7 Kasım 2009 Cumartesi

Marksizmde İnsan Düşüncesi ya da İnsanın Doğası ve Yeni Bir Uygarlığın Yaratılması

PDF için tıklayınız...Değerli hocam Werner Goldschmidt’e saygılarımla… 




Ama özel mülkiyet olduğu sürece kur­tuluş umudu yoktur. Toplumun bir kesi­minde baş gösteren patlamayı tedavi eder­ken başka kesimlerdeki hastalık belirtileri­ni azdırıyorsunuz. Bazıları için ilaç olan şey başkaları için zehir oluyor. Çünkü Pe­ter'den almadan Paul'a vermeniz mümkün değildir. 
Thomas More


İnsanlık halinin şanslı yanı, bu soru­nu yaratan koşulların çözümünü de için­de barındırıyor olmasıdır.
John Millar

Biz sosyalizmi kuruyoruz. Sosyalizmi kurmak ne demektir? Sosyalizmi kurmak, insanın maddi ve manevi ihtiyaçlarını gi­dermesi için ona en geniş olanaklar sunan bir toplum kurmaktır. Ve sadece bu değil. Biz kurulacak olan bu toplumda insanlar arasında özgeci, gerçekten dostça ilişki­lerin gelişeceğinden hareket etmek zorun­dayız. Eski, burjuva toplumunda insanlar arasında yetkin kardeşlik ve gerçek dost­luk ilişkilerinin olması mümkün değildi, çünkü bu toplum rekabet üzerine kuru­luydu.

Mikail Ivanoviç Kalinin
*********


İnsan sü­rekli değişen ve gelişen doğal, toplumsal ve tarihsel bir varlıktır. Onun bir doğal-maddi, bir de zihinsel-manevi dünyası vardır. İnsanın yaşamını sürdürebilmesi ve de­ğişen, gelişen ve karmaşıklaşan maddi ve ma­nevi ihtiyaçlarını giderebilmesi için doğayı iş­leyerek elde etmesi, deyim yerindeyse insanlaştırması kaçınılmazdır. Bu onun doğadaki etkinlik alanını genişletirken aynı zamanda özgürlük alanını da genişletecektir. İnsanın doğayla olan ilişkisinin iki boyutu vardır. Bunlardan birisi onun doğayla olan ilişkisinin niteliğine işaret ederken, di­ğeri doğadan emek harcanarak kazanılan maddelerin toplum içine taşınması sonucu insan ilişkisine dönüşen mülkiyet sorunuyla ilgilidir. Bu yazının birinci bölümünde Mark­sizmin doğa ve insan arasındaki ilişkiye yaklaşımını ve bunun insan ve doğa a­çısından ne anlama geldiğini ele alacağım; ikinci bölümde kapitalist toplumda doğa ve insan arasında gerçekleşen ilişkiyi Marksist açıdan eleştireceğim; üçüncü bölümde ise sosyalizm ve rekabet ilişkilerine değinerek bazı sonuçlar çıkaracağım.

Doğanın İnsanlaşması ve İnsa­nın Doğalaşması
Genel olarak, insan ve doğa arasındaki ilişkiye yaklaşımda ortaya çıkmış öznelci, nesnelci ve diyalektikçi olmak üzere üç temel akım var. Doğa ve insan arasında hüküm sü­ren ilişkiye dair öznelci ve nesnelci yaklaşım arasında yaşanan tartışmayı, hemen her konuda olduğu gibi, insan ve doğa ilişkisinde de ikircimliğe düşen burjuva felsefesi çerçeve­sinde görmek gerekir. Bu felsefe çerçevesin­de ya özne ya nesne, yani ya insan ya doğa sü­rekli mutlaklaştırılmaktadır. Öznelci yaklaşım doğaya dar insan merkezci açıdan yak­laşır ve doğanın bir bütün olarak mutlaklaştırılan insanın emrine verilmesi gerektiğini savunur. Bu idealist düşünce insanı doğal bir varlık olarak kavramadığı için, do­ğayı onun özgürlüğünün kaynağı olarak de­ğil, tersine, özgürlüğünün önünde bir engel olarak görür. Bundan dolayı, insan, eğer yaşamak istiyorsa, doğaya hükmetmek zorundadır. Bu yaklaşımı tek tanrılı bütün din ki­taplarında olduğu gibi, Fichte’nin öznelci ide­alist felsefesinde ve ondan etkilenen diğer düşün akımlarında da görmek mümkündür. Nesnelci yaklaşım, gerek düşünceci gerekse maddeci olsun, öznelci yaklaşımın tersine özne olan insanın etkinliğini neredeyse tamamıyla yadsır ve edilgenleştirir. Onun doğanın akışına müdahalesini ya tamamıyla yasak­lar ya da görmezlikten gelir. Nesnelci yaklaşım çerçevesinde insan, herhangi bir varlık gibi doğanın ‘kölesi’ durumuna indirgenir. Bugün özellikle radikal çevreci akımlar içinde rastlanan bu düşünceye göre, doğa ve toplum arasındaki ilişkilerin her ikisinin de dışında bulunan “görünmez bir el” tarafın­dan yürütülmesi nedeniyle, doğa kendi haline bırakıldığı taktirde herşey hem doğanın yararına hem de insanın ihtiyaçlarına göre işleyecektir.
Diyalektik yaklaşım, bu her bakımdan naif iki yaklaşımın eleştirisi üzerine kuruludur ve nesneyi belirleyici olarak temel alsa da, özneyi doğanının akışına müdahale eden ve onu gereksinimlerine göre dönüştüren bir varlık olarak kurgular. İnsan ve doğa ara­sındaki ilişkinin uyum içinde düzenlenebile­ceğinden hareket etmektedir. Bu yaklaşım idealist ve materyalist olmak üzere iki temel akıma ayrılır.[1] Hegel’in kuramlaştırdığı idealist diyalektik, bu uyu­mu sadece düşünsel bir etkinlik olarak gö­rür, bu nedenle uyumun koşullarını soyut fel­sefi kavramlar çerçevesinde tanımlar. Marx’ın geliştirdiği materyalist diyalektik, uyumun gerçekliğe uyarlanabileceğinden yo­la çıkar ve pratiğin bunun gereklerine göre değiştirilmesi gerektiğini ileri sürer.[2] Yukarıda saydığımız bütün bu akımlardan farklı olarak Marx’ın geliştirdiği “materya­list bilgi teorisi, doğanın nesnel, kendi başına varolan ve sonsuz bir yaklaşım süre­cinde tanınabilir olduğundan yola çıktığı için, insan ve toplumu doğadan gelen, ona bağımlı olan ve kendisini ona dayatan yeni bir varlık biçimi olarak anlayan [yeni] bir doğanın diyalektiğine götürür. Böylece doğal zorunluluklardan kurtuluşu ve doğaya bağlılığı bir bütünlük çerçeve­sinde düşünebilmektedir.[3] 
Bir felsefi sorun olarak ele aldığımızda Marx’ın yaklaşımını tarihte eşine rast­lanmayan, bilimsel olarak gerekçelendirilmiş özgün bir yaklaşım olarak görmek gerektiği kanısındayım. Şöyle ki: Marx kendisinden ön­ceki ve çağdaşı olan düşünürlerden farklı o­larak zenginliğin, ilerlemenin ve uyumlu top­lumsal yaşamın, belirli toplumsal koşulların yerine getirilmesi durumunda, birbiriyle uyum içinde olabileceğinden hareket eder, bu koşulların yerine getirilmesinin de maddi ve manevi gerekleri vardır. Yazdıklarımın id­dia düzeyinde kalmaması ve Marx’ın tarihsel düşüncesinin önemini vurgulamak için ko­nuyu biraz açmak istiyorum.
Platon, yapısalcı idealist yaklaşımı çerçevesinde formüle etmeye çalıştığı adalet düşüncesinde, insanlar arasında farklılaş­maya ve dolayısıyla çatışmalara yol açtığı için zenginliğin sınırlandırılmasını, toplumda u­yumlu yaşamın sağlanmasının en önemli koşullarından birisi olarak görür.[4] Aristote­les, hocasının tersine, pratik ve bireyci düşünmektedir. Ona göre, insanlar günlük yaşamlarında ne kadar özgür olurlarsa ve birey olarak zenginleşmelerinin önündeki engeller ne kadar az olursa, çalışma istekleri de o oranda artacaktır. Aristoteles’e göre zengin­leşen bireyler dolaylı olarak toplumu da zen­ginleştireceklerdir.[5] Her ne kadar çok yüzeysel olsa da, Ortaçağ felsefesini Platon ve Aristoteles’in düşün­celerinin (en azından mülkiyet konusunda yazdıklarının) özgün koşullarda yeniden for­müle edilişi olarak tanımlıyor ve geçiyorum.
Yeniçağda üzerinde düşünülen toplumun yapısı değişmiş, doğa bilimlerinde Newton ve Galile gibi isimlerle birleştirilen gelişmeler hatta devrimler yaşanmış olsa da, Yeniçağ ve onun devamcısı olan Aydınlanmacı düşünür­ler, kaynak olarak antik Yunan felsefesine başvurmaktan geri durmazlar; bazen eleştire­rek bazen kabul ederek, kısacası hem onun karşısında hem de ona dayanarak kendileri­ne özgü, yeni toplumu açıklamayı amaçlayan yeni bir düşünce sistemi geliştirmeye çalışırlar. Örneğin, kabaca söyleyecek olursak, düşüncesi 1688 İngiliz devrimine kaynaklık et­miş olan John Locke (1632-1704) daha çok Aristoteles’in düşüncesinden hareket ederken[6], düşüncesi Fransız devrimine kay­naklık etmiş olan J. J. Rousseau (1712-1778) bireyin özgürlüğünün kaçınılmazlığını vurgu­lamasına karşın sosyal, politik ve hukuksal eşitliğin korunması için mülkiyetin eşit şekil­de dağıtılmasını zorunlu bir koşul olarak gö­rür[7] ki, o bu düşüncesiyle Platon’a daha yakındır. Bu iki düşünce arasındaki zıtlaşmayı ortadan kaldırmayı ilk olarak ciddi bir şe­kilde deneyen İskoç Aydınlanmacılığının ön­de gelen isimlerinden birisi olan Adam Smith (1723-1790) olmuştur. Smith, rekabetçi ka­pitalizm döneminde, yani 18. yüzyılın ortala­rından itibaren ilerlemeciliği temel alan düşünceden yola çıkarak formüle etmeye baş­ladığı toplum düşüncesinde, uyumlu toplum­sal yaşam düşüncesini zenginlik ve sınırsız bireysel özgürlük düşüncesiyle birleştirmeye çalışmıştır. Smith, toplum düşüncesini ona göre doğal olan özel mülkiyet üzerine kur­muştur. Ondan sonra gelen düşünürlerin toplum düşünceleri de Smith’in düşünceleri çerçevesinde kalmıştır. Fakat Smith’in toplum felsefesi çerçevesinde formüle ettiği bir de ütopya vardır ki, Smith bu çerçevede toplumsal mülkiyeti savunur gibidir.
Marx ise Smith gibi zenginliğin, ilerle­menin ve uyumlu toplumsal yaşamın birbiriy­le çelişmediğini, tersine birbirini koşullan­dırdığını düşünmektedir. Yalnız, bunun mümkün olabilmesi için, üretim araçları üze­rinde toplumsal mülkiyet başta olmak üzere giderek toplumsal yaşamın bütün alanlarına yayılan toplumsal denetimin koşullarının oluşturulması gerektiğini düşünmektedir. Marx’ın bunu görebilmesi sadece onun zeki bir düşünür ve iyi bir gözlemci olmasıyla ilgi­li değildir. Tarihsel ve toplumsal koşullar onun (böylece de insanın) bu düşünceye ulaşmasında önemli rol oynamıştır. Marx, doğa ve insan arasında süren ilişkiyi sosyal ilişki çerçevesinde ele alır. Ona göre emek, insan ve doğa arasında maddi değişimi sağlayan, düzenleyen ve denetleyen bir süreçtir. İnsanın doğal bir varlık olması ona doğanın karşısına doğal bir güç olarak çıkma olanağı verir. İnsan, “vücuduna ait olan doğal güç­leri; kollarını ve bacaklarını, kafasını ve elini doğal maddeyi kendi yaşamı için kul­lanılabilir duruma getirmek için harekete geçirir. Bu hareketi sonucu kendi dışında olan doğaya etki ederek değiştirirken, aynı zamanda kendi doğasını da değiştirir.”[8] İnsan doğal bir varlık olarak doğayı işlerken ve kendi ihtiyaçlarına göre değiştirip düzenlerken, onu, deyim yerindeyse, aynı zamanda insanlaştırır. Ancak ilişki tek yönlü olmadığı için, insan, etkisiz sanılan ama hiç de öyle olmayan doğayı insanlaştırırken, Hegel’in deyimiyle onu “Benleştirir”[9],  yani içselleştirir ve insan böylece değişen koşullarda değişmiş yeni doğal bir varlık olur.[10]
Buraya kadar yazdıklarımız Marx’ı anla­mak için gerekli ve Marksist açıdan ne kadar doğru olsa da, genel, belki de çok genel olan şeylerdir. Marx’ın bu düşünceleri özele inilip kapitalist toplum koşullarının ışığında düşü­nüldüğünde daha bir anlam ifade edecek­tir. H. H. Holz’un belirttiği gibi, insanın doğal ve toplumsal bir varlık oluşu doğrudur, ama bu çok genel bir doğrudur. İnsanın doğal ve top­lumsal bir varlık olarak kapitalist toplumdaki doğallığı ve toplumsallığı özgün olandır.[11] Karşı karşıya bulunduğumuz insanlığı ilgilen­diren sorunların kaynağına inebilmek ve çö­züm önerileri geliştirebilmek için mevcut tarihsel özgünlüğümüzü kavramamız gerekmektedir.

İnsanın Doğayla Olan İlişkisi Kendisiyle Olan İIişkisinin Aynasıdır
İnsanın doğayla ve diğer varlıklarla olan ilişkisi, toplum içinde hüküm süren ilişkile­rin bir başka bağlamda dışa yansımasından başka bir şey değildir. Bundan dolayı, insanın doğayla olan ilişkisini anlayabilmek için, top­lumda hüküm süren insanın temel toplumsal ilişkilerini incelemek gerekir.[12] 
Rekabet, toplumsal ilişki biçimi olarak kapitalizme özgü bir kurumdur. Onu, kapita­lizm öncesi toplumlarda, ilkel meta üretimi­nin olduğu sınırlı alanlara sıkışıp kalmış ola­rak görürüz. Toplumda hâkim ilişki biçimine gelmesi ancak kapitalizm koşullarında gerçekleş­miştir. Fizyokratların “bırakınız yapsınlar, bırakınız ge­çsinler” (laissez faire, laissez passer) sözlerinde ifadesini bulan ve hem ideoloji hem de pratik bir ilişki biçimi olarak anla­şılması gereken rekabet, tarihsel olarak dev­rimci yani hem yıkıcı hem de kurucu bir rol oynamıştır. Köhnemiş feodal toplumu yıkma­yı, onun yerine kapitalist düzeni kurmayı a­maçlamıştır. Rekabetin bu her iki yanıyla an­laşılması gerektiğine ilk işaret eden, bildiğim kadarıyla Marx olmuştur. Bu tarihsel yaklaşım onu birçok düşünürün yaptığı gibi reka­beti ebedileştiren veya onu aşmak için geriye dönüşü savunan romantik düşüncelere kapılmaktan korumuştur.[13]
Rekabetin toplumsal ilişki açısından ne anlama geldiğini en iyi bir şekilde tanımlayan İngiliz düşünürü Thomas Hobbes (1588-1679) olmuştur. 17. yüzyılın ortalarında henüz gelişmekte olan kapitalist toplumun sınırsız reka­bet anlamına geldiğine ilişkin düşüncesini eserlerinde sistemleştirmiştir. Hobbes, ger­çekçi bir gözlemci olarak toplumda sınıfsal farklılaşmanın ve tabakaların varlığından ha­berdar olsa da, rekabeti, toplumdaki fertlerin sınıfsal konumlarından soyutlayarak ele almıştır. Hobbes’a göre, rekabet toplumda yaşanan kavgaların en önemli nedenlerinden birisidir ve “herkesin herkese karşı savaşı” anlamına gelmektedir. Rekabetçi toplumda insan, başta şiddet olmak üzere her yönteme başvurarak diğer insanlar üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışır. Böyle bir toplumda insanın başka türlü, Engels’in deyimiyle insanlıktan çıkmadan yaşaması mümkün değildir.
Hobbes o yıllarda varolan sınırlı tarihsel bilgilerin ışığında bile, rekabetçi yaşamın e­zeli bir yaşam biçimi olmadığının bilincinde­dir. Örneğin ilkel toplumlarda mülkiyet ku­rumu henüz gelişmediği için, insanlar arasında rekabete rastlanmaz, ancak toplumların ilerlemesi özel mülkiyetin ve birbirinden ayrı devletlerin oluşmasına yol açmıştır. Bu ko­şullarda gerek insanlar gerekse devletler ara­sı ilişkiler rekabete dayanmak zorundadır.[14]
Hobbes, o günün koşullarında, gerek bi­lim ve felsefenin gerekse burjuva toplumu­nun gelişmişlik düzeyinden kaynaklansın, re­kabet ilişkileri dışında başka bir ilişki biçimi görememiştir. Yani rekabet ezelden beri sü­ren bir ilişki biçimi olmasa da sonsuza kadar sürecektir. Bu nedenle, rekabeti, güçlü mut­lak bir devletin denetlediği, fiziksel tahribata yol açmasını engelleyen yasalar çerçevesine sıkıştırmaya çalışmıştır, çünkü rekabetçi top­lumun özgür olması mümkün degildir.
David Hume, Montesquieu ve Adam Smith gibi aydınlanmacı toplum ve devlet teorisyenlerinin feodalist mutlakiyetçi toplum ve devlet teorisine karşı formüle ettikleri reka­betçi sistemin köklü ve kapsamlı ilk eleştiri­si, 19. yüzyılın başlarından itibaren ortaya çıkan, ütopik sosyalistler olarak bilinen Saint-Si­mon, Charles Fourier ve Robert Owen tara­findan yapılmıştır. Alternatif sosyalist toplumlar kurarak, insanlara dayanışma ve işbirliğine dayalı yaşamın mümkün olabileceğini ka­nıtlamaya çalışan Robert Owen’ın düşüncesi şu cümle üzerine kuruludur: “İnsanın kötü olduğunu söylemek, onun koşullarının kö­tü olduğunu söylemek anlamına gelir. Kö­tü olan insanı iyileştirmek istiyorsanız, nun koşullarını iyi insanlar yetiştirecek şekilde değiştiriniz, o kötü sandığınız in­sanın iyileşmeye başladığını göreceksi­niz.” Diğer ütopik sosyalistler gibi Robert Owen, istediği toplumsal değişimin öznesi ola­rak devlet adamlarını ve diğer yöneticileri görmüştür. Kurtarmak amacıyla harekete ge­çirdiği işçi ve emekçilerin kendi kendilerini kurtarabileceklerini (tarihsel koşullardan dolayı) görememiştir.[15]
Marx ve Engels kapitalist toplumun gerçekçi ve eleştirel gözlemcileri olarak, bu toplumda varolan insan ilişkilerini tanımla­mak için Hobbes’un aktardığım betimlemesinden hareket ederler. Onlara göre, rekabete da­yanan insan ilişkileri “herkesin herkese karşı savaşı” olan toplu “sosyal [bir] savaş” anla­mına gelmektedir.[16] Ancak rekabeti ebedi bir ilişki biçimi olarak düşünmek mümkün değildir. Rekabet ilişkisi toplumun gelişmesi­nin önünde engel olarak hissedilmeye başlandıysa, onu zorunlu kılan koşullar da insanın gelişmesinin ve toplumun ilerlemesinin önünde bir engel olarak hissedilmeye başlanmıştır.
Marx ve Engels’e göre, rekabeti tekelden dolayısıyla özel mülkiyetten ayrı düşünmemiz mümkün değildir. Rekabet tekelleşmenin önko­şuludur. Tekelleşmenin dolayısıyla rekabetin olması için, özel mülkiyet gereklidir. Özel mülkiyet ve tekelin olmadığı yerde rekabetin olması düşünülemez. “Özel mülkiyet herke­si kendi kaba tekilleşmişliğine indirger ve herkes komşusuyla aynı çıkarlara sahip olsa da, toprak sahibi toprak sahibine, ka­pitalist kapitaliste, işçi işçiye düşmanca davranır.”[17] Bu bağlamda Marx ve En­gels, öznel ve nesnel rekabet arasında ayırım yapar. Onlara göre, öznel rekabet sınıfların içinde yaşanırken, nesnel rekabet sınıflar arasında yaşanmaktadır.[18] Asıl kaynağı özel mülkiyet olduğu için rekabet, kapitalist toplumda öncelikle üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvazi içinde yaşanır. Onu, birbirlerine karşı baskı aracı olarak kullanır­lar. Burjuvazinin denetimi altında işleyen toplumun üretim süreci, aynı zamanda, değişmiş koşullarda olsa bile, kapitalist toplumun genel koşullarının yeniden üretim sürecidir. Burjuvazi üretim araçları üzerindeki denetiminden kaynaklanan gücüne dayanarak üre­tim sürecinde yaşamını garanti eden baskıcı rekabet koşullarını yeniden üretir ve bunu bütün topluma yukarıdan aşağıya bir yaşam biçimi olarak dayatır.[19] İşçi ve emekçile­ri, kendisiyle olan nesnel rekabetlerinde etkisiz kılmak için eğitimi ve ücretlendirme siste­mini araç olarak kullanır ve aralarında yapay tabakalar yaratmaya çalışır.
Kapitalist toplumun temelinde nicel zen­ginliğin artırılmasını amaçlayan meta üretimi yatar. Bir kapitalistin, sınıfının diğer fertleriy­le arasında olan rekabetten başarıyla çıkabil­mesi için sürekli artan oranda meta üretmesi gerekir. Bu, onu, denetimi altında tuttuğu ve herhangi bir eşya gibi gördüğü işçileri bir ü­retim sürecinden diğerine sürükleyerek meta üretmeye zorlar. Böylece burjuvazinin bütün topluma dayattığı rekabet ilişkisi insan ve do­ğa ilişkisine de yansır. Toplumun kendi için­de yaşadığı burjuva kaynaklı sosyal savaş, doğanın vahşice tahribine yol açan insan ve doğa arasında yaşanan savaşa dönüşür. Bu koşullarda doğa, insanın ihtiyaçlarını gider­mek için gerekli olan doğal bir kaynak ola­rak değil, kendi aralarında kıran kırana re­kabet eden kapitalistlerin şahsi nicel zengin­liklerini artırmak amacıyla kepçelenmesi ge­reken zenginlik denizi olarak görülür. Kapi­talistlerin bu davranışı keyfi değildir. Bu dav­ranış daha çok, rekabetçi sistemin insanın doğal ve toplumsal kaynaklarını tahrip eden kaçınılmaz sonuçlarından birisidir. İnsanın içine düşmüş olduğu bu girdap­tan kurtuluşu yok mudur? Çözüm nerededir?
İnsanın doğayı işleyerek kazandığı maddi zenginlik, aynı zamanda onun manevi zenginliğinin de kaynağıdır. Toplumun bütün üyele­rinin birey olarak bu zenginlikten pay alışı, toplumda hâkim olan özgün tarihsel toplum­sal üretim ilişkilerine ve bununla dolaysız i­lişkili olan değişim ve dağıtım koşullarına bağlıdır. İnsanın tarihine ilişkin elimizde o­lan bilgiler bize, onun, yaşamını sürdürmek amacıyla doğadan kazandığı maddi zenginliği toplumun üyeleri arasında herkesin ihtiyacı­na göre dağıtacak toplumsal koşulları oluştu­ramadığı için, toplumsal sınıf ve tabakalara ayrıldığını göstermektedir. Toplum içinde yaşanan bütün bölüşüm kavgaları kaçınılmaz ola­rak sınıf ve tabakaların kendi içlerinde de ya­şanır, ama temel mücadele, üretim araçlarını ve maddi zenginliği elinde tutan, böylece bütün üretim ve dağılım süreçlerini denetle­yen dolayısıyla bütün topluma hükmeden sınıf ve tabakalar ile üretken etkinlikleri sonu­cu üretim araçlarını harekete geçirerek top­lumun maddi ve manevi yaşam koşullarını ye­niden üreten sınıf ve tabakalar arasında gözlenir. Kapitalist toplumda bu kavga işçi ve emekçi­ler ile kapitalistler arasında sürmektedir.
Emekçi sınıf ve tabakaların köleci toplum ve feodalizmdeki yaşam koşullarıyla kapitalist toplumdaki koşulları arasında bir karşılaştır­ma yapacak olursak, konumlarının iyileştiği tartışma götürmez. Ancak yaşanılan bütün tarihsel ilerlemeye karşın, kapitalist toplumda üretilen zenginliğin dağılımının herkesin ih­tiyacına göre gerçekleştiği söylenemez. Top­lumda halen derin bir yoksulluk vardır. Bu­nun nedeni, toplumun yoksul olması değil­dir. Bir bütün olarak düşünüldüğünde in­sanlık adeta zenginlik içinde yüzmektedir, ama toplum bütün üyelerine kendi yetenek ve becerilerini özgürce geliştirmeleri için ge­rekli koşulları sağlayamamaktadır. Kapitalist üretim biçimi üzerine kurulu bir toplumdan bunu gerçekleştirmesini beklemek zaten olanak­sızdır. Kapitalistleri, davranışlarının insanın doğasına aykırı olduğuna inandırmaya çalış­mak boşuna olduğu gibi, kapitalist toplum koşullarında “sosyalist adacıklar” kurmaya çalışmak da hayalcilik olacaktır.
Ralph Miliband, Mayıs 1994’te aramızdan ayrılmadan önce, sosyalist ülkelerin çöküşü ve bunlarla ilgili yapılan tartışmaların ışığında yazmış ol­duğu Socialism: for a sceptical age (Kuş­kucu Bir Çağda Sosyalizm) adlı son kitabında, sosyalizm için mücadelenin kaçınılmazlığını özellikle kapitalizmin temel çelişkisi olan zenginlik ile yoksulluk arasında varolan uçu­ruma dayandırmaktadır. Miliband’a göre, bu çelişkinin kapitalist toplum koşullarında köklü olarak çözülmesi mümkün değildir. Marx tarafından kapitalizmin en temel çeliş­kisi olarak tanımlanan üretim ilişkileriyle ü­retim araçları arasındaki çelişki, kapitalizm 19. yüzyılın ortalarından bu yana önemli deği­şiklikler geçirmiş olsa da hala sürmektedir. Hiç kuşkusuz indirgemecilikten kaçınmak gerekir. Ancak herkesin herkese karşı savaşı anlamına gelen rekabet de dâhil olmak üzere karşı karşıya bulunduğumuz ırkçılık, doğanın tahribi, kadın sorunu, endüstri merkez­lerinde yaşanan yığılma ve çarpık yapılanma gibi birçok sorunun kesin çözümü, üretim güçleriyle üretim araçları arasında varolan çelişkinin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Miliband’a göre, Marx tarafından tanımlanan ve kapitalizm koşullarında çözülmesi müm­kün görünmeyen bu temel çelişki, bugünkü değişmiş kapitalizm koşullarında da geçerli­dir.[20] İnsanlığın karşı karşıya bulunduğu temel sorunların köklü çözümü, bu temel çelişkinin çözülmesiyle mümkündür.

Sosyalizm ve Rekabet
Sosyalizm, kapitalizmin köklü eleştirisi­dir. Bu eleştiriyi en etraflı ve bilimsel olarak ilk dile getirenler Marx ve Engels olmuştur. Onlar eleştirilerini kapitalist toplumda hü­küm süren emeğin gerçekleştiriliş biçiminin eleştirisiyle başlattılar. Marx ve Engels’e göre, işbölümüne dayalı pazar ve rekabet ilişkileri­nin hakim olduğu bir toplumda emeğin ger­çekleştiriliş biçimi, insanın içini boşaltmak ve onun özüne aykırı olmak zorundadır, çün­kü kapitalist toplumda insan başkaları için çalışmak ve kendisini sürekli pazarlamak zo­rundadır. Bu nedenle, Marx, kapitalist toplu­mu fuhuşçu bir toplum olarak tanımlamıştır.[21] Kuşkusuz insanın bütün etkinliklerini kapsayan emeğin kendisine yabancılaşması kapitalist topluma özgü değildir, özel mülkiyetin olduğu bütün toplumlarda varolmuştur. Ancak bu, kapitalist toplum koşullarında içinde köklü çözüm önerilerini de barındıran özgün bir biçim almıştır.
Sosyalizm kuramcıları, insanın özüne ay­kırı yabancılaşmış emeğin ortadan kaldırılıp özünün kendisine yeniden kazandırılmasını, birbirini izleyen iki aşamalı, doğal, tarihsel ve toplumsal olarak birbiriyle uyumlaştırıldığı bir süreç olarak düşünmüşlerdir. Bu öngörü hayal değildir, tersine nesnel koşullar ve tarihsel top­lumsal değişimlerin genel özellikleri dikkate alınarak formüle edilmiştir.
Devrimci geçiş toplumu olarak tanımla­nan birinci aşamada rekabet ortadan kalkmayacaktır, ancak içeriği değişecektir. Top­lum zaten yapay olan ve topluma yarardan çok zaran getiren pazar ilişkilerinden kurtarılacak ve böylelikle insanların günlük yaşam­larında kendilerini pazarlamak zorunda kal­maları engellenecektir. Bu aşamada metacı toplumun tekilleştirdiği insanlara toplumsal bilinç aşılanacak ve toplumsallıklarını yaşa­yabilecekleri koşullar sağlanacaktır. Bu an­lamda toplumun geneli için sorumluluk duygularının gelişmeye başlamasıyla toplumda komünizmin, yani insanın özünün yeniden kendisine dönüşünün ilk tomurcukları da yeşermeye başlayacaktır. Rekabete dayalı iliş­kilerin yerine bu bilincin yerleşmesi için yarış[22]  alacaktır.[23] Bütün bireylerin teşebbüsçü özelliklerini özgürce geliştirebilecek­leri toplumsal koşullar sağlanacaktır. Birinci aşamayı dolaysız olarak insanın geniş anlam­da yaşamını sağlamak amacıyla üretim için gerekli olan zamanın en aza indirildiği, birey­in topluma karşı özgürleştiği, toplumun baskı mekanizmalarından kurtarıldığı ve gönüllü bir topluma dönüştüğü ikinci aşama izleye­cektir. Bu aşamada eğer bir rekabet ilişkisi olacaksa, o da üretim ve tüketim arasında o­lacaktır.
Biz, bugün, yapılan bütün tarihsel dene­melere karşın, hala bu süreci başlatacak olan köklü dönüşümlerin koşullarını hazırlamak­la meşgulüz. Düşünsel ve pratik etkinlikleri­mizi ciddi bir gelecek perspektifini de içeren bu koşulların hazırlanması üzerinde yoğun­laştırmanın, yapmamız gereken en gerçekçi uğraş olacağı kanısındayım.



Kaynaklar
Aristoteles, Politik, Buch 5, Meiner Verlag, 1981.
Engels, F.,  Umrisse zu einer Kritik der national Ökonomie, bkz. MEW, c. 1, Dietz Verlag, 1988.
Engels, F.,  Die Lage der arbeitenden Klasse in England, bkz. MEW, c. 2, Dietz Verlag, 1985.
Cumhuriyet Hafta, 2 Ni­san 1999, Nr. 99/13.
Fe­tscher, I.,  Überlebensbedingungen der Mensc­hheit, Dietz Verlag, 1991
Hegel, G. W. F.,  Differenz des Fichte’schen und Schelling’schen Systems der Philosophie, Jenaer Schriften 1801-1807, Werke 2, Suhrkamp, 1996.
Hobbes, T., Leviathan, Cambridge University Press, 1996.
Holz, H. H., Menschheit, Natur und gesellschaftlicher Fortschritt, bkz. Marx­istische Studien, Jahrbuch des IMFS III, 1985.
Holz, H. H., Niederlage und Zukunft des Sozialismus, Neue Impulse Verlag, 1982.
Kalinin, M. I., Neue Be­ziehung von Mensch zu Mensch entwickeln, bkz. Über Erziehung zu kommunistischem Bewusstsein, Dietz Verlag, 1980.
Lenin, W. I., Wie soll man den Wettbewerb organisieren?, Werke, c. 26, Dietz Verlag, 1961.
Locke, J.,  Two Treatises of Government, Cam­bridge University Press, 1993.
Marx, K.,  Das Kapital, c. 1, Marx-­Engels-Werke (MEW), c. 23, Dietz Verlag, 1988.
Marx, K.,  Grundrisse der politischen Ökonomie, MEW, c. 42, Dietz Verlag, 1983.
Marx, K., Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie, bkz. MEW, c. 42, 1983.
Meszaros, I.,  Marx’s Theory of Alienation, Merlin Press, 1986.
Miliband, R.,  Socialism for a Sceptical Age, Polity Press, 1994.
Miller, J., The Origins of the Distinction of Ranks, Thoemmes Anti­fuarian Books, 1990.
More, T., Utopia, Penguin Classics, 1965.
Platon, Der Staat, Meiner Verlag, 1989.
Rousseau, J.-J., Toplum Sözleşmesi ya da Siyaset Hukuku İlkeleri, 2008.
Owen, R., Yeni Toplum Görüşü, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
Sch­midt, A.,  Der Begriff der Natur in der Lehre von Marx, Europäische Verlagsanstalt, 1993.


[1] Frankfurt Okulu’nun kurucularından olan Adorno’nun geliştirmiş olduğu ve ha­reketin zorunlu olarak yıkıma yol açtığı dü­şüncesine dayanan, dolayısıyla hareketin ku­rucu yanını ihmal eden “negatif diyalektik”i öznelci idealist düşünce çerçevesinde gördüğüm için burada ayrıca ele almıyorum. Konu­yu, Marksizm ve Frankfurt Okulu arasındaki ilişkiyi inceleyen başka bir yazıya bırakıyorum. 
[2] Burada Hegel’in felsefesine ilişkin belirlemenin çok kaba olduğunun bilincindeyim. Bu kısa yazı çerçevesinde konuyu ayrıntılı bir şekilde ele almak mümkün değildir. Ancak Marx’ın Das Kapital’in ikinci baskısına yaz­mış olduğu “Sonsöz”de Hegel’in başaşağı duran diyalektiğini tersine çevirdiğine ilişkin bazen efsanevi bir şekilde anlatılan sözlerinin bu çerçevede ele alınması gerekir.
[3] Hans Heinz Holz, Niederlage und Zukunft des Sozialismus, Neue Impulse Verlag, 1982, s. 17.
[4] Bkz. Platon, Der Staat, Buch 4, Meiner Verlag, 1989.
[5] Bkz.Aristoteles, Politik, Buch 5, Meiner Verlag, 1981.
[6] Özellikle bkz. J. Locke, Two Treatises of Government, Book 2, Chapter 5, Cam­bridge University Press, 1993.
[7] Jean-Jeacques Rousseau’ya göre içti­mai mevki ve mülkiyet konusunda toplumda mutlak eşitlik sağlanmadan hukuksal eşitlik sağlanması da mümkün değildir. Bkz. J-J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi ya da Siyaset Hukuku İlkeleri, Kitap 3, Bölüm 4.
[8] K. Marx, Das Kapital, c. 1, bkz. Marx-­Engels-Werke, c. 23, Dietz Verlag, 1988, s. 192.
[9] Hegel’in insan-doğa ilişkisi üzerine yapmış olduğu ilginç tartışma için bkz. G. W. Hegel, Differenz des Fichte’schen und Schelling’schen Systems der Philosophie, Jenaer Schriften 1801-1807, Werke 2, s. 72­/85, Suhrkamp, 1996.
[10] Marx ve Engels’in doğa ve insan iliş­kilerine ilişkin düşünceleri için bkz. I. Fe­tscher, Überlebensbedingungen der Mensc­hheit, s. 106-176, Dietz Verlag, 1991; A. Sch­midt, Der Begriff der Natur in der Lehre von Marx, Europäische Verlagsanstalt, 1993.
[11] H. H. Holz, Menschheit, Natur und gesellschaftlicher Fortschritt, bkz. Marx­istische Studien, Jahrbuch des IMFS III, 1985, s. 50.
[12] İnsanın doğayla ve doğayı kendisiyle paylaşan diğer varlıklarla olan ilişkisini bir bütün içinde ele almamız ve bunların üzerine bir bütün olarak yeniden düşünmemiz gerek­tiğini Server Tanilli, Elisabeth de Fontenay’ın “Hayvanların sessizligi” adlı kitabını tanıtmak amacıyla yazdığı kısa bir yazısında şöyle dile getiriyor: “Doğaya, topluma ve insana ba­kışımızı yeniden gözden geçirmek; felsefe­mizi, bilim ve ahlakımızı, eğitim siste­mimizi, yönetim biçimimizi, bu arada de­mokrasimizi yeni temeller üzerine oturt­mak zorundayız.” (Cumhuriyet Hafta, 2 Ni­san 1999, Nr. 99/13). Kanımca Tanilli’nin ö­nerdiği toplu ve köklü yenilenmenin temelini ancak Marksizm oluşturabilir, çünkü diğer akımların tersine toplumsal yaşam biçimleri­ne ilişkin gelişmeleri aynı zamanda doğal sü­reçler olarak kavrayan sadece Marksizmdir.
[13] K. Marx, Grundrisse der politischen Ökonomie, bkz. MEW, c. 42, Dietz Verlag, 1983, s. 549.
[14]  T. Hobbes, Leviathan, özellikle bkz. Chap. 10, 11 ve 13, Cambridge University Press, 1996.
[15] Robert Owen’in bildiğim kada­rıyla Türkçeye sadece yukarıdaki düşüncelerini dile getirse de henüz özel mülkiyeti red­detmediği, 1813-14 yılları arasında yazıp de­ğişik Avrupa devlet adamlarına gönderdiği “Yeni Toplum Görüşü” adlı kitabı çevrildi. (Yapı Kredi Yayınları, 1995). Owen, ilk ola­rak özel mülkiyet kurumunu temel toplumsal sorunların asıl kaynağı olarak 1826-27 yılında yayınladığı “The Social System” adlı uzun yazısında tanımlamıştır.
[16] F. Engels, Die Lage der arbeitenden Klasse in England, bkz. MEW, c. 2, Dietz Verlag, 1985, s. 257.
[17] F. Engels, Umrisse zu einer Kritik der national Ökonomie, bkz. MEW, c. 1, Dietz Verlag, 1988, s. 513.
[18] Bkz. I. Meszaros, Marx’s Theory of Alienation, Merlin Press, 1986, s. 140-146.
[19] Pazar ilişkilerinde “kapitalistlerin tekiller olarak birbirleri üzerindeki etkisi böylece kendisini bir bütün olarak koyuşu ve tekillerin sanılan bağımsız ve kendi başına duruşunun kaldırılması olmaktadır.” (K. Marx, Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie, bkz. MEW, c. 42, s. 549.)
[20] R. Miliband, Socialism for a Sceptical Age, Polity Press, 1994, s. 7-42.
[21] Türkçede fuhuş (prostitution), genel­likle hayatını kazanabilmek için kendisini pazarlamak zorunda bırakılan kadınlar için kul­lanılır. Aslında günlük ticari ilişkilerimizde kendimizi hep yeniden satmak zorunda ka­lırız, kapitalist toplumda neredeyse tüm insan ilişkileri ticari ilişkilere dönüşmüştür. Bir kadının kendisini pazarlaması (aslında buna o kadar yaygın olmasa da erkekleri de ekle­mek gerekir) tüccar toplumun iç mantığının kendisini en bariz şekilde açığa vuruşudur. Bu davranışın bize ahlak dışı gözükmesi, bu insanların benliklerinin en gizli yanı olan ve sadece sayılı birkaç insanla paylaşılan yan­larını pazarlamalarındandır. Ancak bu bize kapitalist toplum koşullarında insanın bu ya­nının bile metalaştırıldığını göstermektedir. Bundan dolayı, genellikle olduğu gibi fuhu­şun eleştirisinin “hayat kadınlarının” kınan­masına dönüşmesi, kaynak yerine sonuçların eleştirisi anlamına gelmektedir. Bu nedenle Marx tüm ücretli emek sistemini bir fuhuş sistemi olarak tanımlar.
[22] Burada rekabet ve yarış kelimeleri arasındaki farkı iyi anlamak gerekmektedir. Rekabet, insanların birbirlerine karşı, birbir­leri üzerinde egemenlik kurmayı amaçladık­ları bir davranış biçimiyken; yarış, müsabaka çerçevesinde ortak şekilde bir amaca koş­mak ve herkes için yararlı olacak niteliklerin ortak şekilde ortaya çıkarılmasıdır.
[23]  W. I. Lenin, Wie soll man den Wettbewerb organisieren?, bkz. Werke, c. 26, s. 420-414.