sağlayabilirdi. İnsanın kendisine bütünlüklü bir
“aile” olarak bakabilmesinin nedeni, elbette en başta dünyanın hemen her
tarafını birbiriyle ilişkilendiren ve birbirine bağımlı kılan yeni ekonomik
ilişkilerdir.[29]
Fakat düşünsel düzeyde de büyük değişiklikler olması gerekiyordu. Bu yeni
bakışın düşüncel hazırlayıcısı ve taşıyıcısı Thomas Morus ve Rotterdamlı
Erasmus’tur. Morus’un kuramsal çalışmasının öncelikli konusu, insanlığın
içbarışının önkoşulu olarak teker teker toplumların içbarışın nasıl
gerçekleşebileceğidir. Ünlü eseri Ütopya
bu çabanın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Morus’un bu çabasının tamamlayıcısı
olarak Erasmus daha çok toplumlar arası barışın nasıl sağlanacağı üzerine
düşünür -ki o zamanlar ‘toplumlar arası’ deyince akla en başta Doğu ve Batı ya
da Hıristiyanlık ile İslam arasında kalıcı barışın nasıl sağlanacağı sorusu gelir.
Bu konuda Erasmus, cesur
eleştirel çıkışlarıyla geleneksel inanç ve düşün dünyasında büyük devrimler
gerçekleştirmiştir. Erasmus, 1517 yılında kaleme aldığı Querela Pacis (Barışın Şikâyeti)
adlı eserinde insanlığın içbarışının sağlanması için, bugün de örnek olabilecek
davranışıyla kendisinin de içinde bulunduğu inanç dünyasında
Müslümanlara/Türklere karşı önyargı yayanları eleştirmekle başlar işe:
‘insanların birbirlerinin karnını kılıç ile deşmesi Hıristiyan’ın gözüne kötü
görünürken “Türkün” gözüne iyi mi görünür!’ diye sorar retorik olarak. Zira
kötü, hangi inanç sistemine bağlı olursa olsun, insanlıktan çıkmamış herkesin (ister
Müslüman olsun, ister Hıristiyan) gözünde kötüdür. Erasmus Hıristiyanlar
arasında “Türklere” (ki bununla Müslümanları kasteder) karşı önyarıgı yayanları
eleştirir: “Hıristiyan savaşçılar, inanmayan bir kabile olarak, Hıristiyanlara yabancı
olarak Türkleri abartırlar; sanki onlar bu şekilde davranmakla kendileri
Hıristiyan olurlar”[30].
Erasmus, “Hıristiyan savaşçılar”a yönelttiği bu eleştirisi ile genel olarak insanlar
arasında savaş ruhunu diri tutmak ve gerekirse savaş çıkarmak için kendi
kültürü içinde Müslümünlar hakkında önyargı yayanları eleştirir.
Erasmus, insana insan
olarak bakmanın ve bütün insanlığı bir “aile” olarak görmenin (Anadolu’da
yaygın olan ve yukarıda işaret ettiğim “insan, insandır!” özdeyişini hatırlayalım!),
insanlığın içbarışı için gerekli düşünsel önkoşul olduğunu bilir ve zaten ancak
bu bütünlüklü bakışa sahip olunabildiği oranda “ebedi barış”tan[31],
“sürekli barış”tan[32]
ve “kesintisiz barış”tan[33]
bahsedileilir. Erasmus, Hıristiyan toplumlar içinde Müslümanlar hakkında
önyargılar yayarak savaş çığırtkanlığı yapan “Hırıstiyan savaşçılar”ı
eleştirdikten sonra bütün Hıristiyanlara şu çağrıyı yapar:
“Kendisine Hıristiyanım
diyen herkese çağırıyorum! Onlara, dürüstlüklerini ortaya koyacaklarından ve
tutarlılıklarını muhafaza edeceklerinden, savaşı ortadan kaldırmak ve ebedi ve evrensel barışı tesis etmek için bir yürek ve bir ruh olarak
birleşmelerini ısrarla tavsiye ediyorum.
Burada ve şimdi,
çokluğunun, halkın kitlesinin birliğinin, birkaçın ve güçlünün despotizmine
karşı ne kadar etkili olunabileceğini dünyaya gösterin.”[34]
Erasmus’un sözleri açık ve net.
Hıristiyanlardan önyargıları bir tarafa bırakıp, Müslümanlarla ve nihayetinde diğer
kültürlerden bütün insanlarla birleşerek insanlığı, nihayet barış içinde bir
aile olarak yeniden kurmalarını talep etmektedir. Rousseau, Emile ya da Eğitim Üzerine adlı eserinde,
kendisine bütün Avrupa’da sürgün ve takibatı göze alarak ortaya koyduğu hoşgörü
ilkesini temellendirirken hiç kuşkusuz Erasmus’un yukarıdaki cümlelerini hatırlıyordu.[35]
Aynı şekilde Kant, Ebedi Barış Üzerine.
Felsefi Bir Tasarım[36] adlı
eserini kaleme alırken elbette Erasmus’un “ebedi ve evrensel barış” talebini hatırlıyordu.
Aydınlanmacılık ve Din
Peki, bu durumda din ne olacaktır,
toplumsal yaşamda dini inancın yeri ve rolü yeniden nasıl tanımlanacaktır? Erasmus’un
talep ettiği insanlık toplumu kurulduğunda –ki aslından insanlık toplumu bugün hemen
her bakımdan gerçekliktir, eksik olan, bu gerçekliğin henüz bilinçli olarak
yeniden kurulamamış olasıdır- kültür ve gelenek, düşünce ve inanç, ahlaki
değerler ve tasavvurlar bakımından çok renklilik arz eden, dini inanç farkları
arasındaki ilişki nasıl belirlenecektir. Rönesans Hümanizminin mirasçısı olan Aydınlanmacılığa
göre bütün toplumsal ilişkilerin ve kurumların temelini elbette akılın ilkeleri
oluşturmalıdır. Ancak bu şekilde toplum, felsefe ve bilimler bilimsel bir
temele oturtulabilir. Aydınlanmacı harekete göre hem inananın hem de
inanmayanın ve inananların farklı farklı şeylere inanma özgürlüğünü ancak akıl
garanti edebilir. Bu, aynı zamanda, iç ve dış özgürlüğün tesis edilmesinin de
önkoşuludur. Aydınlanmacılığa göre ancak aklı temel alan toplumlar kapsamlı bir
inanç özgürlüğünü garanti edebilir. Buna göre din, iman ve inanç, inanmak ya da
inanmamak, inananın neye inanacağı veya inanmayacağı sorusu, bireysel tercihe
bırakılmalıdır. Yani diğer bir deyişle din, iman ve inanç işleri vicdan ve
düşünce özgürlüğü temelinde bireylerin kendi yargısına bırakılmalıdır. Hiçbir
toplumsal kurum, ilgisiz kalmasa bile, bunu belirlemeyi kendisine vazife
bilmemelidir. Aydınlanmacı projeye göre, gerek teker teker toplumlar içinde
gerekse “büyük insanlık toplumu”nda[37] inanç
özgürlüğü ancak bu temelde gerçekleşebilir. Din ve devlet işlerinin birbirinden
ayrılması talebinin altında yatan düşünce budur. Devlet, din işlerinden elini ve
eteğini çektiği oranda toplumda dini inanç bakımından çokluğu mümkün kılabilir
ve farklı inanç sistemlerine karşı eşit ve adil davranabilir. Bu ise, inançlar
açısından toplumsal barışın vaz geçilmez önkoşullarındandır. Bu konuda
Aydınlanmacı hareket içinde birçok farklı, hatta birbiriyle çelişen görüşler
vardır. Fakat Kant’ın “dini şeylerde insanlara hiçbir şey dayatılmamalıdır;
tersine, onlar bu konuda tam özgürlük bırakılmalıdır”[38]
talebinde hemen herkes hem fikirdir.
Sonuç olarak; insanlık
düzeyinde artan özgürlük arayışının gündeminde bugün de yukarıda betimlemeye
çalıştığım Aydınlanmacı özgürlük ve barış projesinin nasıl geçerlilik kazanacağı
ve gerçeklik olacağı sorusu vardır.
Kaynakça
1.
Aydınlanmacılık kavramı için bkz: http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5277e41d929479.74733235
(erişim tarihi: 20/11/2013).
2.
“aydınlama” kavramı için bkz: http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.52781c0a193465.04585196
(erişim tarihi: 20/11/2013).
3.
Bacon,
F., Novum Organum (Yeni Araç), Enlightenment Reader (Aydınlanmacılık
Elkitabı) içinde, yay. Isaac Kramnick,
Penguin Books, 1995.
4.
Cassirer,
E., “Aydınlanma Çağının Düşünme Biçimi”, çev. Doğan Özlem, Toplum Bilim:
Aydınlanma Özel sayısı, no 11, Temmuz 2000, s. 37-49.
5.
De
Maistre, J.-M., Considerations on France (Fransa Üzerine Düşünümler),
Cambridge University Press, Cambridge, 1994.
6.
Erasmus,
The Complaint of Peace (Barışın Şikâyeti), The Open Court
Publishing Co., Chicago ve Londra, 1917.
7.
Hegel,
G.W.F., Phänomenologie des
Geistes (Tinin
Fenomenolojisi), yay. Hans-Friedrich Wessels ve Heinrich Clairmont, Felix
Meiner Verlag, Hamburg, 2006.
8.
Hegel,
G.W.F., Tinin Görüngübilimi (Phänomenologie des Geistes), çev. Aziz
Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 2004.
9.
Heine,
H., Zur Geschichte der Religion und
Philosophie in Deutschland (Almanya’da
Dinin ve Felsefenin Tarihi), yay. Wolfgang Harich, Akademie Verlag, Berlin,
1965.
10. Hume, D., A treatise of Human Nature (İnsan Doğası Üzerine Bir Deneme) , yay.
P. H. Nidditch, Oxford University Press, Oxford, 1978.
11. Kant, İ., “Beantwortung der
Frage: Was ist Aufklärung” (‘Aydınlanmacılık Nedir?’ Sorusuna Yanıt), Eserleri,
c. 12 içinde, yay. Wilhelm Weischedel, Suhrkamp Verlag, Frankfurt, 1993.
12. Kant, İ., Zum ewigen Frieden. Ein philosophischer
Entwurf, (Ebedi Barış Üzerine.
Felsefi Bir Tasarım), Eserleri, c. 12 içinde, yay. Wilhelm Weischedel,
Suhrkamp Verlag, Frankfurt, 1993.
13. Lacey, A., “Humanism”, The Oxford Companion to Philosophy (Oxford Felsefe Elkitabı) içinde, (yay.)
Honderich, T., Oxford University Press, Oxford ve New York, 1995, s. 375-376.
14. Michelet, J., Histoire de
France: Renaissance, c. 7 içinde, Chamerot-Libraire-Editeur, Paris, 1855.
15. Roth, G., Das Gehirn und seine Wirklichkeit: Kognitive
Neurobiologie und ihre philosophischen
Konsequenzen (Beyin ve Hakikati:
Kognitif Nörobiyoloji ve Felsefi Sonuçları), Suhrkamp Verlag, Frankfurt a.
M., 1997.
16. Rousseau, J.-J., Emile ya da Eğitim Üzerine, çev. İsmail
Yerguz, Say Yayınları, İstanbul, 2009.
17. Schröder, W., “Aufklärung”
(Aydınlanmacılık), Europäische
Enzyklopädie zu Philosophie und Wissenschaften (Avrupa Felsefe ve Bilimler Ansiklopedisi), yay. Hans J. Sandkühler,
Felix Meiner Verlag, Hamburg, 1990, c.1, s. 276-285.
18. Smith, A., The Theory of Moral Sentiments (Ahlaksal Duygular Kuramı), yay. Raphael,
D. D. ve Macfie, A. L., Liberty Fund, Indianapolis, 1984.
19. Timuçin, A., “Aydınlanma
Düşüncesi”, Toplum Bilim: Aydınlanma Özel sayısı, no 11, Temmuz 2000, s. 51-56.
20. Ülken, H. Z., Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken
Yayınları, İstanbul, 1992.
[1] Heine, H., Zur Geschichte der Religion und Philosophie
in Deutschland (Almanya’da Dinin ve
Felsefenin Tarihi), yay. Wolfgang Harich, Akademie Verlag, Berlin, 1965.
[2] Bkz. Timuçin, A.,
“Aydınlanma Düşüncesi”, Toplum Bilim: Aydınlanma Özel sayısı, no 11, Temmuz
2000, s. 51-56.
[3] Bkz: http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5277e41d929479.74733235
(erişim tarihi: 20/11/2013).
[4] Bkz: http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.52781c0a193465.04585196
(erişim tarihi: 20/11/2013).
[5] Kant, İ., “Beantwortung der
Frage: Was ist Aufklärung” (‘Aydınlanmacılık Nedir?’ Sorusuna Yanıt), Eserleri,
c. 12 içinde, yay. Wilhelm Weischedel, Suhrkamp Verlag, Frankfurt, 1993, s. 59.
[6] Bkz: Ülken, H. Z., Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken
Yayınları, İstanbul, 1992.
[7] Bkz.: Schröder, W., “Aufklärung”
(Aydınlanmacılık), Europäische Enzyklopädie
zu Philosophie und Wissenschaften (Avrupa
Felsefe ve Bilimler Ansiklopedisi), yay. Hans J. Sandkühler, Felix Meiner
Verlag, Hamburg, 1990, c.1, s. 276-285.
[8] Hegel, G.W.F., Tinin Görüngübilimi (Phänomenologie des Geistes), çev. Aziz
Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 2004 (ikinci baskı), s. 372 (§ 575).
[9] 1848 devrimi bütün
Avrupa’yı sarar ve “sosyal cumhuriyet” sloganı ile artık tarihte yeni bir
sayfanın açılmaya başladığının ve yeni sosyal hareketlerin oluşmaya başladığının
habercisidir aynı zamanda.
[10] Fakat İtalya’da,
Holanda’da, Almanya’da ve İngiltere’de Rönesans ve Reformasyon’da yaşanan bütün
büyük değişim ve dönüşümleri ve sonuçlarını bizzat görerek ve kendisini bu
sonuçların mirasçısı olarak tanımlayarak yapar bunu. Zira Kant, Aydınlanmacı hareketin
Rönesans’ın ve Reformasyon’un mirasçısı olduğunu çok iyi bilir.
[11] Kant, İ., “Beantwortung der
Frage: Was ist Aufklärung”, s. 58.
[12] Age, s. 58.
[13] Age, s. 58 (vurgu bana
ait).
[14] Age, s. 58.
[15] Age, s. 57-58.
[16] D’Alembert (Jean-Baptiste
le Roland), “Filozoflar Çağı” kavramı yerine “Felsefe Çağı” kavramını da
kullanır -ki bu
kavram da diğer kavramlarla aynı anlamda yaygın olarak kullanılır. Ernst
Cassirer, “Aydınlanma Çağının Düşünme Biçimi” başlıklı yazısında D’Alembert’den
özellike bu kavramın içinde
olduğu uzun bir pasaj alıntılar. Yazı, Doğan
Özlem’in titiz çevirisiyle Türkçede mevcuttur: Cassirer, E., “Aydınlanma
Çağının Düşünme Biçimi”, çev. Doğan Özlem, Toplum Bilim: Aydınlanma Özel
sayısı, no 11, Temmuz 2000, s. 37-49.
[17] Michelet, J., Histoire de
France: Renaissance, c. 7 içinde, Chamerot-Libraire-Editeur, Paris, 1855, s.
II.
[18] Age, s. II (vurgu bana
ait).
[19] Hegel, G.W.F., Phänomenologie des Geistes (Tinin Fenomenolojisi), yay.
Hans-Friedrich Wessels ve Heinrich Clairmont, Felix Meiner Verlag, Hamburg,
2006, s. 8.
[20] Age, s. XII (Aydınlanmacı
harekete, mistisizmin yerine aklı, bilgiyi, bilinci ve özbilinci geçirdiği için
“totalitarizm” ve “despotluk” suçlamasında bulunanlar, bütün tek tanrılı
dinlere mahsus olan dinin bu mutlakıyetçi duruşundan ve talebinden kaynaklanan
bu durumu genellikle ya unutur ya da gözardı eder).
[21] Bacon, F., Novum Organum (Yeni Araç), Enlightenment
Reader (Aydınlanmacılık Elkitabı)
içinde, yay. Isaac Kramnick, Penguin
Books, 1995, s. 39.
[22] Hume, D., A treatise of Human Nature (İnsan Doğası Üzerine Bir Deneme) , yay.
P. H. Nidditch, Oxford University Press, Oxford, 1978, s. XV.
[23] Beynin işlevleri ve tarihi
konusunda bkz: Roth, G., Das Gehirn und
seine Wirklichkeit: Kognitive Neurobiologie und ihre philosophischen Konsequenzen (Beyin ve Hakikati: Kognitif Nörobiyoloji ve
Felsefi Sonuçları), Suhrkamp Verlag, Frankfurt a. M., 1997.
[24] Ülkemizde de
değişik kesimler felsefenin bir ‘Batı yutturmacası’, dolayısıyla Doğu düşün
dünyasına yabancı ve ters olduğunu ileri sürer. Batı’da da, dünyanın gerisi
üzerinde emperyalist hâkimiyet peşinde koşanlar, akla dayalı düşünmenin sadece
Batı’ya has olduğunu ileri sürer. Oysa Batı’nın kendi karanlık Ortaçağından
çıkmak için hem Neo-Aristotelesçi Arap felsefesini (özellikle teorik felsefe alanında)
hem de Antik Çin felsefesini (özellikle pratik felsefe alanında) her bakımdan
işlediği bilinir. Örneğin 18. yüzyılda, sözüm ona ilahi kaynaklara başvurmadan
bir ahlak felsefesinin ve ahlaklı yaşamın mümkün olduğunu göstermek için
özellikle Antik Çin felsefesinin kanıt olarak gösterildiği genel olarak
bilinir. Bu bakımdan Aydınlanmacı felsefe hem bir insanlık ürünüdür hem bir
insanlık eseri hem de bir insanlık mirasıdır. Ayrıca felsefi düşünümün ta
başından itibaren, tabiri caiz ise Doğu toplumlarında ortaya çıktığını
unutmamak gerekir.
[25] Bkz: Lacey, A., “Humanism”,
The Oxford Companion to Philosophy (Oxford Felsefe Elkitabı) içinde, (yay.) Honderich,
T., Oxford University Press, Oxford ve New York, 1995, s. 375-376 (Lacey, bu
kısa makalesinde, sözüm ona ‘Sokratçı dönüş’ün, bu sanının kaynağı olan
Cicero’ya gönderme yapsa da (Tusculan
Disputationis (Tuskulum Tartışmaları),
5.10-11), yaygın kanıdan ve Cicero’dan farklı ve haklı olarak, sadece
Sokrates’e ait olmadığına, tersine, Sokrates ile aynı zamanda Sofistlerin adını
anarak, bu dönüşün her şeyden önce
Sofistlerin eseri olduğuna işaret eder –ki Antik Yunan felsefesine dair güncel araştırmalar,
Platon’un anlatımlarından farklı olarak bugün Sokrates’in de birçok bakımdan
Sofistlerle ilişkili olduğuna ve Platon’un diyaloglarında Sofistlere dair
anlattığı birçok olumsuz hikayenin
şüpheyle karşılanması gerektiğini salık verir.).
[27] Michelet, J., Histoire de France: Renaissance, s. 313.
[28] De Maistre, J.-M., Considerations
on France (Fransa Üzerine Düşünümler), Cambridge University Press,
Cambridge, 1994, s. 53 (vurgular De Maistre’e ait).
[29] Karl Marx öncesinde
John Locke’dan Adam Smith’e uzanan ve insanlığın, ekonomik olarak dünyanın en
ücra köşelerinin bile birbirine bağımlı hale gelmesi sonucu, bir bütün olarak
yeniden nasıl kurulduğunu ve geliştiğini göstermeye çalışan teorik çaba, ayrıca
bir inceleme konusudur.
[30] Erasmus, The Complaint of Peace (Barışın Şikâyeti), The Open Court
Publishing Co., Chicago ve Londra, 1917, s. 42.
[31] Age, s. 45.
[32] Age, s. 46.
[33] Age.
[34] Age, s. 77 (vurgular bana
ait).
[35] Bkz: Rousseau, J.-J., Emile ya da Eğitim Üzerine, çev. İsmail
Yerguz, Say Yayınları, İstanbul, 2009, s. 468-469.
[36] Bkz: Kant, İ., Zum ewigen Frieden. Ein philosophischer
Entwurf, (Ebedi Barış Üzerine.
Felsefi Bir Tasarım), Eserleri, c. 12 içinde, yay. Wilhelm Weischedel,
Suhrkamp Verlag, Frankfurt, 1993, s. 193-251.
[37] İnsanlık
kavramının, Aydınlanmacı hareket için ne kadar önemli kurucu bir öğe olduğunu
göstermek için Adam Smith’in ahlak kuramını temellendirdiği Ahlaksal Duygular
Kuramı adlı eserinden alıntılıyorum (The
Theory of Moral Sentiments, yay. Raphael, D. D. ve Macfie, A. L., Liberty
Fund, Indianapolis, 1984, s. 229 vd.). Benzer kavramları Kant ve başka birçok
Aydınlanmacı filozofta bulmak hiç zor değildir.
[38] Kant, İ., “Beantwortung der
Frage: Was ist Aufklärung”, s. 59/60.