Bazen modernlik kavramı adı altında da tartışılan Aydınlanmacılık hareketi üzerine yapılan tartışmalar iyice yaygınlaştı. Bu, sadece son yıllarda popüler olan, kendisini Aydınlanmacılığın karşıtı olarak tanımlayan ve ne yazık ki sosyalist sol içinde de taraftar bulan Post-modernizmin yaygınlaşmasından kaynaklanmıyor. Aydınlanmacılığı tartışma gereği, daha çok nesnel bir ihtiyaçtan doğuyor. Sosyalist ülkelerin yıkılışından sonra varlığını kendi gücüne dayanarak gerekçelendirmek zorunda olan kapitalizmi tartışırken onun düşünsel alt yapısını oluşturan Aydınlanmacılığı ve onun toplum ve devlet teorisini proğramlaştıran Liberalizmi de tartışmak kaçınılmazdır. Bu bakımdan tartışmanın yaygınlaşması sevindiricidir.
Fakat tartışmaların çıkış noktasını ve perspektifini doğru saptayabilmek ve bundan doğru sonuçlar çıkarabilmek için, Aydınlanmacılığın tarihteki yerini iyi bilmek, onun oynamış olduğu ilerici tarihsel rolü hatırlamak gerekmektedir. Hem Aydınlanmacılığın kendisini eleştirmek, hem toplumsal bir sistem olarak kapitalizmi eleştirmek hem de kurulabilecek yeni bir toplum için sunduğu düşünsel araçları göz önünde bulundurmak gerekir. Aksi taktirde tartışmalar yanlış yerlere ve insanlığın kurtuluşu için çaba gösteren bütün eleştirel hareketler için vahim olabilecek sonuçlara götürebilir.
Aydınlanmacılığı bütünlüklü tek bir hareket olarak sunmak çok soyut ve yanlış bir yaklaşım olur. Böyle bir yaklaşım, Post-modernizmden esinlenen tartışma çerçevesinde yaşandığı gibi, tartışmanın çapını daraltır ve verimsizleştirir. Ayrıca, Aydınlanmacılığı eleştirirken, başını Vatikan’ın çektiği ve Diyanet İşleri’nin açıklamalarında ve yayınlarında neredeyse kelimesi kelimesine tekrarladığı açıkça dinci karşı-aydınlanmacı eleştirilerin de gerici amaçlarını dikkate almak gerekir.
Yürütülen tartışmalardan birisi, Aydınlanmacılık projesinin merkezinde bulunan, diğeri ise daha çok yöntemsel sorunlara işaret eden iki kavram etrafında dönüyor: akıl ve eleştiri. Bu ve benzer kavramlara dair yürütülen tartışmalar doğrudan Aydınlanmacılığın mirasıyla ilgili. Kimisi bu mirasa yıkıcı bir açıdan yaklaşırken diğerleri onu gelecek perspektifi çerçevesinde verimli hale getirmeye çalışıyor. Aydınlanmacılığın mirasının ne olduğu sorusunun iki boyutu var. Bunların ne olduğunu açıklayabilmek için, önce Aydınlanmacılığın ne olduğunu ve buna dair eleştirinin amacının ne olması gerektiği sorusuna açıklık getirmeye çalışalım.
Aydınlanmacılık Nedir ve Neyi Amaçlamaktadır?
Nedir Aydınlanmacılık? Aydınlanmacılık veya modernlik kavramlarının tek ve açık bir tanımı yoktur. Bu, Aydınlanmacılığın kendi içindeki farklılıkları, iç tartışmaları hatta mücadele ve çatışmaları ve aşamaları içeren tarihsel ve toplumsal bir aydın hareketi olmasından kaynaklanır. Aydınlanmacılığın ne olduğuna ilişkin yürütülen tartışmalar yeni değildir. Aydınlanmacılık hareketinin önde gelenleri, onsekizinci yüzyılda yürütülen tartışmalar karşısında, Aydınlanmacılığın ne olduğunu tanımlama gereği duymuşlardır. Bu çabaları içinde hem evrensel veya sistematik hem de sadece o günün yani bütün insanlığın değil sadece burjuvazinin kurtuluş ihtiyaçlarını dile getiren tek yanlı tanımlama çabalarına rastlıyoruz. Aydınlanmacılık, birçok dilde olduğu gibi Türkçede de ışığı çağrıştırır. Kristof M. Wieland’a göre iki gözüyle görüp teşhis etmesini öğrenmiş olan herkes Aydınlanmacılığın ne olduğunu bilir; aydınlık ile karanlık, ışık ile zulmet arasındaki farkı bilmemek mümkün değildir. Karanlıkta nerede olduğumuzu, nereye gittiğimizi ya da ne yaptığımızı bilemeyiz. Bundan dolayı Aydınlanmacılık, her şeyden önce dünyaya ışık getirmek, insanların kararmış olan yaşam ve düşünce dünyalarını aydınlatmak isteyen bir harekettir.
Wieland, karanlık veya zulmet kavramlarıyla feodal toplum çerçevesinde gerçekleşen, insanın doğayla olan ilişkisini ve feodal sınıf ve kurumların gereksinimlerine göre yukarıdan aşağıya düzenlenmiş olan toplumsal ilişkileri kastediyor. Buna karşın Aydınlanmacılık, bir kaç yüzyılı içeren belirli bir tarihsel evrede, feodalizmin köhnemiş statik toplum ve düşünce ilişkilerine karşı ilerlemenin önünü açıcı, yaşamın her alanına ilişkin köklü değişiklikler öneren düşünceler geliştirmiş olan bir harekettir. Aydınlanmacılık çağı, doğa bilimlerinin ve astronominin Aristoteles’in kozmolojisine dayanarak geliştirilmiş olan fantastik spekülasyonlardan ve kurgulardan kurtarılıp bilime dönüştürüldüğü, tarih ve toplumun yazgıcılık ve kadercilikten, bazı “seçkin” kişilerin yaptığı ve yönettiği olgular olarak gösterilmesinden kurtarılıp bilimsel temellere oturtulmaya başlandığı çağdır. Kısacası, Aydınlanmacılık çağı Hegel’in deyimiyle her şeyin tersine çevrildiği ve Hume’un deyimiyle her şeyin geleceği hakkında aklın mahkemesi önünde karar verildiği çağdır.
Aydınlanmacılık aynı zamanda ve belki de her şeyden önce burjuva toplumunun önünü düşünsel olarak açan ve onun eseri olan bir akımdır. Bu nedenle Marx, Aydınlanmacılığı, insanlığın kurtuluşuna giden yolda son basamaktan bir önceki basamak olarak tanımlamıştır. Aydınlanmacılık içinde insanlığın kurtuluşunu amaçlayan evrensel ilkeler tanımlanmış olduğu gibi sadece burjuvazinin kurtuluşunu ve iktidarını pekiştirmek amacıyla geliştirilmiş ve bugün artık tutuculaşmış, hatta gericileşmiş olan düşünceler de vardır. Bugünün bakışı açısından hem ilerici hem de gerici olan bu düşünceler, Aydınlanmacılığın bütün temsilcilerinde değişik biçimde bulunuyor. Bundan dolayı bu Aydınlanmacı düşünür ilerici şu aydınlanmacı düşünür gerici deyip işin içinden çıkmak doğru bir tutum olamaz. Aksine Aydınlanmacılığın önde gelen bütün düşünürlerini ilerici ve bugün açısından artık tutuculaşmış yanlarıyla beraber okumak gerekmektedir. Bu söylediklerimizi bir kaç örnekle açıklayalım.
Kant’ın ünlü Aydınlanmacılık tanımlamasını ele alalım. Kant, Aydınlanmacılığı insanın kendi sorumluluğu sonucu içine düşmüş olduğu reşit olmayan durumundan kurtulması olarak tanımlar. Biz burada Kant’ın Aydınlanmacılığının sınırlarına ve dinle olan çelişkili ilişkisine işaret eden ‘insanın kendi sorumluluğu sonucu’ tabiri üzerinde durmak istemiyoruz. Bizim burada işaret etmek istediğimiz nokta, daha çok Kant’ın bahsettiği kurtuluşu, dar bir düşünce özgürlüğü anlayışı ile sınırlamasıdır. Kant düşünce özgürlüğünün insanlar arası hâkimiyet ilişkileriyle bir bağlantısının olduğunu görmez veya görmezlikten gelir. Bundan dolayı Kant’ın kurtuluş önerisi, sadece düşünce ve düşünürün özgürlüğünü hedeflemektedir. Kant’ın savunduğu özgürlük, herkesin devlet ve toplumun sırlarına dokunmadığı sürece her şeyi dile getirme özgürlüğüdür. Hiç kuşkusuz o günün koşullarında düşüncenin kilisenin sansüründen kurtarılması talebi devrimci bir taleptir. Ama buna rağmen baştan sınırlı bir kurtuluş talebidir.
Kant’ın düşüncenin kurtuluşuyla sınırlı kurtuluş önerisinin ne kadar sorunlu olduğunu Aydınlanmacıların kendileri de bunu en az bizim kadar hissedip bilmektedirler. J.J. Rousseau, o günün toplumuna hâkim olan bütün çelişkilere ilişkin çözüm önerileri geliştirmiştir. Sorun burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişkiye gelip dayanınca bu sorunu ücret sistemi dışında ‘nasıl çözebileceğimizi bilmiyorum’ der. Adam Smith, Kant ve Rousseau gibi düşünen Aydınlanmacılara karşı, topluma hâkim olan bütün çelişkilerin ana kaynağı mülkiyet sorunudur demiştir. Ve hemen eklemiştir: devletin ana işlevi zenginlerin mülkiyetini yoksullara karşı korumaktır. Eğer devlet kurumu olmasa, yoksullar mülkiyeti eşit bir şekilde dağıtıp zenginlik yoksulluk sorununu ortadan kaldırmaya çalışacaklardır; düşünce ve vicdan özgürlüğünün dış ilişkilerin, yani iş ve mülkiyet ilişkilerinin düşünceyi özgürleştirici bir şekilde düzenlenmesi gerektiğine işaret etmesi belki de bundan dolayıdır.
John Locke’un, David Hume’un ve Kant’ın özel mülkiyeti mutlak bir kategori olarak tanımlamasına karşı, Adam Smith özel mülkiyetin ve dolayısıyla yeni sınıf ilişkilerinin sadece feodalizme karşı savunulması gerektiğini belirterek, burjuva toplumunun insanlığın karşı karşıya bulunduğu sorunları köklü bir şekilde çözemediğine ve çözemeyeceğine işaret etmiştir. En az Rönesans’tan bu yana gündemde bulunan vicdan ve bireyin özgürlüğünün sınıflara ayrılmış bir toplum çerçevesinde gerçekleştirilemeyeceğine ilk işaret eden aydınlanmacılardan birisidir Smith. Toplumun geleceği üzerine düşünürken, kapitalist toplumun çözümlemesini yaparken Smith, pazar toplumu sınırlarını aşmaz, fakat ona atfedildiği gibi gelecek dağarcığını kapitalizmle sınırlamaz, tersine sorunların köklü çözümü için sınıfsız bir toplumun hedeflenmesi gerektiğini açıkça ifade eder.
Aydınlanmacılar arasında hüküm süren tartışmalara ve çelişkilere bir örnek de, sömürgeciliğe karşı alınan tavırdır. İngiliz aydınlanmacısı John Locke sömürgeciliği açıkça savunurken, Yahudi kökenli olan Alman aydınlanmacısı Moses Mendelssohn, sömürgecilik bağlamında işlevselleştirilen milliyetçiliği Yeni Çağın en önemli sorunlarından birisi olarak tanımlamıştır. Aydınlanmacılığın en radikal üyelerinden birisi ve Adam Smith’in öğrencisi olan John Millar daha da ileri gider ve Aydınlanmacılığın siyaset kuramını ifade eden Liberalizmin çift standartlı yaklaşımına ve bazı liberallerin ikiyüzlülüğüne işaret eder. Millar, liberallerin Avrupa’da köleliğin ortadan kaldırılmasını savunurken Amerika’da köleliği tasvip etmesini anlaşılması zor bir iki yüzlülük olarak tanımlar.
Aydınlanmacılığın Post-Modernist Eleştirisinin Niteliği
Burada işaret ettiğimiz çelişkili özelliğinden dolayı Aydınlanmacık karşısında ne onu toplu olarak savunan ne de toplu olarak reddeden bir duruş sergilemek mümkün. Konuya daha etraflı ve ayrıntılı bir şekilde yaklaşan bir duruşa ve düşünsel araçlara gereksinim vardır.
Aydınlanmacılık olgusunu eleştirirken, her şeyden önce ondan öğrenilecek şeylerin bulunup bulunmadığı sorusuna yanıt aramamız gerekmektedir. Aydınlanmacılığın post-modern eleştirisini geliştirmeye çalışanlar, eleştirilerini, kökeni aslında Avrupa Orta Çağ felsefesinde yatan, hatta çok daha gerilere giden ve Aydınlanmacılık hareketi içinde de temsilcileri bulunan töz kavramını reddeden, tözün bilinemeyeceğini ileri süren ve dolayısıyla bütünün parçaları arasında her hangi bir ilişki kurmayan veya kuramayan nominalizme dayandırırlar. Oysa post-modernistlerin savunduğu düşüncelere, hem İngiliz-İskoç, hem Fransız hem de Alman Aydınlanmacılığında rastlamak mümkün. Örneğin John Locke, David Hume, Immanuel Kant ve bazı Fransız sansüalistlerinin bazı temel düşünceleriyle post-modernistlerin temel düşünceleri arasında önemli benzerlikler vardır. Diğer bir ifadeyle, bize Aydınlanmacılığın eleştirisi olarak sunulmaya çalışılan Post-modernizm, aslında Aydınlanmacılık içinde bulunan belli bir düşünce akımının değişik bir biçimde devamından başka bir şey değildir.
Zira post-modernistlerin ana kaynağını oluşturan ve yirminci yüzyılda Alman faşizminin başvurduğu felsefi ana kaynaklardan birisi olan Nietzsche post-modernistlerin aksine kendisini Aydınlanmacılığın devamcısı olarak görür. Ama Nietzsche’nin açıkça ve post-modernistlerin üstü kapalı olarak mirasına soyunduğu, Aydınlanmacılığın ilerici olan yanı değil tutucu olan yanıdır. Dimitrof’un bir yazısında faşizmi Nietzsche’nin temel kavramlarından birisi olan Nihilizme gönderme yaparak tanımlaması rastlantı değildir. Bu konuda Georg Lukàcs’ın “Aklın Yıkılışı” adlı eseri oldukça öğreticidir.
Aydınlanmacılık, Marx ve Marksizm
Bunun karşısında Marksizm de kendisini belli bir biçimde Aydınlanmacılığın mirasçısı olarak görür. Ama o, post-modernistlerin aksine, Aydınlanmacılığın evrensel, hümanist ve ilerici değerlerinin mirasına talep olur.
Engels, bilimsel sosyalizmi kapitalist toplumun iki temel sınıfı olan kapitalistlerle işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişkinin ürünü olarak tanımlar. Ama bu çelişkinin açıklanabilmesi için, henüz kendi özgün bilgi teorisine sahip olmayan sosyalizmin bunu gerçekleştirebilmesi için var olan düşünce araçlarına başvurması gerektiğini dile getirir. Engels bu sözleriyle, sırf Aydınlanmacılık içinde değil, aynı zamanda antik Yunan’dan buyana gelişip gelen Avrupa felsefesinde Marksizmi hazırlayan ve sosyalist toplum düşüncesine temel oluşturan devrimci bir akım olduğuna işaret etmektedir. Aynı şekilde Lenin, bilimsel sosyalizmin kaynakları ve bileşen unsurları olarak İngiliz-İskoç ekonomi politikasını, klasik Alman felsefesini ve Fransız sosyalizmini öne çıkarır. Ama Marx ve Engels, Lenin’in ölümünden sonra yayınlanan birçok eserlerinde, örneğin Kutsal Aile’de, ayrıca İngiliz-İskoç sansüalizmini ve d’Holbach gibi düşünürlerin geliştirdiği Fransız maddeciliğinin de kendilerine önemli bir kaynak oluşturduğunu belirtirler.
Ekonomi politiğin eleştirisine dair devasa projesi çerçevesinde, özellikle Das Kapital’de Marx, Adam Smith ve David Ricardo’nun değer teorilerini yerden yere vurur. Ama aynı zamanda her ikisini de bilimci olarak tanımlamaktan kaçınmaz. Hatta Smith’in ekonomi politiğin temel kategorilerini kendisinden çok önce geliştirdiğini ve kapitalist toplumun temel sorunlarını tanımladığını açıkça ifade eder. Bundan dolayı Marx, sınıf teorisi benden çok önce formüle edilmiştir, der açıkça. Bilindiği üzere Marx ve Engels her şeyden önce emek ve gereksinim teorisyenleridir. Yani Marksizme giriş için anahtar işlevi gören emek kavramı, Marx’ın ve Engels’in eserlerinin başında bulunmaktadır. Fakat Marx, iş kavramının, genel olarak felsefenin özel olarak ise bilgi kuramının, ahlak felsefesinin, tarih, toplum ve devlet düşüncesinin baş kategorisi olarak, kendisinden çok önce, Smith tarafından önerildiğini belirtmektedir.
Marksizm akıl kavramını post-modernistlerin yaptığı gibi kaba bir şekilde reddetmez. Marx, Das Kapital’ın birinci bölümünün sonunda toplumun akla dayalı ilkelere göre kurulmasının ön koşullarından bahseder. Bu bakımdan, Das Kapital, akla dayalı toplumun nasıl kurulabileceğini göstermek amacıyla yazılmış bir eser olarak da okunabilir. Bunu ilk önerenlerden birisi, Marx’ın idealist felsefeyi aşıp diyalektikçi felsefeyi materyalist temelde yeniden kurmasına katkıda bulunan A. Feuerbach olmuştur. Feuerbach, insanlar arası ilişkilere hâkim olan çıkarcılık ilkesini eleştirdiği bir notunda ahlaklı, yani insanların birbirini kıskanmadığı, birbirlerinin kuyularını kazmadığı, herkesin herkesle kardeşçe dayanışma içinde bir arada yaşadığı bir toplumun nasıl kurulabileceğini görmek için Marx’ın Das Kapital’ini okuyun demiştir. Engels, yeni sosyalist kuşaklara Marksizmin Kant’tan Hegel’e varan Klasik Alman Felsefesi’nin doğal mirasçısı olduğu kanıtlanmadığı sürece Marksizm temellendirilemez derken sadece orada geliştirilmiş olan diyalektik düşünceye işaret etmiyor, o bununla aynı zamanda akıl kavramını da kastediyordu.
Marksizm, ondokuzuncu yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkmış olsa da kendisini sırf Aydınlanmacılığın ilerici değerlerinin değil, bütün insanlığın yaratmış olduğu hümanist ve ilerici bütün değerlerin mirasçısı olarak görür. Lenin, vurgulamak için abartarak, eski burjuva eğitiminin onda dokuzu gereksiz ve onda biri de çarpıtılmış bilgiden oluşuyor, deyip bütün eğitim sisteminin köklü bir şekilde yenilenmesi gerektiğini düşünmektedir. Ama bundan da, komünizmin sırf sonuçlarının öğrenilmesinin yeterli olacağı ve sadece komünist sloganların öğrenilmesinin kâfi geleceği türü bir sonuç çıkarmamak gerekir. Aksine, Lenin’e göre yeni uygar ve evrensel insan tipinin yaratılması için, kişilerin belleğinin insanlığın yaratmış olduğu bütün değerlerle donatılması ve zenginleştirmesi gerekmektedir; insanlar bunu yaptığı oranda sosyalist veya komünist olabilir. Aksi taktirde, Lenin’e göre, komünistlik “palavracılığa” dönüşür.
Görüldüğü gibi, Lenin sosyalizmi ve dolayısıyla sosyalist hareketi insanlığın yaratmış olduğu bütün hümanist ve ilerici değerlerin mirasçısı olarak tanımlamaktadır. Başka bir ifadeyle, Lenin’e göre bütün insanlık tarihinin, insanlığın karşı karşıya bulunduğu sorunların ışığında eleştirel bir süzgeçten geçirilerek yeniden elde edilmesi ve yaratılması gerekmektedir. Aynı şey sosyalizmin kendi tarihi ve yaratmış olduğu değerler için de geçerlidir. Her sosyalistin veya komünistin her şeyden önce eleştirel düşünmeyi, öğrendiği her şeyi kendi yargı süzgecinden geçirmesini öğrenmesi gerekmektedir. Marksist insan tiplemesi budur.
Marx’ın eleştiri kavramı, Frankfurt Okulu’nda olduğu gibi, sadece olumsuz değil, aynı zamanda olumludur. Örneğin Adorno’nun Negatif Diyalektik adlı eserinin bu başlığı, Frankfurt Okulu’nun eleştirisinin tek yanlı ve olumsuz olduğuna işaret etmektedir. Yine Marx’ın eleştiri kavramı Post-modernizmin diğer temel kaynağını oluşturan Michel Foucault’da olduğu gibi hedefsiz bir kışkırtıcılığı teşvik etmek yerine tarihsel bir perspektif sunuyor; kısacası sözüm ona post-modern düşünürlerin kendilerinde olduğu gibi sadece yıkmayı hedeflemiyor. Aksine Marksizmin eleştiri kavramının Hegel’de de olduğu gibi hem olumsuz veya yıkıcı, hem de olumlu veya yapıcı bir tarafı vardır. Marksizm hem analizci hem de sentezcidir. Diğer bir deyimle Marksizm, tarihsel olarak aşılmış olanı geride bırakmayı ve insanlığın daha iyi bir geleceğe yürümesi için gerekli olanı kurtarmayı amaç edinen önü açık bir öğretidir. Marksizmin veya sosyalizmin sadece Aydınlanmacılığa değil insanlığın bütün değerlerine yaklaşım ilkesi budur. Bu ilkenin ışığında Marx, kendisinden önce yaratılmış olan düşünsel değerleri kapitalizmin eleştirisini geliştirirken yaratıcı bir şekilde yeniden sentezlemesini bilmiştir. Bu mirası yaratıcı bir şekilde günümüzün sorunlarının ışığında yeniden yaratmak bugünün kuşaklarının önünde duran önemli görevlerden birisidir.