PDF için tıklayınız...Değerli hocam Werner Goldschmidt’e saygılarımla…
Ama özel mülkiyet olduğu sürece kurtuluş umudu yoktur. Toplumun bir kesiminde baş
Thomas More
İnsanlık halinin şanslı yanı, bu sorunu yaratan koşulların çözümünü de içinde barındırıyor olmasıdır.
John Millar
Biz sosyalizmi kuruyoruz. Sosyalizmi kurmak ne demektir? Sosyalizmi kurmak, insanın maddi ve manevi ihtiyaçlarını gidermesi için ona en geniş olanaklar sunan bir toplum kurmaktır. Ve sadece bu değil. Biz kurulacak olan bu toplumda insanlar arasında özgeci, gerçekten dostça ilişkilerin gelişeceğinden hareket etmek zorundayız. Eski, burjuva toplumunda insanlar arasında yetkin kardeşlik ve gerçek dostluk ilişkilerinin olması mümkün değildi, çünkü bu toplum rekabet üzerine kuruluydu.
Mikail Ivanoviç Kalinin
*********
İnsan sürekli değişen ve gelişen doğal, toplumsal ve tarihsel bir varlıktır. Onun bir doğal-maddi, bir de zihinsel-manevi dünyası vardır. İnsanın yaşamını sürdürebilmesi ve değişen, gelişen ve karmaşıklaşan maddi ve manevi ihtiyaçlarını giderebilmesi için doğayı işleyerek elde etmesi, deyim yerindeyse insanlaştırması kaçınılmazdır. Bu onun doğadaki etkinlik alanını genişletirken aynı zamanda özgürlük alanını da genişletecektir. İnsanın doğayla olan ilişkisinin iki boyutu vardır. Bunlardan birisi onun doğayla olan ilişkisinin niteliğine işaret ederken, diğeri doğadan emek harcanarak kazanılan maddelerin toplum içine taşınması sonucu insan ilişkisine dönüşen mülkiyet sorunuyla ilgilidir. Bu yazının birinci bölümünde Marksizmin doğa ve insan arasındaki ilişkiye yaklaşımını ve bunun insan ve doğa açısından ne anlama geldiğini ele alacağım; ikinci bölümde kapitalist toplumda doğa ve insan arasında gerçekleşen ilişkiyi Marksist açıdan eleştireceğim; üçüncü bölümde ise sosyalizm ve rekabet ilişkilerine değinerek bazı sonuçlar çıkaracağım.
Doğanın İnsanlaşması ve İnsanın Doğalaşması
Genel olarak, insan ve doğa arasındaki ilişkiye yaklaşımda ortaya çıkmış öznelci, nesnelci ve diyalektikçi olmak üzere üç temel akım var. Doğa ve insan arasında hüküm süren ilişkiye dair öznelci ve nesnelci yaklaşım arasında yaşanan tartışmayı, hemen her konuda olduğu gibi, insan ve doğa ilişkisinde de ikircimliğe düşen burjuva felsefesi çerçevesinde görmek gerekir. Bu felsefe çerçevesinde ya özne ya nesne, yani ya insan ya doğa sürekli mutlaklaştırılmaktadır. Öznelci yaklaşım doğaya dar insan merkezci açıdan yaklaşır ve doğanın bir bütün olarak mutlaklaştırılan insanın emrine verilmesi gerektiğini savunur. Bu idealist düşünce insanı doğal bir varlık olarak kavramadığı için, doğayı onun özgürlüğünün kaynağı olarak değil, tersine, özgürlüğünün önünde bir engel olarak görür. Bundan dolayı, insan, eğer yaşamak istiyorsa, doğaya hükmetmek zorundadır. Bu yaklaşımı tek tanrılı bütün din kitaplarında olduğu gibi, Fichte’nin öznelci idealist felsefesinde ve ondan etkilenen diğer düşün akımlarında da görmek mümkündür. Nesnelci yaklaşım, gerek düşünceci gerekse maddeci olsun, öznelci yaklaşımın tersine özne olan insanın etkinliğini neredeyse tamamıyla yadsır ve edilgenleştirir. Onun doğanın akışına müdahalesini ya tamamıyla yasaklar ya da görmezlikten gelir. Nesnelci yaklaşım çerçevesinde insan, herhangi bir varlık gibi doğanın ‘kölesi’ durumuna indirgenir. Bugün özellikle radikal çevreci akımlar içinde rastlanan bu düşünceye göre, doğa ve toplum arasındaki ilişkilerin her ikisinin de dışında bulunan “görünmez bir el” tarafından yürütülmesi nedeniyle, doğa kendi haline bırakıldığı taktirde herşey hem doğanın yararına hem de insanın ihtiyaçlarına göre işleyecektir.
Diyalektik yaklaşım, bu her bakımdan naif iki yaklaşımın eleştirisi üzerine kuruludur ve nesneyi belirleyici olarak temel alsa da, özneyi doğanının akışına müdahale eden ve onu gereksinimlerine göre dönüştüren bir varlık olarak kurgular. İnsan ve doğa arasındaki ilişkinin uyum içinde düzenlenebileceğinden hareket etmektedir. Bu yaklaşım idealist ve materyalist olmak üzere iki temel akıma ayrılır.[1] Hegel’in kuramlaştırdığı idealist diyalektik, bu uyumu sadece düşünsel bir etkinlik olarak görür, bu nedenle uyumun koşullarını soyut felsefi kavramlar çerçevesinde tanımlar. Marx’ın geliştirdiği materyalist diyalektik, uyumun gerçekliğe uyarlanabileceğinden yola çıkar ve pratiğin bunun gereklerine göre değiştirilmesi gerektiğini ileri sürer.[2] Yukarıda saydığımız bütün bu akımlardan farklı olarak Marx’ın geliştirdiği “materyalist bilgi teorisi, doğanın nesnel, kendi başına varolan ve sonsuz bir yaklaşım sürecinde tanınabilir olduğundan yola çıktığı için, insan ve toplumu doğadan gelen, ona bağımlı olan ve kendisini ona dayatan yeni bir varlık biçimi olarak anlayan [yeni] bir doğanın diyalektiğine götürür. Böylece doğal zorunluluklardan kurtuluşu ve doğaya bağlılığı bir bütünlük çerçevesinde düşünebilmektedir.[3]
Bir felsefi sorun olarak ele aldığımızda Marx’ın yaklaşımını tarihte eşine rastlanmayan, bilimsel olarak gerekçelendirilmiş özgün bir yaklaşım olarak görmek gerektiği kanısındayım. Şöyle ki: Marx kendisinden önceki ve çağdaşı olan düşünürlerden farklı olarak zenginliğin, ilerlemenin ve uyumlu toplumsal yaşamın, belirli toplumsal koşulların yerine getirilmesi durumunda, birbiriyle uyum içinde olabileceğinden hareket eder, bu koşulların yerine getirilmesinin de maddi ve manevi gerekleri vardır. Yazdıklarımın iddia düzeyinde kalmaması ve Marx’ın tarihsel düşüncesinin önemini vurgulamak için konuyu biraz açmak istiyorum.
Platon, yapısalcı idealist yaklaşımı çerçevesinde formüle etmeye çalıştığı adalet düşüncesinde, insanlar arasında farklılaşmaya ve dolayısıyla çatışmalara yol açtığı için zenginliğin sınırlandırılmasını, toplumda uyumlu yaşamın sağlanmasının en önemli koşullarından birisi olarak görür.[4] Aristoteles, hocasının tersine, pratik ve bireyci düşünmektedir. Ona göre, insanlar günlük yaşamlarında ne kadar özgür olurlarsa ve birey olarak zenginleşmelerinin önündeki engeller ne kadar az olursa, çalışma istekleri de o oranda artacaktır. Aristoteles’e göre zenginleşen bireyler dolaylı olarak toplumu da zenginleştireceklerdir.[5] Her ne kadar çok yüzeysel olsa da, Ortaçağ felsefesini Platon ve Aristoteles’in düşüncelerinin (en azından mülkiyet konusunda yazdıklarının) özgün koşullarda yeniden formüle edilişi olarak tanımlıyor ve geçiyorum.
Yeniçağda üzerinde düşünülen toplumun yapısı değişmiş, doğa bilimlerinde Newton ve Galile gibi isimlerle birleştirilen gelişmeler hatta devrimler yaşanmış olsa da, Yeniçağ ve onun devamcısı olan Aydınlanmacı düşünürler, kaynak olarak antik Yunan felsefesine başvurmaktan geri durmazlar; bazen eleştirerek bazen kabul ederek, kısacası hem onun karşısında hem de ona dayanarak kendilerine özgü, yeni toplumu açıklamayı amaçlayan yeni bir düşünce sistemi geliştirmeye çalışırlar. Örneğin, kabaca söyleyecek olursak, düşüncesi 1688 İngiliz devrimine kaynaklık etmiş olan John Locke (1632-1704) daha çok Aristoteles’in düşüncesinden hareket ederken[6], düşüncesi Fransız devrimine kaynaklık etmiş olan J. J. Rousseau (1712-1778) bireyin özgürlüğünün kaçınılmazlığını vurgulamasına karşın sosyal, politik ve hukuksal eşitliğin korunması için mülkiyetin eşit şekilde dağıtılmasını zorunlu bir koşul olarak görür[7] ki, o bu düşüncesiyle Platon’a daha yakındır. Bu iki düşünce arasındaki zıtlaşmayı ortadan kaldırmayı ilk olarak ciddi bir şekilde deneyen İskoç Aydınlanmacılığının önde gelen isimlerinden birisi olan Adam Smith (1723-1790) olmuştur. Smith, rekabetçi kapitalizm döneminde, yani 18. yüzyılın ortalarından itibaren ilerlemeciliği temel alan düşünceden yola çıkarak formüle etmeye başladığı toplum düşüncesinde, uyumlu toplumsal yaşam düşüncesini zenginlik ve sınırsız bireysel özgürlük düşüncesiyle birleştirmeye çalışmıştır. Smith, toplum düşüncesini ona göre doğal olan özel mülkiyet üzerine kurmuştur. Ondan sonra gelen düşünürlerin toplum düşünceleri de Smith’in düşünceleri çerçevesinde kalmıştır. Fakat Smith’in toplum felsefesi çerçevesinde formüle ettiği bir de ütopya vardır ki, Smith bu çerçevede toplumsal mülkiyeti savunur gibidir.
Marx ise Smith gibi zenginliğin, ilerlemenin ve uyumlu toplumsal yaşamın birbiriyle çelişmediğini, tersine birbirini koşullandırdığını düşünmektedir. Yalnız, bunun mümkün olabilmesi için, üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyet başta olmak üzere giderek toplumsal yaşamın bütün alanlarına yayılan toplumsal denetimin koşullarının oluşturulması gerektiğini düşünmektedir. Marx’ın bunu görebilmesi sadece onun zeki bir düşünür ve iyi bir gözlemci olmasıyla ilgili değildir. Tarihsel ve toplumsal koşullar onun (böylece de insanın) bu düşünceye ulaşmasında önemli rol oynamıştır. Marx, doğa ve insan arasında süren ilişkiyi sosyal ilişki çerçevesinde ele alır. Ona göre emek, insan ve doğa arasında maddi değişimi sağlayan, düzenleyen ve denetleyen bir süreçtir. İnsanın doğal bir varlık olması ona doğanın karşısına doğal bir güç olarak çıkma olanağı verir. İnsan, “vücuduna ait olan doğal güçleri; kollarını ve bacaklarını, kafasını ve elini doğal maddeyi kendi yaşamı için kullanılabilir duruma getirmek için harekete geçirir. Bu hareketi sonucu kendi dışında olan doğaya etki ederek değiştirirken, aynı zamanda kendi doğasını da değiştirir.”[8] İnsan doğal bir varlık olarak doğayı işlerken ve kendi ihtiyaçlarına göre değiştirip düzenlerken, onu, deyim yerindeyse, aynı zamanda insanlaştırır. Ancak ilişki tek yönlü olmadığı için, insan, etkisiz sanılan ama hiç de öyle olmayan doğayı insanlaştırırken, Hegel’in deyimiyle onu “Benleştirir”[9], yani içselleştirir ve insan böylece değişen koşullarda değişmiş yeni doğal bir varlık olur.[10]
Buraya kadar yazdıklarımız Marx’ı anlamak için gerekli ve Marksist açıdan ne kadar doğru olsa da, genel, belki de çok genel olan şeylerdir. Marx’ın bu düşünceleri özele inilip kapitalist toplum koşullarının ışığında düşünüldüğünde daha bir anlam ifade edecektir. H. H. Holz’un belirttiği gibi, insanın doğal ve toplumsal bir varlık oluşu doğrudur, ama bu çok genel bir doğrudur. İnsanın doğal ve toplumsal bir varlık olarak kapitalist toplumdaki doğallığı ve toplumsallığı özgün olandır.[11] Karşı karşıya bulunduğumuz insanlığı ilgilendiren sorunların kaynağına inebilmek ve çözüm önerileri geliştirebilmek için mevcut tarihsel özgünlüğümüzü kavramamız gerekmektedir.
İnsanın Doğayla Olan İlişkisi Kendisiyle Olan İIişkisinin Aynasıdır
İnsanın doğayla ve diğer varlıklarla olan ilişkisi, toplum içinde hüküm süren ilişkilerin bir başka bağlamda dışa yansımasından başka bir şey değildir. Bundan dolayı, insanın doğayla olan ilişkisini anlayabilmek için, toplumda hüküm süren insanın temel toplumsal ilişkilerini incelemek gerekir.[12]
Rekabet, toplumsal ilişki biçimi olarak kapitalizme özgü bir kurumdur. Onu, kapitalizm öncesi toplumlarda, ilkel meta üretiminin olduğu sınırlı alanlara sıkışıp kalmış olarak görürüz. Toplumda hâkim ilişki biçimine gelmesi ancak kapitalizm koşullarında gerçekleşmiştir. Fizyokratların “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (laissez faire, laissez passer) sözlerinde ifadesini bulan ve hem ideoloji hem de pratik bir ilişki biçimi olarak anlaşılması gereken rekabet, tarihsel olarak devrimci yani hem yıkıcı hem de kurucu bir rol oynamıştır. Köhnemiş feodal toplumu yıkmayı, onun yerine kapitalist düzeni kurmayı amaçlamıştır. Rekabetin bu her iki yanıyla anlaşılması gerektiğine ilk işaret eden, bildiğim kadarıyla Marx olmuştur. Bu tarihsel yaklaşım onu birçok düşünürün yaptığı gibi rekabeti ebedileştiren veya onu aşmak için geriye dönüşü savunan romantik düşüncelere kapılmaktan korumuştur.[13]
Rekabetin toplumsal ilişki açısından ne anlama geldiğini en iyi bir şekilde tanımlayan İngiliz düşünürü Thomas Hobbes (1588-1679) olmuştur. 17. yüzyılın ortalarında henüz gelişmekte olan kapitalist toplumun sınırsız rekabet anlamına geldiğine ilişkin düşüncesini eserlerinde sistemleştirmiştir. Hobbes, gerçekçi bir gözlemci olarak toplumda sınıfsal farklılaşmanın ve tabakaların varlığından haberdar olsa da, rekabeti, toplumdaki fertlerin sınıfsal konumlarından soyutlayarak ele almıştır. Hobbes’a göre, rekabet toplumda yaşanan kavgaların en önemli nedenlerinden birisidir ve “herkesin herkese karşı savaşı” anlamına gelmektedir. Rekabetçi toplumda insan, başta şiddet olmak üzere her yönteme başvurarak diğer insanlar üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışır. Böyle bir toplumda insanın başka türlü, Engels’in deyimiyle insanlıktan çıkmadan yaşaması mümkün değildir.
Hobbes o yıllarda varolan sınırlı tarihsel bilgilerin ışığında bile, rekabetçi yaşamın ezeli bir yaşam biçimi olmadığının bilincindedir. Örneğin ilkel toplumlarda mülkiyet kurumu henüz gelişmediği için, insanlar arasında rekabete rastlanmaz, ancak toplumların ilerlemesi özel mülkiyetin ve birbirinden ayrı devletlerin oluşmasına yol açmıştır. Bu koşullarda gerek insanlar gerekse devletler arası ilişkiler rekabete dayanmak zorundadır.[14]
Hobbes, o günün koşullarında, gerek bilim ve felsefenin gerekse burjuva toplumunun gelişmişlik düzeyinden kaynaklansın, rekabet ilişkileri dışında başka bir ilişki biçimi görememiştir. Yani rekabet ezelden beri süren bir ilişki biçimi olmasa da sonsuza kadar sürecektir. Bu nedenle, rekabeti, güçlü mutlak bir devletin denetlediği, fiziksel tahribata yol açmasını engelleyen yasalar çerçevesine sıkıştırmaya çalışmıştır, çünkü rekabetçi toplumun özgür olması mümkün degildir.
David Hume, Montesquieu ve Adam Smith gibi aydınlanmacı toplum ve devlet teorisyenlerinin feodalist mutlakiyetçi toplum ve devlet teorisine karşı formüle ettikleri rekabetçi sistemin köklü ve kapsamlı ilk eleştirisi, 19. yüzyılın başlarından itibaren ortaya çıkan, ütopik sosyalistler olarak bilinen Saint-Simon, Charles Fourier ve Robert Owen tarafindan yapılmıştır. Alternatif sosyalist toplumlar kurarak, insanlara dayanışma ve işbirliğine dayalı yaşamın mümkün olabileceğini kanıtlamaya çalışan Robert Owen’ın düşüncesi şu cümle üzerine kuruludur: “İnsanın kötü olduğunu söylemek, onun koşullarının kötü olduğunu söylemek anlamına gelir. Kötü olan insanı iyileştirmek istiyorsanız, onun koşullarını iyi insanlar yetiştirecek şekilde değiştiriniz, o kötü sandığınız insanın iyileşmeye başladığını göreceksiniz.” Diğer ütopik sosyalistler gibi Robert Owen, istediği toplumsal değişimin öznesi olarak devlet adamlarını ve diğer yöneticileri görmüştür. Kurtarmak amacıyla harekete geçirdiği işçi ve emekçilerin kendi kendilerini kurtarabileceklerini (tarihsel koşullardan dolayı) görememiştir.[15]
Marx ve Engels kapitalist toplumun gerçekçi ve eleştirel gözlemcileri olarak, bu toplumda varolan insan ilişkilerini tanımlamak için Hobbes’un aktardığım betimlemesinden hareket ederler. Onlara göre, rekabete dayanan insan ilişkileri “herkesin herkese karşı savaşı” olan toplu “sosyal [bir] savaş” anlamına gelmektedir.[16] Ancak rekabeti ebedi bir ilişki biçimi olarak düşünmek mümkün değildir. Rekabet ilişkisi toplumun gelişmesinin önünde engel olarak hissedilmeye başlandıysa, onu zorunlu kılan koşullar da insanın gelişmesinin ve toplumun ilerlemesinin önünde bir engel olarak hissedilmeye başlanmıştır.
Marx ve Engels’e göre, rekabeti tekelden dolayısıyla özel mülkiyetten ayrı düşünmemiz mümkün değildir. Rekabet tekelleşmenin önkoşuludur. Tekelleşmenin dolayısıyla rekabetin olması için, özel mülkiyet gereklidir. Özel mülkiyet ve tekelin olmadığı yerde rekabetin olması düşünülemez. “Özel mülkiyet herkesi kendi kaba tekilleşmişliğine indirger ve herkes komşusuyla aynı çıkarlara sahip olsa da, toprak sahibi toprak sahibine, kapitalist kapitaliste, işçi işçiye düşmanca davranır.”[17] Bu bağlamda Marx ve Engels, öznel ve nesnel rekabet arasında ayırım yapar. Onlara göre, öznel rekabet sınıfların içinde yaşanırken, nesnel rekabet sınıflar arasında yaşanmaktadır.[18] Asıl kaynağı özel mülkiyet olduğu için rekabet, kapitalist toplumda öncelikle üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvazi içinde yaşanır. Onu, birbirlerine karşı baskı aracı olarak kullanırlar. Burjuvazinin denetimi altında işleyen toplumun üretim süreci, aynı zamanda, değişmiş koşullarda olsa bile, kapitalist toplumun genel koşullarının yeniden üretim sürecidir. Burjuvazi üretim araçları üzerindeki denetiminden kaynaklanan gücüne dayanarak üretim sürecinde yaşamını garanti eden baskıcı rekabet koşullarını yeniden üretir ve bunu bütün topluma yukarıdan aşağıya bir yaşam biçimi olarak dayatır.[19] İşçi ve emekçileri, kendisiyle olan nesnel rekabetlerinde etkisiz kılmak için eğitimi ve ücretlendirme sistemini araç olarak kullanır ve aralarında yapay tabakalar yaratmaya çalışır.
Kapitalist toplumun temelinde nicel zenginliğin artırılmasını amaçlayan meta üretimi yatar. Bir kapitalistin, sınıfının diğer fertleriyle arasında olan rekabetten başarıyla çıkabilmesi için sürekli artan oranda meta üretmesi gerekir. Bu, onu, denetimi altında tuttuğu ve herhangi bir eşya gibi gördüğü işçileri bir üretim sürecinden diğerine sürükleyerek meta üretmeye zorlar. Böylece burjuvazinin bütün topluma dayattığı rekabet ilişkisi insan ve doğa ilişkisine de yansır. Toplumun kendi içinde yaşadığı burjuva kaynaklı sosyal savaş, doğanın vahşice tahribine yol açan insan ve doğa arasında yaşanan savaşa dönüşür. Bu koşullarda doğa, insanın ihtiyaçlarını gidermek için gerekli olan doğal bir kaynak olarak değil, kendi aralarında kıran kırana rekabet eden kapitalistlerin şahsi nicel zenginliklerini artırmak amacıyla kepçelenmesi gereken zenginlik denizi olarak görülür. Kapitalistlerin bu davranışı keyfi değildir. Bu davranış daha çok, rekabetçi sistemin insanın doğal ve toplumsal kaynaklarını tahrip eden kaçınılmaz sonuçlarından birisidir. İnsanın içine düşmüş olduğu bu girdaptan kurtuluşu yok mudur? Çözüm nerededir?
İnsanın doğayı işleyerek kazandığı maddi zenginlik, aynı zamanda onun manevi zenginliğinin de kaynağıdır. Toplumun bütün üyelerinin birey olarak bu zenginlikten pay alışı, toplumda hâkim olan özgün tarihsel toplumsal üretim ilişkilerine ve bununla dolaysız ilişkili olan değişim ve dağıtım koşullarına bağlıdır. İnsanın tarihine ilişkin elimizde olan bilgiler bize, onun, yaşamını sürdürmek amacıyla doğadan kazandığı maddi zenginliği toplumun üyeleri arasında herkesin ihtiyacına göre dağıtacak toplumsal koşulları oluşturamadığı için, toplumsal sınıf ve tabakalara ayrıldığını göstermektedir. Toplum içinde yaşanan bütün bölüşüm kavgaları kaçınılmaz olarak sınıf ve tabakaların kendi içlerinde de yaşanır, ama temel mücadele, üretim araçlarını ve maddi zenginliği elinde tutan, böylece bütün üretim ve dağılım süreçlerini denetleyen dolayısıyla bütün topluma hükmeden sınıf ve tabakalar ile üretken etkinlikleri sonucu üretim araçlarını harekete geçirerek toplumun maddi ve manevi yaşam koşullarını yeniden üreten sınıf ve tabakalar arasında gözlenir. Kapitalist toplumda bu kavga işçi ve emekçiler ile kapitalistler arasında sürmektedir.
Emekçi sınıf ve tabakaların köleci toplum ve feodalizmdeki yaşam koşullarıyla kapitalist toplumdaki koşulları arasında bir karşılaştırma yapacak olursak, konumlarının iyileştiği tartışma götürmez. Ancak yaşanılan bütün tarihsel ilerlemeye karşın, kapitalist toplumda üretilen zenginliğin dağılımının herkesin ihtiyacına göre gerçekleştiği söylenemez. Toplumda halen derin bir yoksulluk vardır. Bunun nedeni, toplumun yoksul olması değildir. Bir bütün olarak düşünüldüğünde insanlık adeta zenginlik içinde yüzmektedir, ama toplum bütün üyelerine kendi yetenek ve becerilerini özgürce geliştirmeleri için gerekli koşulları sağlayamamaktadır. Kapitalist üretim biçimi üzerine kurulu bir toplumdan bunu gerçekleştirmesini beklemek zaten olanaksızdır. Kapitalistleri, davranışlarının insanın doğasına aykırı olduğuna inandırmaya çalışmak boşuna olduğu gibi, kapitalist toplum koşullarında “sosyalist adacıklar” kurmaya çalışmak da hayalcilik olacaktır.
Ralph Miliband, Mayıs 1994’te aramızdan ayrılmadan önce, sosyalist ülkelerin çöküşü ve bunlarla ilgili yapılan tartışmaların ışığında yazmış olduğu Socialism: for a sceptical age (Kuşkucu Bir Çağda Sosyalizm) adlı son kitabında, sosyalizm için mücadelenin kaçınılmazlığını özellikle kapitalizmin temel çelişkisi olan zenginlik ile yoksulluk arasında varolan uçuruma dayandırmaktadır. Miliband’a göre, bu çelişkinin kapitalist toplum koşullarında köklü olarak çözülmesi mümkün değildir. Marx tarafından kapitalizmin en temel çelişkisi olarak tanımlanan üretim ilişkileriyle üretim araçları arasındaki çelişki, kapitalizm 19. yüzyılın ortalarından bu yana önemli değişiklikler geçirmiş olsa da hala sürmektedir. Hiç kuşkusuz indirgemecilikten kaçınmak gerekir. Ancak herkesin herkese karşı savaşı anlamına gelen rekabet de dâhil olmak üzere karşı karşıya bulunduğumuz ırkçılık, doğanın tahribi, kadın sorunu, endüstri merkezlerinde yaşanan yığılma ve çarpık yapılanma gibi birçok sorunun kesin çözümü, üretim güçleriyle üretim araçları arasında varolan çelişkinin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Miliband’a göre, Marx tarafından tanımlanan ve kapitalizm koşullarında çözülmesi mümkün görünmeyen bu temel çelişki, bugünkü değişmiş kapitalizm koşullarında da geçerlidir.[20] İnsanlığın karşı karşıya bulunduğu temel sorunların köklü çözümü, bu temel çelişkinin çözülmesiyle mümkündür.
Sosyalizm ve Rekabet
Sosyalizm, kapitalizmin köklü eleştirisidir. Bu eleştiriyi en etraflı ve bilimsel olarak ilk dile getirenler Marx ve Engels olmuştur. Onlar eleştirilerini kapitalist toplumda hüküm süren emeğin gerçekleştiriliş biçiminin eleştirisiyle başlattılar. Marx ve Engels’e göre, işbölümüne dayalı pazar ve rekabet ilişkilerinin hakim olduğu bir toplumda emeğin gerçekleştiriliş biçimi, insanın içini boşaltmak ve onun özüne aykırı olmak zorundadır, çünkü kapitalist toplumda insan başkaları için çalışmak ve kendisini sürekli pazarlamak zorundadır. Bu nedenle, Marx, kapitalist toplumu fuhuşçu bir toplum olarak tanımlamıştır.[21] Kuşkusuz insanın bütün etkinliklerini kapsayan emeğin kendisine yabancılaşması kapitalist topluma özgü değildir, özel mülkiyetin olduğu bütün toplumlarda varolmuştur. Ancak bu, kapitalist toplum koşullarında içinde köklü çözüm önerilerini de barındıran özgün bir biçim almıştır.
Sosyalizm kuramcıları, insanın özüne aykırı yabancılaşmış emeğin ortadan kaldırılıp özünün kendisine yeniden kazandırılmasını, birbirini izleyen iki aşamalı, doğal, tarihsel ve toplumsal olarak birbiriyle uyumlaştırıldığı bir süreç olarak düşünmüşlerdir. Bu öngörü hayal değildir, tersine nesnel koşullar ve tarihsel toplumsal değişimlerin genel özellikleri dikkate alınarak formüle edilmiştir.
Devrimci geçiş toplumu olarak tanımlanan birinci aşamada rekabet ortadan kalkmayacaktır, ancak içeriği değişecektir. Toplum zaten yapay olan ve topluma yarardan çok zaran getiren pazar ilişkilerinden kurtarılacak ve böylelikle insanların günlük yaşamlarında kendilerini pazarlamak zorunda kalmaları engellenecektir. Bu aşamada metacı toplumun tekilleştirdiği insanlara toplumsal bilinç aşılanacak ve toplumsallıklarını yaşayabilecekleri koşullar sağlanacaktır. Bu anlamda toplumun geneli için sorumluluk duygularının gelişmeye başlamasıyla toplumda komünizmin, yani insanın özünün yeniden kendisine dönüşünün ilk tomurcukları da yeşermeye başlayacaktır. Rekabete dayalı ilişkilerin yerine bu bilincin yerleşmesi için yarış[22] alacaktır.[23] Bütün bireylerin teşebbüsçü özelliklerini özgürce geliştirebilecekleri toplumsal koşullar sağlanacaktır. Birinci aşamayı dolaysız olarak insanın geniş anlamda yaşamını sağlamak amacıyla üretim için gerekli olan zamanın en aza indirildiği, bireyin topluma karşı özgürleştiği, toplumun baskı mekanizmalarından kurtarıldığı ve gönüllü bir topluma dönüştüğü ikinci aşama izleyecektir. Bu aşamada eğer bir rekabet ilişkisi olacaksa, o da üretim ve tüketim arasında olacaktır.
Biz, bugün, yapılan bütün tarihsel denemelere karşın, hala bu süreci başlatacak olan köklü dönüşümlerin koşullarını hazırlamakla meşgulüz. Düşünsel ve pratik etkinliklerimizi ciddi bir gelecek perspektifini de içeren bu koşulların hazırlanması üzerinde yoğunlaştırmanın, yapmamız gereken en gerçekçi uğraş olacağı kanısındayım.
Kaynaklar
Aristoteles, Politik, Buch 5, Meiner Verlag, 1981.
Engels, F., Umrisse zu einer Kritik der national Ökonomie, bkz. MEW, c. 1, Dietz Verlag, 1988.
Engels, F., Die Lage der arbeitenden Klasse in England, bkz. MEW, c. 2, Dietz Verlag, 1985.
Cumhuriyet Hafta, 2 Nisan 1999, Nr. 99/13.
Fetscher, I., Überlebensbedingungen der Menschheit, Dietz Verlag, 1991
Hegel, G. W. F., Differenz des Fichte’schen und Schelling’schen Systems der Philosophie, Jenaer Schriften 1801-1807, Werke 2, Suhrkamp, 1996.
Hobbes, T., Leviathan, Cambridge University Press, 1996.
Holz, H. H., Menschheit, Natur und gesellschaftlicher Fortschritt, bkz. Marxistische Studien, Jahrbuch des IMFS III, 1985.
Holz, H. H., Niederlage und Zukunft des Sozialismus, Neue Impulse Verlag, 1982.
Kalinin, M. I., Neue Beziehung von Mensch zu Mensch entwickeln, bkz. Über Erziehung zu kommunistischem Bewusstsein, Dietz Verlag, 1980.
Lenin, W. I., Wie soll man den Wettbewerb organisieren?, Werke, c. 26, Dietz Verlag, 1961.
Locke, J., Two Treatises of Government, Cambridge University Press, 1993.
Marx, K., Das Kapital, c. 1, Marx-Engels-Werke (MEW), c. 23, Dietz Verlag, 1988.
Marx, K., Grundrisse der politischen Ökonomie, MEW, c. 42, Dietz Verlag, 1983.
Marx, K., Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie, bkz. MEW, c. 42, 1983.
Meszaros, I., Marx’s Theory of Alienation, Merlin Press, 1986.
Miliband, R., Socialism for a Sceptical Age, Polity Press, 1994.
Miller, J., The Origins of the Distinction of Ranks, Thoemmes Antifuarian Books, 1990.
More, T., Utopia, Penguin Classics, 1965.
Platon, Der Staat, Meiner Verlag, 1989.
Rousseau, J.-J., Toplum Sözleşmesi ya da Siyaset Hukuku İlkeleri, 2008.
Owen, R., Yeni Toplum Görüşü, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
Schmidt, A., Der Begriff der Natur in der Lehre von Marx, Europäische Verlagsanstalt, 1993.
[1] Frankfurt Okulu’nun kurucularından olan Adorno’nun geliştirmiş olduğu ve hareketin zorunlu olarak yıkıma yol açtığı düşüncesine dayanan, dolayısıyla hareketin kurucu yanını ihmal eden “negatif diyalektik”i öznelci idealist düşünce çerçevesinde gördüğüm için burada ayrıca ele almıyorum. Konuyu, Marksizm ve Frankfurt Okulu arasındaki ilişkiyi inceleyen başka bir yazıya bırakıyorum.
[2] Burada Hegel’in felsefesine ilişkin belirlemenin çok kaba olduğunun bilincindeyim. Bu kısa yazı çerçevesinde konuyu ayrıntılı bir şekilde ele almak mümkün değildir. Ancak Marx’ın Das Kapital’in ikinci baskısına yazmış olduğu “Sonsöz”de Hegel’in başaşağı duran diyalektiğini tersine çevirdiğine ilişkin bazen efsanevi bir şekilde anlatılan sözlerinin bu çerçevede ele alınması gerekir.
[6] Özellikle bkz. J. Locke, Two Treatises of Government, Book 2, Chapter 5, Cambridge University Press, 1993.
[7] Jean-Jeacques Rousseau’ya göre içtimai mevki ve mülkiyet konusunda toplumda mutlak eşitlik sağlanmadan hukuksal eşitlik sağlanması da mümkün değildir. Bkz. J-J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi ya da Siyaset Hukuku İlkeleri, Kitap 3, Bölüm 4.
[9] Hegel’in insan-doğa ilişkisi üzerine yapmış olduğu ilginç tartışma için bkz. G. W. Hegel, Differenz des Fichte’schen und Schelling’schen Systems der Philosophie, Jenaer Schriften 1801-1807, Werke 2, s. 72/85, Suhrkamp, 1996.
[10] Marx ve Engels’in doğa ve insan ilişkilerine ilişkin düşünceleri için bkz. I. Fetscher, Überlebensbedingungen der Menschheit, s. 106-176, Dietz Verlag, 1991; A. Schmidt, Der Begriff der Natur in der Lehre von Marx, Europäische Verlagsanstalt, 1993.
[11] H. H. Holz, Menschheit, Natur und gesellschaftlicher Fortschritt, bkz. Marxistische Studien, Jahrbuch des IMFS III, 1985, s. 50.
[12] İnsanın doğayla ve doğayı kendisiyle paylaşan diğer varlıklarla olan ilişkisini bir bütün içinde ele almamız ve bunların üzerine bir bütün olarak yeniden düşünmemiz gerektiğini Server Tanilli, Elisabeth de Fontenay’ın “Hayvanların sessizligi” adlı kitabını tanıtmak amacıyla yazdığı kısa bir yazısında şöyle dile getiriyor: “Doğaya, topluma ve insana bakışımızı yeniden gözden geçirmek; felsefemizi, bilim ve ahlakımızı, eğitim sistemimizi, yönetim biçimimizi, bu arada demokrasimizi yeni temeller üzerine oturtmak zorundayız.” (Cumhuriyet Hafta, 2 Nisan 1999, Nr. 99/13). Kanımca Tanilli’nin önerdiği toplu ve köklü yenilenmenin temelini ancak Marksizm oluşturabilir, çünkü diğer akımların tersine toplumsal yaşam biçimlerine ilişkin gelişmeleri aynı zamanda doğal süreçler olarak kavrayan sadece Marksizmdir.
[15] Robert Owen’in bildiğim kadarıyla Türkçeye sadece yukarıdaki düşüncelerini dile getirse de henüz özel mülkiyeti reddetmediği, 1813-14 yılları arasında yazıp değişik Avrupa devlet adamlarına gönderdiği “Yeni Toplum Görüşü” adlı kitabı çevrildi. (Yapı Kredi Yayınları, 1995). Owen, ilk olarak özel mülkiyet kurumunu temel toplumsal sorunların asıl kaynağı olarak 1826-27 yılında yayınladığı “The Social System” adlı uzun yazısında tanımlamıştır.
[16] F. Engels, Die Lage der arbeitenden Klasse in England, bkz. MEW, c. 2, Dietz Verlag, 1985, s. 257.
[17] F. Engels, Umrisse zu einer Kritik der national Ökonomie, bkz. MEW, c. 1, Dietz Verlag, 1988, s. 513.
[19] Pazar ilişkilerinde “kapitalistlerin tekiller olarak birbirleri üzerindeki etkisi böylece kendisini bir bütün olarak koyuşu ve tekillerin sanılan bağımsız ve kendi başına duruşunun kaldırılması olmaktadır.” (K. Marx, Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie, bkz. MEW, c. 42, s. 549.)
[21] Türkçede fuhuş (prostitution), genellikle hayatını kazanabilmek için kendisini pazarlamak zorunda bırakılan kadınlar için kullanılır. Aslında günlük ticari ilişkilerimizde kendimizi hep yeniden satmak zorunda kalırız, kapitalist toplumda neredeyse tüm insan ilişkileri ticari ilişkilere dönüşmüştür. Bir kadının kendisini pazarlaması (aslında buna o kadar yaygın olmasa da erkekleri de eklemek gerekir) tüccar toplumun iç mantığının kendisini en bariz şekilde açığa vuruşudur. Bu davranışın bize ahlak dışı gözükmesi, bu insanların benliklerinin en gizli yanı olan ve sadece sayılı birkaç insanla paylaşılan yanlarını pazarlamalarındandır. Ancak bu bize kapitalist toplum koşullarında insanın bu yanının bile metalaştırıldığını göstermektedir. Bundan dolayı, genellikle olduğu gibi fuhuşun eleştirisinin “hayat kadınlarının” kınanmasına dönüşmesi, kaynak yerine sonuçların eleştirisi anlamına gelmektedir. Bu nedenle Marx tüm ücretli emek sistemini bir fuhuş sistemi olarak tanımlar.
[22] Burada rekabet ve yarış kelimeleri arasındaki farkı iyi anlamak gerekmektedir. Rekabet, insanların birbirlerine karşı, birbirleri üzerinde egemenlik kurmayı amaçladıkları bir davranış biçimiyken; yarış, müsabaka çerçevesinde ortak şekilde bir amaca koşmak ve herkes için yararlı olacak niteliklerin ortak şekilde ortaya çıkarılmasıdır.