HERKESİN
HERKESE KARŞI SAVAŞI
Thomas Hobbes’tan
Hareketle Barış Perspektifi Üzerine Düşünümler
(Toplum
ve Siyaset Felsefesine Dair Bazı Temel Tezler)
PDF için tıklayınız...Thomas Hobbes’un “bellum
omnium contra omnes” (“Herkesin herkese karşı savaşı”) kavramı, yeni ve modern
çağda insanlık halini betimlemek için türetilmiş Latince bir özdeyiştir. Bu özdeyiş, Türkiye toplumunun yaşamını anlamak ve açıklamak için tahmin edilemeyecek kadar önemlidir. Bunu Yaşar Kemal en erken fark edenlerdendir. Zira Demirciler Çarşısı Cinayeti adlı
romanında o, Anadolu’da kapitalist üretim ilişkilerinin yerleşmeye başlamasıyla
ortaya çıkmaya başlayan modern insanı betimlerken kullanır bu özdeyişi. Ama
romanda modern insan, sadece insanın değil, aynı zamanda doğanın da kurdu
olarak betimlenir. Yazar ve şair Ataol Behramoğlu da, birçoğumuzun tersine, en
erken fark edenlerdendir bunu. Bu özdeyişi, bir şiirine başlık olarak bile
seçmiştir -ki sanki bu, Nazım Hikmet’in Berkeley hakkındaki şiirini hatırlatır
aynı zamanda.
Hobbes, Latince orijinalinde bu
kavramı, daha çok bilinen Leviathan
adlı eserinde kullanmaz. Orada daha çok farklı İngilizce çevirilerine
rastlarız. Latince aslında bu kavram, onun De
Cive (Yurttaş Hakkında) adlı
eserinde kullanılır. Hobbes’un, insanın doğasını ve ilişkilerini betimlemek
için (büyük olasılıkla kendisinin) türettiği bu özdeyişi nasıl yorumlayacağız?
Büyük soru budur. Hobbes’un eserini yorumlayanlar genellikle onun bu
özdeyişinden hareketle yapmış olduğu “itici” çıkarımsamaları ve devlete dair korku
verici önermeleri üzerinde yoğunlaşırlar ve ona olur olmaz düşünceler ve
duruşlar atfederler. Bu, Hobbes’un henüz yeterince anlaşılmadığına dair bir
göstergedir.
Birkaç başlık hakkında küçük
fakat önemli bazı düzeltmeler önereceğim ve bugünün siyaset felsefesini de
ilgilendiren bazı temel tezler ileri süreceğim:
1. Her şeyden önce Hobbes
gerçekçidir. Düşünceyi gerçekliğin aynası olarak alır. Düşüncede sunduğu, bize
gerçekliğimize ilişkin bir ayna tutmayı amaçlar. Eğer Hobbes’un insanın
doğasına ilişkin yapmış olduğu betimlemeler itici ise, bu öncelikle onun
düşüncesinin ya da toplum ve devlet kuramının iticiliğinden kaynaklanmaz. Tersine,
bu, onun düşüncede yansıttığı iticilik, gerçekliğimizin, teker teker her
birimizin günlük hayatımızda verdiğimiz kararlarımızda karar verirken temel
aldığımız ilkelerin iticiliğinden kaynaklanır aslında. Yani Hobbes’un toplum ve
devlet kuramında yansıtmış olduğu iticilik ve devlete dair çıkarmış olduğu korku
verici sonuçlar, gerçekliğimizin kendisinden, onun iticiliğinden ve korku
verici olmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumda eleştirinin sivri ucunu
Hobbes’a yöneltmek işin kolayına kaçmak anlamına gelir. Eğer Hobbes’un toplum
ve devlet kuramında yansıttığını eleştirmek istiyorsak, gözümüzü öncelikle onun
düşüncede kavrayıp yansıtmaya çalıştığı gerçekliğimize döndürmemiz
gerekmektedir. Eğer öncelikle kuramsal düzeyde kalınmak isteniyorsa, işe onun
başvurmuş olduğu geometrik ve mekanik yöntemin sınırlarını sorgulayarak
başlamak gerekmektedir. Fakat unutmamak gerekir ki edimsel gerçekliğimiz gerçekten
mekaniktir ve ikircikler (ya o ya bu) ilkesi üzerine kuruludur.
2. Hobbes, insanı ve toplumsal ilişkilerini
betimlemek amacıyla “bellum omnium contra omnes” ilkesine başvururken, bunu
insanın doğasına dayandırmış olması, bağlamdan koparıldığı ve onun düşüncede
kavramaya çalıştığı gerçeklikle ilişkisi doğru kurulmadığı için, genellikle
yanlış anlaşılır.
2a. Öncelikle hatırlanmalıdır
ki, Hobbes, kendi toplum ve devlet kuramını, devletin kaynağını ve meşruiyetini
bazı “doğaüstü varlıklar”dan alan ilahi devlet ve toplum kuramlarına karşı
geliştirmiştir. İlahi devlet kuramlarının hemen hepsi, Platon’un Devlet (Politeia: Πολιτεία) adlı diyaloğunda devlet adamı ve toplum
ilişkisini tanımlamak için önerdiği “çoban” karşılaştırmasını (analojisini), farklı
biçimlerde işlevsel kılmaktan öte gidememiştir. Temel alınan analojiye göre, halk/toplum/insanlık,
bir “sürüdür”. Bunun karşısında gücünü tanrıdan alan ve bu nedenle seçkin olan devlet
adamı vardır. Devlet adamı (kral), bu özelliklerinden dolayı çoban olarak
betimlenir. O halde, çobanın sürüyü gütmesi gerekir. Bu ödev ana tanrı
tarafından verilmiştir. Bu nedenle kutsaldır bu görev. Tabi, sürü güdülür,
gerekirse yenir de, satılır da. Kral, Thomas Aquinas’ın Kıbrıs Kralının Kralığı Üzeri’nde arzuladığı gibi, ‘iyi’ huylu da
olsa, “adil” de olsa, sonunda ‘kötü’ huylu kraldan ya da “adil” olmayan kraldan
farklı bir şey yapmayacaktır. Gerek sürünün bir bütün olarak, gerekse sürüyü
oluşturan bireylerin (burada bireyden bahsedilebilirse tabi) çoban karşısında herhangi
bir hak iddia etmesi mümkün değildir. Zira o, tasavvura göre, adı üstünde,
sürüdür. Halka sürü denir ve böylelikle sürüye indirgenir.
2b. Hobbes’un toplum ve devlet
kuramında bu sürü-çoban anlayışı tersine çevrilir. Onun önermiş olduğu toplum
ve devlet kuramı, insanın doğasına ve ilişkilerine, yani son derece dünyevi bir
objeye dayanır. Bundan böyle insanlığa, eğer insanlık ilişkilerini değiştirmek
isterse, değişim için bir perspektif sunulmuştur. İnsan kendi kaderinin
yaratıcısıdır. İnsanlığın içinde bulunduğu durumu değiştirmek gerekiyorsa, hüküm
süren ilişkilerin niteliğini köklü bir şekilde yeniden sorgulama hakkına
sahiptir. Hiçbir kurum, kişi ve ilişki, kutsal değildir. En azından Fransız
devrimcilerinin 1789’da, Hobbes’un başlattığı toplum ve devlet kuramı
geleneğinden hareketle bu sonucu çıkarmasını kimse engelleyemedi. Yapılan köklü
siyasi değişimler onlar için bir insan hakkıydı.
3. Hobbes’un, devlet kuramına “bellum
omnium contra omnes” ilkesini temel alması, genellikle o dönem yaşanan uzun
savaşlara/iç savaşlara gönderme yapılarak açıklanır. Bu iddianın en ünlü temsilcisi,
bugün Türkiye’de kutlanan faşist Nazi Almanyası’nın ideologlarından Carl
Schmitt’ir. Bu yaklaşım son derece yüzeyseldir. (Bu noktada filozof ile salt
ideolog birbirinden ayrılır. Örneğin Georg Lukacs’ın yaptığı gibi bir filozof
da ideolog olabilir. Fakat filozofun ideolojisi, geçerli gerçeğin kıstaslarını
yerine getirmek zorundadır. Salt ideolog, dayanmış olduğu toplumsal kesimlerin
çıkarlarının basitçe özürcülüğünü yapandır). Elbette bir toplum ve devlet
kuramcısı olarak Hobbes’un o dönem yaşanan savaşlardan/iç savaşlardan
etkilenmediğini ileri sürmek büyük bir yanlış olur. Zira Hobbes, İngiltere’de
yaşanan iç savaştan dolayı kaçıp Fransa’ya sığınmak zorunda kalmıştır. Yani yaşanan
savaşlar/iç savaşlar Hobbes’un hayatını birebir etkilemiştir. Fakat Hobbes'un
toplum ve devlet kuramının niteliğini ve kendisine temel edinmiş olduğu
ilkeleri bunlara bakarak açıklamak, filozofun öğretisinin derinliğini
küçümsemek olur ve bu filozofun bir kuram ortaya koyarken ne yaptığını
anlamamak anlamına gelir.
4. Hobbes’un devlet kuramına
temel edinmiş olduğu ilkeler ve hareket etmiş olduğu temel düşünceler bugüne
kadar büyük tartışmalara neden oldu. Şimdi konuya dair açıklayıcı bir bakış
formüle etmeye çalışacağım.
4a. Hobbes’un toplum ve devlet
kuramına “bellum omnium contra omnes” ilkesini temel edinmesini, o dönemde yaşanan
uzun savaşlara ve/veya iç savaşlara istinaden açıklamak neden son derece
yüzeyseldir? Hobbes’un toplum ve devlet kuramının niteliğini ve temel edinmiş
olduğu ilkeleri söz konusu savaşlara gönderme yaparak açıklamak, neden filozofun
öğretisinin derinliğini görmemek ya da küçümsemek olur? Bu, filozofun bir kuram
ortaya koyarken ne yaptığını neden anlamamak anlamına gelir? Bunu belki de
Hegel’in bir gözlemiyle açıklamak yerinde olabilir. Hegel’e göre filozof,
çağını düşüncede kavrayan ve bunu bir kuram çerçevesinde bazı ilkelerden hareketle,
kategori ve kavramlara dayanarak sistematik olarak ortaya koyandır. Hobbes’un,
eserlerinde ve mektuplarında toplum ve devlet kuramında tam da bunu yapmaya
çalıştığına dair yeterince işaretler ve açıklamalar vardır.
4b. Hobbes’un, toplum ve
devlet kuramını insan doğasına dayandırmakla, tarih üstü bir insan
düşüncesinden hareketle tarih üstü bir toplum ve devlet anlayışı ortaya koymaya
çalıştığı ileri sürülür. Schmitt’in yukarıda işaret ettiğim yüzeysel açıklaması
gibi bu da en yaygın olan yüzeysel ve yanlış kanılardandır.
Hobbes, felsefi olarak Rönesans
insanının ve öğretisinin (Hümanizm) geleneğini sürdürür. Rönesans Hümanizmi,
dünyayı artık birtakım ilahi “varlıklara”, kuramlara, kavramlara ve kategorilere
başvurarak açıklamak istememektedir. Rönesans ile birlikte insan, gözünü yeniden doğaya ve kendisine döndürmüştür.
Rönesans ile birlikte insanın doğaya ve kendine geri dönmesi, bu bakımdan bir
yerde Aristoteles’e geri dönüştür denebilir (Rönesans filozoflarının hemen
hepsi Yeni Platoncu olsa bile). Hobbes’ta doğayı temsilen “cisim” (doğal ve
yapay cisim) ve “insan doğası” kavramlarının felsefi sisteminin merkezde
olmasının nedeni budur (ki toplum ve devlet kuramı tarihinde bu dünyevi
yaklaşımı başlatan Machiavelli’dir). Fakat bu geri dönüş elbette Aristoteles’in
açıkça ifade ettiği ve Platon’da daha çok gizli olan “doğuştan kölelik”
düşüncesinin “doğal eşitlik” ilkesinden hareketle radikal bir eleştirisini de
içerir –ki bu, tam da bu nedenle aynı zamanda antik çağın Aydınlanmacıları olan
Sofistlere de geri dönüştür).
C. B. Macpherson’un gösterdiği
gibi, Hobbes’un “bellum omnium contra omnes” ilkesini insanın doğasına
dayandırması, ancak onu tarihsel olarak kavradığımız zaman bir anlam ifade
etmektedir. Zira Hobbes, “bellum” (savaş)
kavramını bütün rekabet ilişkilerini kapsayacak şekilde tasarlamaktadır –ki
buna ilkesel olarak kimse karşı çıkmamıştır. Sadece bizzat sıcak savaş
durumunun olması değil, aynı zamanda potansiyel olarak savaş durumunun olması
da Hobbes’a göre savaş durumu kapsamına girer. Örneğin düzenli orduların
varlığı, birbirleriyle savaşmasalar bile, Hobbes açısından savaş durumunun
oluşmuş olduğu anlamına gelmektedir. Aynı şekilde piyasalarda hüküm süren
paraya pula, mala ve mülke dayalı bütün ilişkiler, güç ilişkileridir ve bu
ilişkiler, savaş ilişkilerinin birer biçimidir -ki savaş kavramın bu geniş
anlamı daha sonra belli başlı büyük filozoflar tarafından üstlenildi. Adam Smith,
piyasa ilişkilerini betimlerken Hobbes’un bu ilkesini temel alır. Kant, para
gücü ile savaş gücü arasında doğrudan bir ilişki bulunduğuna işaret eder. Karl
Marx, piyasa ilişkilerini (karşılıklı çıkar ilişkilerini) birer karşılıklı
yadsıma (birbirini dışlayan yabancılar) ilişkisi olarak betimlerken yine
Hobbes’un bu ifadesini temel almaktan geri durmaz.
5. O halde, Karl Marx’ın
işaret ettiği gibi modern filozofların toplum ve devlet kurmalarının merkezinde
iş gören “insan doğası” kavramı ile aynı zamanda burjuva toplumunda piyasada iş
gören ve her türlü araca başvurarak diğer insanları alt etmeye çalışan insan
tipi betimlenmektedir. Demek oluyor ki; “bellum omnium contra omnes” Hobbes
tarafından bütün para pul, mal mülk ilişkilerinin ifadesi olan rekabeti
betimlemek üzere geliştirilmiştir (Rekabet kavramı ile yarış kavramı birbirine
karıştırılmamalıdır. Beriki dayanışmayı içerir, öbürü dışlar).
6. Hobbes; 17. yüzyılın
ortalarında piyasa ilişkilerini ve artık iyice belirmeye başlayan burjuva
toplumunu toplumsal ve siyasi kurumlarıyla kuramlaştırmaya çalışırken, bu
topluma hükmedecek devleti, toplumun ortaya çıkardığı ve daha çıkaracağı güç
potansiyelini de dikkate aldığı için “leviathan” olarak betimledi. Ve burjuva
toplumunun yönetilebilir olması için leviathan’dan başka bir çıkış yolu
göremediğini ileri sürdü. 17. yüzyılda durum öyle gözüküyordu. Hobbes’tan sonra
gelen bütün toplum ve siyaset felsefesi tarihi, Hobbes’un burada ortaya attığı
soruya yanıt arayışı tarihidir.
6a. Locke, özellikle Hükümet Üzerine İkinci Deneme’sinde bu
arayışa yeni bir bakış getirmiştir. Locke’un Hobbes karşısında yeniliği, burjuva
devletinin leviathan özelliğini yadsımasından kaynaklanmaz. Tersine, Locke da burjuva
devletini, Hobbes gibi, yapılan toplum sözleşmesi (yasalar) çerçevesinde mutlak
güç olarak kabul eder. Hobbes’tan sonra gelen diğer bütün filozoflar da devleti
bir leviathan olarak kavramıştır. Zaten başka bir şey olması da mümkün
değildir. Locke, devletin temel işlevi konusunda yapmış olduğu açıklamalarla da
ilkesel olarak Hobbes’tan farklılaşmaz. Devletin ve yasaların temel işlevi,
özel mülkiyetin muhafaza edilmesidir –ki Locke yaşamın ve aile kurumunun
korunmasını, mülkiyet kurumunun korunmasıyla yakından ilişkilendirir. Öyle ki
yaşamın korunması, mülkiyetin korunmasıdır ve mülkiyetin korunması, yaşamın ve
ailenin korunmasıdır. Locke’un bu tartışmaya katkısı, ayrıntıya dair yapmış
oldu yığınla düzeltmeyi, iyileştirmeyi bir tarafa bırakacak olursak, getirmiş
olduğu iki yeni bakış açısı ile ilgilidir. Bir; bütün bireyler birbirleriyle
yaptıkları toplum sözleşmesi ile idareci bir kurum (leviathan) oluşturup, toplumu kurmakla birlikte, aralarında çatışma
olasılığını da içeren iki farklı güç odağı oluşturmuş oluyorlar. Locke’un tartışmaya
getirmiş olduğu ikinci yenilik, bu duruma nasıl hâkim olunabileceğine dair
düşünülmüş bir öneri ile ilgilidir. İki; bir güç yığını ve yoğunlaşması olan leviathan’ın
toplum karşısında gücünün kontrol edebilmesi için, bazı yetkileri (yasama,
yürütme ve yargı) biçimsel olarak anayasa (sözleşme) çerçevesinde işbölümü
ilkesine dayalı olarak dağıtmak gerekmektedir. Bu siyaset felsefesi açısından
büyük bir ilerlemedir.
6b. Bu geleneğe Montesquieu’nün
asıl katkısı, Locke’u takiben “güçler ayrımını” tanımlamış, kavramlaştırmış ve
gerekçelendirmiş olması değildir aslında. Onun özgün katkısı, Locke’un
empirizmini, hak ettiği gibi, Locke’tan daha çok ciddiye alıp, toplum ve devlet
tarihine uyarlamış olmasındadır. Montesquieu bu bakımdan Yasaların Ruhu’nda bir yerde Machiavelli’ye geri dönerek toplumu
doğada, kendine has toplumsal kurumları da olan, doğal bir varlık olarak
betimler (Aristoteles’in etkisini hissetmemek mümkün değildir). Böylelikle o, siyaset
felsefesi tarihinde toplum sözleşmeleri dönemini sonlanmıştır. Bundan böyle
toplum ve devlet felsefesi ancak gerçekçi ilkeler üzerinde kurulabilir. Bunu en
çok hisseden toplum sözleşmecisi Rousseau’dur –ki modern filozoflar arasında Rousseau,
İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kökeni ve
Temelleri Denemesi’nde toplum tarihini aynı zamanda bir doğa tarihi olarak
anlatmayı ilk deneyenlerdendir.
7. Durum 19. yüzyılda artık
iyice farklılaşmıştır. Burjuva toplumunun temel aktörleri bütün temel
özellikleriyle tarih sahnesine çıkmıştır. Sınıf ilişkileri ve temel çıkar çatışmalarının
eğilimi iyice belirginleşmiştir. Bir tarafta iktidardaki güçler diğer tarafta ezilen
ve sömürülen sınıflar kendilerini iyice belli etmiştir. Bu durumda Hobbes’un
sunduğu leviathan perspektifi üzerine yeniden düşünülmesi gerekiyordu. Ve düşünüldü
de. Bu düşünüm Hegel’den sonra, onun Hukuk
Felsefesi’nden ve Mantık Bilimi’nden hareketle vukuu buluyordu. Hegel’den sonra Hegel ile düşünmek demek, her şeyi oluşumu,
varoluşu ve yokoluşu (oluşmuş-olan-yokolan-oluşan) içinde düşünmek demektir. Hobbes, leviathan’ı perspektif olarak sunsa
da, bu öneriyi, yaşamın korunması ve toplumsal barışın sağlanması için
yapmıştır. Böylelikle o, toplumsal yaşamın önkoşulunu ve anlamını da tanımlamıştır.
Toplumsal yaşamın önkoşulu, toplumsal barışın tesis edilmesidir. Bunun nasıl
yapılabileceği konusunda özgürlükçü siyaset felsefesi bugün Hobbes'tan çok farklı
düşünmeye başlamıştır. Toplumsal ortak yaşamın anlamı ise, kavramın geniş
anlamında yaşamı korumak ve mümkün kılmaktır. 19. yüzyılda Hobbes’un analizi ve
sunduğu leviathan perspektifi üzerine en başta yeniden düşünenler, Karl Marx ve
Friedrich Nietzsche’dir.
7a. Nietzsche (bu arada
özgürlük kuramcısı ve kahramanı olarak kutlanan sömürgeciliği onaylamış John
Stuart Mill de) doğrudan demokrasiye yani halk demokrasisine karşıdır. Ona göre
halk, aristokratlar tarafından ancak yönetilmek yani güdülmek için vardır.
Yönetmek için değil. Bu nedenle doğrudan demokrasiyi kurmayı amaçlayan Paris Kömünü, Nietzsche için korkulu bir
rüyadır. Nietzsche halka karşı düşünsel saldırısını 1848’den sonra adım adım
hazırladı ve radikalleştirdi. Aynı dönemde halk demokrasisine (popular democracy) karşı, Mill, Yararcılık ve Temsili Demokrasi yazılarını kaleme alır. Mill’in, halkı düzene
bağlayabilmek için, biriken zenginlikten (özellekle sömürgelerden elde edilen
mülkten) ona pay verilmesini önerir. Nietzsche
daha çok muhafazakârdır. Ona göre “baldırı çıplakların” ve “çapulcuların”
iktidara yükselişinin engellenmesi için tek seçenek vardır: leviathan. Bundan
böyle leviathan’ın anlamı tamamıyla değişmiştir. Heidegger’in özgürlük ve
kurtuluş perspektifi sunduğu ileri sürülen (Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’ne karşı kaleme
alınmış) Varlık ve Zaman’ında saklı
olan devlet düşüncesi de ilkesel olarak bu Nietzscheci anlamda leviathan’dır ve
yukarıdan aşağıya hâkim sınıflar adına topluma karşı sürekli savaş ilkesi
üzerine kuruludur.
7b. Hem leviathan’ın
diktatörlük olarak betimlenmesi hem de perspektifsel olarak yaşamın korunması
ve toplumsal barışın sağlanması konusunda Marx, Hobbes ile aynı düşünür.
Aralarındaki ayrım kendisini, toplumsal barışın nasıl sağlanacağı konusunda
belli eder. Marx, Hobbes’tan farklı olarak, kurum olarak leviathan’ın, sınıfsal
çıkar çatışmalarının yaşandığı sınıflı toplumlarda ancak sınıf diktatörlüğünü
temsil edebileceğinden hareket eder. Marx bu konuda ilkesel olarak Nietzsche
ile aynı fikirdedir. Aralarındaki ilkesel ayrım, bu diktatörlük karşısında
takınılan tavırdan kaynaklanır ki, bu onları perspektifsel olarak da birbirine
zıt, birbirine düşman duruşlara götürür. Nietzsche, Hobbes’un betimlediği ve
içinden çıkmak istediği sürekli savaş durumunu, sınıf savaşları olarak
ebedileştirmek ister. Bu nedenle hâkim sınıfın yanında yer alır. Nietzsche’nin
değişim kuramı, ‘her şeyin olduğu gibi kalması için her şeyin değiştirilmesi’
ilkesine dayanır: muhafaza etmek için değiştirmek. Buna karşın Marx, Hobbes’un
betimlediği ve içinden çıkmak istediği sürekli savaşın kökünün kazınması ve
böylelikle son bulması için, sınıf ilişkilerinin ve çatışmalarının da temelini
oluşturan ve karşılıklı yadsıma ilkesine dayanan piyasa ilişkilerinin yerine
dayanışma ilkesine dayalı toplum ilişkilerinin kurulabilmesinin önkoşulları
üzerine yeniden düşünür. Marx’ın amacı, sürekli savaşın yerine sürekli barışın (ebedi barışın) tesis edilmesi için
gerekli kuramsal perspektifin sunulabilmesidir. Bu nedenle Grundrisse’de “karşılıklı yadsıma” (gegenseitige Negation) başlığı altında işlediği bu konu, Das Kapital’in meta analizi ve
eleştirisinin yapıldığı birinci bölümün konusudur. Yani konu, sermaye analizinde
ve eleştirisinde en başa alınmıştır. Burada Marx, kendisini Kant da dâhil klasik
felsefenin devamcısı olarak belli eder. Zira sosyalizm, akıl ve ahlak ilkesi
üzerine kurulması gereken bir toplum olarak sunulur. Nietzsche, bu geleneğin
yıkıcılığına soyunmuştur. Marx’ın sınıf kuramı ve iktidar perspektifi bu
bağlamda ve bu açıdan bakılabildiği oranda bir anlam ifade edebilir. Marx ve
Engels’in Alman İdeolojisi’nde
iktidar perspektifini özgürlük perspektifiyle birleştirmiş olması bir rastlantı
değildir.
Sonuç olarak; 20. yüzyıl
toplum ve siyaset felsefesi Marx ve Nietzsche arasında karar verme yüzyılıydı. İster
akademiye dâhil olsun ister akademinin dışında vukuu bulsun; bütün 20. yüzyıl
felsefesi bu iki zıt duruş arasında gidip gelme tarihidir: mevcut olan, bütün
araçlara başvurup muhafaza mı edilecek yoksa iyi temellendirilmiş bir gerçek ve
gerçeklik teorisinden hareketle köklü olarak dönüştürülecek mi? Bu ikilemi en
çok hissedenler, aslında bu çatışmanın dışında olduğunu ileri sürenlerdir.
Michel Foucault, felsefe tarihini, Hegel’den sonra Nietzsche ile devam ettirir.
Frankfurt Okulu, neredeyse ta başından beri, özellikle Nietzsche’nin etkisinde,
misyonunu Marksizmi “eleştirel teori”ye dönüştürmekte görmüştür. Bunu Habermas “evcilleştirme”
olarak tanımlıyordu. Hannah Arendt, muhafazakâr bir Aristoteles yorumu üzerinden
ve Heidegger aracılığıyla edindiği Nietzsche ile devam ettirirken modern felsefe
tarihini; Lenin, Rosa Luxemburg ve Antonio Gramsci, Hegel’den sonra felsefe
tarihini Marx ile devam ettirir.
21. yüzyılda da durum çok
farklı değildir. Bu büyük yarılma bugün de devam etmektedir. Çağımızda da toplum
ve siyaset felsefesi, topluma kalıcı bir barış perspektifi mi yoksa sürekli
savaş perspektifi mi sunmak istediğine, yani Marx ile Nietzsche arasında kimi
(ve neyi) tercih ettiğine karar vererek başlamak zorundadır işe. Savaş mı?,
barış mı? Fakat verilecek karar, bugün artık insanlığın geleceği hakkında gerçekten
“to be or not to be?” (olmak mı yoksa olmamak
mı?) kararı olacaktır.