Adam
Smith’in Siyaset Felsefesine Dair Bir Kuramsal Çerçeve[1]
Doğan
Göçmen & Gazenfer Kaya
…burada daha önce hiç
kimsenin hiçbir zaman
dokunmadığı bir konuyu
ele alıyormuş gibi yazmalıyım.
R. Descartes
PDF için tıklayınız...Bu yazının amacı, Adam Smith’in siyaset
felsefesinin kuramsal çerçevesini ana hatlarıyla ortaya koymaktır. Böylelikle
özel olarak Aydınlanmacılık üzerine ve genel olarak da 18. yüzyıl düşünce
tarihine ilişkin yapılan araştırmalara ve tartışmalara katkıda bulunmayı amaç
ediniyoruz. Çalışma aynı zamanda ülkemizde kökleri çok eskilere de dayansa çok
fazla yol kat edilemeyen İskoç Aydınlanmacılığına dair araştırmaya bir katkı
olarak da okunabilir.
I.
Giriş
Adam Smith’in siyaset felsefesini ortaya koyma
çabası, baştan iki büyük sorunla karşı karşıyadır. Bunlardan biri, Smith’in
sistematiğine içsel; diğeri dışsaldır. İlk sorun, Smith’in tasarlamış olduğu
sistemin, kelimenin dar anlamında tam da siyaset felsefesi olarak tanımlanabilecek
bölümünün Smith’in kendi elinden bize ulaşmamış olmasıdır. Smith, bizzat
kendisinin yayımladığı iki büyük başyapıt bıraktı geride.[2] Bunlar, Ahlaksal Duygular Kuramı ve genel olarak
“Ulusların Zenginliği” kısa adı ile anılan Ulusların
Zenginliğinin Doğası ve Nedenlerine Dair Bir Araştırma’dır. Bu eserlerin
ilki daha çok ahlak felsefesine ve ikincisi ise ekonomi politiğe dairdir. Bu
bakımdan kelimenin bugünkü yaygın dar anlamında doğrudan siyaset felsefesine
dair eserler değildirler. Ancak her iki eser de (belli bir kuramsal felsefi
duruşu temel edinseler de) daha çok pratik felsefeyle ilişkilidir. Bu açıdan her
iki eser de siyaset felsefesiyle en azından alan bakımından (pratik felsefe
alanına dair olmaları bakımından) doğrudan ilişkilidirler. Fakat düşünürün bu eserleri
başka bir anlamda daha siyaset felsefesiyle ilişkilidirler. Ahlaksal Duygular Kuramı ahlaklılığı
teorik olarak kurmayı amaçlamasının yanında salt biçimsel olan karşılıklı tanı(n)ma
ilişkilerinin kaçınılmaz olarak iktidar ilişkileri olduğunu ve Ulusların Zenginliği kapitalist toplumun
ekonomik temel ilişkiler bakımından ne anlama geldiğini sergilemenin yanında ekonomik
ilişkilerin aynı zamanda yoğunlaşmış siyasi ilişkiler olduğunu göstermeyi
amaçlamaktadır. Bu bakımdan her iki eser de kelimenin geniş anlamında siyaset
felsefesine dâhil edilebilir.
Smith, İskoç Aydınlanmacılığı’nın[3] en önemli isimlerindendir.
İskoç felsefesi tarihçisi George Davie’nin işaret ettiği gibi, İskoç
Aydınlanmacıları, Smith’in “ticaret toplumu çağı” olarak adlandırdığı
kapitalist toplum çağında insanlık halini bütün boyutlarıyla düşüncede kavramak
ve bunun bütünlüklü sistematik bir temsilini sunmak istemektedirler.[4] Smith de, ilk felsefi
eseri olan Ahlaksal Duygular Kuramı’nı
yayımladığında pratik felsefi açıdan böyle bir amacının olduğunu duyuruyordu.
Eserinin son paragrafında şöyle diyordu:
“Gelecek denememde yasanın ve devletin (hükümetin)[5] genel ilkelerinin ve
bunların toplumun değişik çağlarında ve dönemlerinde tabi kaldıkları
devrimlerin açıklamasını sunacağım, sadece adalet bağlamında değil, aynı
zamanda siyaset, gelir ve ordu bağlamında da ve yasanın konusu başka her ne
ise.”[6]
Smith, 1790 yılında 31 yıl önce yapmış olduğu
bu açıklamaya yeniden döner ve Ulusların
Zenginliği’ni yayımlamakla bu amacının ancak bir kısmını, en azından
“siyaset[7], gelir ve ordu” ile ilgili
olan bölümünü gerçekleştirebildiğini açıklar. Peki, geriye ne kalmıştır? Yanıt
açıktır: hukuk tarihi ve kuramı ya da felsefesi (“theory of jurisprudence”).[8] Burada konumuz bakımından jurisprudence kavramı, kilit bir öneme
sahiptir. Smith, jurisprudence
kavramını, “sivil hükümetleri yönlendirmesi gereken kurallar teorisi”[9] olarak tanımlar. Yukarıda
aktardığımız Ahlaksal Duygular Kuramı’nın
son baskısına eklemiş olduğu “duyuru”da projesini gerçekleştirmek için uzun
zamandan beri çalıştığını; fakat ilerleyen yaşının bu “büyük eseri” bitirmesine
müsaade etmeyeceğini bilse de; amacından henüz tam olarak vazgeçmediğini
bildirir. Fakat Smith’in üzerinde çalışmış olduğu bu “büyük eser” ne yazık ki
hiçbir zaman gün ışığına çıkmadı. Bu nedenle elimizde Smith’in kelimenin dar
anlamında siyaset felsefesi olarak tanımlayabileceğimiz bir eseri yoktur.
İkinci sorun, Smith’in
eserinin alımlama tarihi ile ilgilidir. Smith geride siyaset felsefesine dair
bütünlüklü bir eser yayımlamamış olmasına karşın ilginçtir ki sıkça hem
birbirine tamamıyla zıt görüşlere sahip olan düşünürlere, hem de siyasetçilere
ve devlet yetkililerine ilham kaynağı olageldi. Büyük Fransız Devrimi’nin
önderleri ve devrimden sonra Napoleon gibi büyük siyaset adamları Smith’in
düşüncelerini en önemli ilham kaynaklarından biri saydı. Diğer bir deyişle,
Smith, 18. yüzyılın en büyük siyasi olaylarından birisine entelektüel olarak
damgasını vuran düşünürlerden biridir.[10] On dokuzuncu yüzyılda
Smith artık en güçlü iki hükümdardan birisi olarak algılanmaktaydı. Yani bir
yerde Smith artık dünya siyasetine damgasını vurmuştu. Öyle ki genç iktisatçı
Alexander von der Marwitz, karşıt olarak Smith’i son derece ciddiye aldığını
ifade eder ve onu, “…Napoleon’un yanında Avrupa’nın en güçlü hükümdarı” olarak
tanımlar. Marwitz’in bu sözlerini aktaran Friedrich List (ki List, 19. yüzyılda
Smith’in en büyük karşıtlarındandır), Marwitz’i teyit etmek için “kelimesi
kelimesine gerçektir” belirlemesini ekler.[11] Rosa Luxemburg, 20.
yüzyılın başında Marwitz’in gözlemine herhangi bir sınırlamaya gerek duymadan atıfta
bulunup[12], Smith’i “büyük usta”
olarak tanımlamaktan geri durmaz. Bu belirlemeler, Smith’in en azından 20. yüzyılın
başlarına kadar dünya siyasetini derinden etkileyen bir düşünür olduğunu göstermektedir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da Smith’e atfedilen ve ondan esinlendiği
ileri sürülen bugün artık neredeyse bütün dünyaya hâkim neoliberal siyaseti
dikkate alacak olursak; Smith’in bugün artık 200 yüz yılı aşkın bir zamandan
beri dünya siyasetini belirleyen dünyanın “en güçlü hükümdarı” olduğunu çekinmeden
ileri sürebiliriz.[13] Smith’in entelektüel
dünya üzerindeki etkisi de bir hayli derindir. Eserleri yayınlandıktan hemen sonra
(Fransa[14] ve Almanya’da[15] karşılaşmış olduğu bazı
sansür uygulamalarına rağmen) diğer birçok Avrupa diline çevrilmiştir.
İmmanuel Kant’ın erken
döneminde ahlak felsefesi üzerine denemelerinde Smith’in Ahlaksal Duygular Kuramı’nın olumlu etkisini görmemek mümkün değildir.
Eleştirel döneminde, aşkın felsefi ilkeden hareketle kurguladığı deontolojik görev
etiğini temellendirmeye yöneldiğinde Kant’ın Smith’i bu defa olumsuz anlamda ölçü
aldığını görürüz.[16] Hegel’in felsefi
gelişiminde, Lukács’in gösterdiği gibi, Smith’in eserlerini okumuş olması
düşünür açısından bir “dönüm noktası” oluşturmaktadır.[17] Smith’in sunmuş olduğu
eleştirel kapitalizm çözümlemesi ve sempati ilkesine dayalı geliştirmiş olduğu
ahlaklı toplum kuramı, Saint-Simon ve Robert Owen gibi birçok Fransız ve
İngiliz “ütopik” sosyalistleri için, toplum projelerini tasarlarlarken çıkış
noktası olmuştur. Örneğin Saint-Simon, Smith’i “ölümsüz” olarak tanımlamıştır.[18]
Karl Marx’ın ekonomi politiğin
eleştirisi, onun sadece yıkımı değildir. Literatürde sıkça iddia edildiği gibi
Marx, Smith’i kapitalizmi savunduğu için sadece eleştirmemiştir. Aynı zamanda
Marx, klasik ekonomi politikçilerden bahsederken onların kaygılarını “bilimsel”
olarak tanımlamıştır.[19] Klasik Alman felsefesi
geleneğinden gelen Marx için eleştiri, hem olumsuzlamayı hem de olumlamayı
içermektedir. Örneğin Hegel, felsefi gelişiminde yaşamış olduğu dönümü,
özellikle Smith’in emek kavramına ve işbölümünden kaynaklanan yabancılaşmaya dair
çözümlemesine borçluyken; Marx, Hegel’in idealist diyalektik felsefesini
materyalist temelde yeniden kurmaya giriştiğinde yine Smith’in emek kavramına
başvurur – ki bu Smith’in emek kavramının da eleştirisini (yukarıdaki iki
anlamında da) içerir.[20] Kendi dönemimize
yaklaştıkça Smith’ten esinlenen ya da esinlendiğini ileri süren isimlerin
niteliğinde köklü bir değişim görüyoruz. 20. yüzyılın ikinci yarısında Ronald
Regan ve Margaret Thacher gibi siyasetçilere, Augusto Pinochet gibi cuntacılara
danışmanlık yapmış Milton Friedman ve Friedrich Hayek gibi yazarlar Adam
Smith’in asıl mirasının kendilerince sahiplenildiğini ileri sürmektedir.
Şimdi, burada Smith’in
doğrudan etkilediği siyaset ve düşünce tarihinin son derece çelişkili
görünümüne bakıp, ortaya şöyle bir soru atılabilir: felsefi duruş bakımından
örneğin Hegel ile Hayek’in, Friedman ile Marx’ın; siyasi duruş açısından, herhangi
bir Jakobeni veya Fransız Devrimi’nin daha çok sağ kanadını temsil eden 1789
“İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi”nin yazarı Marquis de Lafayette’i, ya da
en iyisi, Smith’in düşüncelerini uygulamaya koyduğunu açıkça beyan eden Napoleon Bonaparte’ı alalım; bunların
Regan ve Thacher ile ne ilgisi olabilir? İşte, Smith’in siyaset felsefesi
üzerine yazmak demek, bu çelişkili tabloyu açıklamak ve ona anlam kazandırmak
demektir. Bu da ancak her şeyden önce, birinci soruna dair temel bir çözüm
üretmekle mümkün gibi görünüyor. Zira birinci sorunun çözümü, ikinci sorunun çözümüne
dair temel bir bakışı içinde barındırıyor. Fakat her iki sorunun çözümüne dair
inandırıcı birtakım argümanlar geliştirebilmek için, önce Smith’in siyaset
felsefesinin kuramsal temellerine dair bazı temel açıklamalar yapmak gerekmektedir.
Bu bize yukarıda tanımlamış olduğum iki sorunun çözümüne dair teorik önemli bir
perspektif sunacaktır.
II.
Adam
Smith’in Siyaset Felsefesinin Kuramsal Temelleri
Adam Smith, İskoç Aydınlanmacılığı’nın önde
gelen en önemli isimlerindendir. İskoç Aydınlanmacılığı’nın, Smith’in eserlerine
de temel oluşturan ayırt edici bazı temel özellikleri vardır. Avrupa
felsefesinde rasyonalizm ile empirizm arasındaki yarılma karşısında İskoç
Aydınlanmacıları ilkesel olarak sentezci
bir yaklaşım sergiler. George Davie bazı başka özelliklerinin yanında söz
konusu sentezci yaklaşımın, İskoç Aydınlanmacılığı’na “belirgin bireysel” hatta
“istisnai” bir özellik kazandırdığını düşünmektedir ki, kanımca bu söylem, her
şeyden önce Smith’in felsefi duruşu için geçerlidir.[21] Davie’nin gösterdiği gibi
Hume’a göre de, Avrupa Aydınlanmacı felsefesinde geçerli olan bir karşıtlık;
birbiriyle uyuşmayan, hatta birbiriyle çelişen bir “Kartezyen entelekt” ve
“Anglo-Sakson pragmatizm”i vardır. Hume, bu yarılmanın düalist bir “dengeleyici
davranış” sonucu aşılacağını düşünmüştür.[22] Fakat Smith, Hume’un
düalist yaklaşımından farklı olarak, sentezci yaklaşımının doğal sonucu olarak,
diyalektik bir bütünlük arayışı
içindedir.[23]
Smith’in sentezci duruşu nasıl
işlettiğini, teorik ve pratik felsefenin kesiştiği noktada, yani bizzat
Smith’in felsefe kavramında görmek/göstermek mümkündür. Smith’e göre felsefe,
“doğayı ilişkilendirici ilkenin bilimidir” (“science of the connecting principles of nature”[24]). “Felsefe, bütün bu
kopuk nesneleri ilişkilendiren görünmez halkaları göstermekle karşıt ve uyumsuz
görünümlerin karmaşasını düzenlemektedir…”[25] Smith bu belirlemesiyle,
bir taraftan, Hume’un şeyler arasındaki özsel ilişkiyi reddeden atomist doğa
görüşüne karşı; diğer taraftan doğada gözlenen karmaşa karşısında doğaya ancak
teolojik kavramlara atıfta bulunarak, yani mitosçu “açıklama” biçimlerine geri
dönerek bir anlam verilebileceğini ileri süren Berkeley’e karşı doğaya bu
anlamı ancak insanın felsefe aracıyla, diğer bir deyişle logos çerçevesinde
kalarak verebileceğini ileri sürüyor. Görüldüğü gibi Smith, sentezci yaklaşımı
sadece kuramsal/yöntemsel bir sorun olarak ele almamaktadır. O’na göre felsefe
aynı zamanda sentezin; doğada, toplumda ve düşüncede nasıl işlediğini göstermek
ve böylelikle bize doğaya, topluma ve düşünceye dair bütünlüklü bir bakışa
nasıl ulaşabileceğimize işaret etmek zorundadır.
Smith’in burada betimlemeye
çalıştığı yöntemsel yaklaşıma başka bir açıdan “ilişkisel yaklaşım” da
denebilir ki, her diyalektik yaklaşım, şu veya bu şekilde zorunlu olarak ilişkisel
bir yaklaşım olmak zorundadır. İlişkisel yaklaşım, genellikle (fakat
yanlışlıkla) Smith’e atfedilen fakat daha çok Descartes ve Hobbes gibi
düşünürlerde aranması gereken yöntemsel bireycilik/solipsist ve düalist
yaklaşımın tam karşıtı bir yöntemsel yaklaşımdır. Smith bu yöntemi, felsefede
Kant’tan buyana antinomiler olarak da bilinen ve (ister epistemolojik yanlış bir
duruştan kaynaklansın, isterse varoluş sebebi gerçekten sosyo-tarihsel-ontolojik
temelli olsun) düalist sorunların ve durumların aşılması için bazı düşünsel ve
pratik araçlarıyla birlikte geliştirmeye çalışarak araştırmalarında ve yayımlamış
olduğu yapıtlarında uygulamıştır.
İskoç
Aydınlanmacılarının sentezci yaklaşımı 18. yüzyıl için gerçekten “istisnai”dir
ve bu “ayırıcı nitelik”[26], “18. yüzyılın
sınırlarını aşan” bir “uzak-görüşlülük”[27] kazandırmıştır onlara. Bu
uzak görüşlülük, onların, sentezi, örneğin Klasik Alman felsefesinde olduğunun
tersine, “gerçekçi” temelde denemiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Davie’ye
göre, Kalvinist İskoçya üzerinde Aydınlanmacılığın bütün entelektüel programı,
ancak gerçekçi temelde yeniden tasarlandığı takdirde etki edebilirdi. Hume’un,
ama özellikle Francis Hutcheson’un eserlerinde denediği, Aydınlanmacılığın
entelektüel programının İskoçya’ya gerçekçi temelde aktarılmasıdır. Bu
gerçekçilik Smith’e ulaştığında artık tarihçi zihniyetine bezenmiş bir
gerçekçiliğe, Davie’nin deyimiyle “tarihsel-zihniyetli gerçekçilik”e[28] ya da Donald Winch’in
tabiriyle “tarihsel gerçekçilik”e[29] dönüşmüştür. George
Davie’nin işaret etmiş olduğu ve Smith’in de eserlerine sinmiş olan
“uzak-görüşlülük”, onu 19. yüzyılda (Milton Friedman ve Friedrich Hayek gibi neoliberal
yazarların ısrarla göz ardı ettiği) “yabancılaşma kuramı” bakımından çekici
kılacaktır ve günümüz için de hala önemli kılmaktadır.[30] Yazının sonunda bunun
toplum ve devlet ilişkisi bakımından ne anlama geldiğini göreceğiz.
III.
Toplum Sözleşmesi, Toplum ve Devlet
Smith, uzun yıllar üzerinde
çalıştığı ve “theory of jurisprudence”i konu edinen, dolayısıyla kelimenin dar anlamında
siyaset felsefesine dâhil edebileceğimiz eseri bitirememiş olsa da; elimizde
1762/63 ve 1766’da Glasgow Üniversitesi’nde vermiş olduğu hukuk felsefesi (Lectures on Jurisprudence) derslerinde
öğrencilerin Smith’in sözlerini neredeyse kelimesi kelimesine kaydetmiş olduğu
ders notları bulunmaktadır.[31] Bu notlardan hareketle, onun
genel sistematiğini de dikkate alan bazı düşünceler ileri sürülebilir.
İskoç
Aydınlanmacılığı’nda yüz yıllık entelektüel çaba sonucu ortaya konan tarihsel
gerçekçilik, insanlığa, kökenini, tarihini ve içinde bulunduğu tarihsel durumu
anlamak ve açıklamak için yepyeni bir perspektif sunmuştur. Aydınlanmacı çağ
insanlığın yeniden kuruluş çağıdır. Bu nedenle Aydınlanmacılık, insanlık
tarihinde zamanla oluşmuş ne var ise, her şeyin varolma gerekçesini aklın
mahkemesi önünde acımasızca sorgulamak istemektedir. Bunun yapılabilmesi için
görünümlerin kökenine inilmesi ve ontolojik temellerinin sorgulanması, tarihsel
gelişiminin ortaya konması ve gelecekte sergileyeceği mümkün gelişim eğrilerine
dair bazı esnek çıkarımlarda bulunulması gerekmektedir. Smith, siyaset, toplum
ve siyaset felsefesi çerçevesinde toplumun ve devletin kökenini sorgularken bu
programa ne kadar sadık olduğunu sergiler.
IV.
Sözleşme kuramı, Toplumun Kökeni ve Temelleri
İskoç Aydınlanmacıları’nın
öncelikli kaygısı pratik felsefedir ve temel soruları –ki bu, Hume’un gündeme
taşıdığı bir sorudur-, toplumun kökenini ve temellerini açıklamaktır. 18.
yüzyılda bu konuda en yaygın kuram, Thomas Hobbes’tan sonra yaygınlaşan (fakat
kökleri ta Tevrat’a ve belki de çok daha eskilere kadar izlenebilir) toplum
sözleşmesi kuramıdır. Toplum sözleşmesi kuramının modern biçimi toplumun ve
devletin kökeninin teolojik açıklamasını bir tarafa iter. Bu bakımdan teolojik
temelli eski sözleşme kuramlarından iki önemli konuda tamamen farklılaşır. Birincisi; modern sözleşmeci kuramın temel
hareket noktası, mitoloji ve/veya teoloji çerçevesinde türetilen birtakım fantezi
ürünü özne(ler) değildir. Sözleşme kuramında bunların yerini insan almaktadır.
Fakat bunlar birbirinden tamamıyla kopuk, atomize olmuş bireylerdir. Sözleşme
kuramına göre, bu bireyler, içinde bulundukları “doğal durumu” terk edip,
herkesin güvenlik içinde yaşayabileceği bir toplum kurmak için bir araya gelir
ve bir sözleşme imzalar. Bu süreç, mantıksal olarak neredeyse otomatik olarak aynı
zamanda devletin de kurulmasına ve siyasi iktidarın otoritesinin temellendirilmesine
götürür. İkincisi; ikinci konu
birinci konuyla doğrudan ilişkilidir ve siyasi iktidarın otoritesinin meşruiyetinin
kaynağına ve temellendirilmesine dairdir. Teolojik temelli sözleşme
kuramlarında siyasi iktidarın otoritesinin meşruiyetinin kaynağı ve temeli
tanrıdır. Buna karşın modern sözleşme kuramları doğrudan sözleşmeyi
imzalayanları ve imzalama eylemini siyasi iktidarın otoritesinin meşruiyetinin
kaynağı ve temeli olarak görür.
Toplumun
ve devletin kökenini fantezi ürünü olan birtakım sözleşme kuramları yerine
tarihsel verilerden hareketle bilimsel olarak açıklamaya soyunan İskoç
Aydınlanmacıları’nın saldırısı, bütün ön kabulleriyle birlikte sözleşme
kuramınadır. Fakat bu saldırı toplumun ve devletin kökenine dair birtakım
teolojik açıklamalara geri dönmeyi amaçlamaz. Smith’e göre, ister salt
mantıksal olarak tasarlansın, ister tarihsel gerçek bir olgu olarak düşünülsün,
sözleşme kuramı, tolumun kökenini ve temellerini bilimsel olarak açıklamaya
hiçbir şekilde aday değildir. Toplumun kökenini ve temellerini bilimsel olarak
açıklamak için tarihe başvurmak kaçınılmazdır. Daha doğrusu toplumun “doğal
tarihi”ne; zira toplum, sosyolojik bir olgu olmanın yanında, doğal bir olgudur
da. Toplumu, aynı zamanda doğal bir olgu olarak tanımlamak, doğayı toplumun
kökeni olarak tanımlamak demektir.[32]
Elinde
evrim teorisi olmayan bir 18. yüzyıl bilimcisi/filozofu, toplumun kökeni olarak
doğaya atfı nasıl yapabilir? Bunu Lectures
on Jurisprudence’ten bir örnek ile açıklamak en doğrusu olacaktır sanırım.
Smith, insanın hayvandan farkını vurgulamak için sadece insana has olduğunu
düşündüğü bazı özelliklere işaret eder. Bunların kökenini açıklamak için ise doğaya
gönderimde bulunur. Şöyle diyor Smith: “İnsan, doğanın cömertliği tarafından
akıl ve zekâ, sanat, icat etme yeteneği ve iyileştirme yetisi ile
donatılmıştır.”[33]
Toplumun kökenini ve temellerini bu şekilde açıklamaya çalışmak, (en azından
Smith açısından) “atomize bireyler” düşüncesinin yerine “toplumsal bireyler”
düşüncesini koymak demektir. Adam Ferguson’un Montesquieu’den aktardığı, “insan
toplum içinde doğar ve orada kalır”[34] düşüncesi, Smith’in de
temel aldığı bir düşüncedir. Peki, toplum nedir? Smith’e göre toplum, Hegel’in öncelikli
olarak Smith’ten etkilenerek geliştirdiği bir kavram ile tanımlayacak olursak,
bir “gereksinimler sistemi”dir.[35]
Eğer
toplumun temeli diye bir şeyden bahsedilecek ise, bu ancak gereksinimlerin giderilmesi
için ortak yaşam olabilir. Teker teker üyelerinin ve genelin gereksinimlerini
gideremeyen bir toplum, uzun süre huzur ve barış içinde bir arada yaşayamaz. Bu
nedenle Smith’e göre, yasalar ve hükümet de dâhil olmak üzere her şey,
sanatlar, bilimler bilgelik, hatta erdem bile öncelikli olarak insanın yemek-içmek,
örtünmek ve ev gibi başta bu “insanlığın üç büyük (doğal) gereksinimini”,
giderek (üretkenlik arttıkça) diğer toplumsal, entelektüel ve estetik
gereksinimlerini gidermeye hizmet etmek zorundadır.[36]
Smith’e
göre, “diğer hayvanlar” ile karşılaştırıldığında (yukarıdaki alıntıdan da
görüleceği gibi) insanı farklı kılan önemli bir özellik göze çarpmaktadır.
Diğer hayvanlar, gereksinimlerini gidermek için doğanın onlara kendiliğinden sunmuş
olduğu her şeyi olduğu gibi tüketirken; insan, hemen her şeyi işlemek
zorundadır, hatta ona sürekli yeni bir biçim vermek; onu, yeni estetik
incelikler de katarak, hep “iyileştirmek” istemektedir. Öyle ki, insanın
elinden teneffüs ettiğimiz hava bile kurtulamamaktadır. İnsan, doğanın
etrafında oluşturmuş olduğu atmosferi olduğu gibi kullanmak yerine, kendine
vücudunu örtecek eşyalar yaparak etrafında kendine has “yeni bir atmosfer”
yaratmaktadır; ev yaparak bu atmosferi giderek genişletmektedir; bütün doğayı
sürekli insanlaştırarak, doğada kendisine kurmuş olduğu “evi” sürekli
büyütmektedir.[37]
İnsanın, doğayı kendi gereksinimlerine göre dönüştürebilmesi, dolayısıyla
“yaşamın rahatlıklarına” sahip olabilmesi için, “ortak emek” (“joint labour”) harcayıp
üretmesi gerekmektedir.[38] Fakat insan, tarihin
farklı aşamalarında farklı toplumsal ve mülkiyet ilişkilerine dayalı olarak
farklı araçlarla ve yöntemlerle üretmiştir. İşte bu üretken etkinlik, insanı,
toplumsal gereksinimleri merkezȋ olarak nasıl idare
edeceği sorunuyla karşı karşıya getirmiştir ve toplumlar bu gereksinimlerine
yanıt ararken başta kimsenin bilinçli olarak hedef edinmediği bir canavar
yaratmıştır.
Platon’un
Politeia (“Devlet”) diyalogundan beri
siyaset felsefesini bilinçli olarak uğraştıran en büyük soru, bu canavar
karşısında ne yapılacağı sorusudur. Bu soruya yanıt arayışı, devleti her
bakımdan mutlaklaştıran, hatta bazen devlet üzerindeki parlamenter kontrolü reddedemeye
dahi vardıran muhafazakâr gelenek karşısında “eleştirel” diyebileceğimiz
siyaset felsefesi geleneği içinde her akımın kendine has özel sorusunu takip
ettiği birbirinden farklı iki temel akımın doğmasına neden olmuştur. Bunlardan
biri daha çok istenmeden yaratılan bu “canavar”dan nasıl kurtulunabileceği
sorusuna yanıt ararken; diğeri ağırlıklı olarak “canavar”ın toplum üzerindeki
gücünün nasıl en aza indirilip idare edilebilineceği sorusuna dair çözüm
üretmeye çalışmaktadır. Adam Smith, normatif anlamda ilkesel olarak devlet
karşısında güçlü toplum ve toplum karşısında gücü ve yetkileri en aza
indirilmiş devlet düşüncesine dayalı çalıştığı için eleştirel siyaset felsefesi
geleneği içinde görülmelidir.
V.
Toplum
Sözleşmesi ve Devletin Kökeni
Yukarıda Smith’in sözleşme kuramına yönelttiği eleştirinin birinci
boyutu, toplumun kökeni ve temellerine dair açıklama çabasına yöneliktir. Smith,
bu eleştirisinden hareketle toplumun kökenini ve temellerini yukarıda
sergilediğimiz gibi tarihsel-gerçekçi temelde açıklar. Smith’in sözleşme
kuramına yönelik eleştirisinin ikinci boyutu, doğrudan bu kuram çerçevesinde
kurgulanan devlet (hükümet), egemen ve yurttaşlık kuramlarına yöneliktir.
Smith, eleştirilerini gerekçelendirirken hem mantıksal argümanlar geliştirir
hem de tarihsel empirik verilerden hareketle kendi alternatif kuramını
gerekçeleriyle ortaya koyar. Eleştirisi hem devletin (hükümetin) kökenine dair
açıklama sunmaya, hem de bu bağlamda ortaya çıkan kuşaklar arası ilişkiye dair
düşünceyi çözümlemeye yöneliktir.
Sözleşme
kuramcılarına göre, “devlet (hükümet), kökenini gönüllü bir sözleşmeye borçludur”.
Sözleşmeye onay vermekle “halk, egemenlik gücünün değişik biçimlerini, yargı
veya yasamayı başka bir güce devretmiştir; ve aynı şekilde yürütmeyi de; ve bu
güce itaat (etme) ve boyun eğme sözü vermiştir”.[39] Halk bunun karşısında ondan
görevini ve gücünü kabul edilebilir bir şekilde, eşit ve adil olarak kullanmasını
beklemektedir. Eğer egemen, gücünü kötüye kullanacak olursa, halkın direniş
hakkı doğar. Smith, bu bağlamda son derece ince bir argüman stratejisi geliştirmektedir
- ki bundan hem felsefi hem de yöntemsel olarak çok şey öğrenilebilir. Düşünür
bir yandan tarihsel-empirik bilgilerin toplumsal sözleşme kuramını
doğrulamadığını ileri sürmektedir. Fakat diğer taraftan toplumsal sözleşme
kuramı çerçevesinde geliştirilmiş devletin (hükümetin) gücünü halk karşısında
sınırlama ve halka anayasa çerçevesinde direniş hakkının tanınması gerektiğine
dair düşüncesini açıkça destekler.
Smith
önce, sözleşme kuramına karşı tarihsel argümanlar geliştirerek ona cepheden
saldırır: “… hâlihazırda devletin gelişimine ilişkin yapılan açıklamalara
dayanarak bunun gerçek olduğu hiçbir şekilde önerilemez…”[40] Smith bununla önceki
derslerde devletin kökenine dair yapmış olduğu tarihsel açıklamalara işaret eder
(bu konuyu bir sonraki bölümde ele alacağım). Fakat Smith, bu, cepheden saldırı
diyebileceğimiz, “dışsal” eleştiriyle yetinmez; eleştirdiği şeyin mantığına içkin
olanı, sonuçlarını da dikkate alarak doğrudan sorgulamaya yönelir; bu bağlamda
kuşaklar arası ilişkiye dair temellendirdiği ilke, her kuşağın her durumda
özgür olduğu, eski kuşakların sonraki kuşaklar üzerinde hiçbir şekilde hakkının
olamayacağı ilkesidir.
Sözleşme
kuramının mantığına içkin olanı sorgulamak amacıyla, böyle bir sözleşmenin bir
an için geçmişte gerçekten varolduğunu kabul edelim ve ona içkin düşünmeye çalışalım.
Bu durumda bu sözleşme, devletin (hükümetin) otoritesinin kökenini ve temelini geçmişte
oluşturacaktır. Fakat onun bugün hala geçerli olduğunu kabul etmek mümkün
değildir. Zira söz konusu sözleşmeyi yapanlar, bugün yaşayan kuşaklar değildir.
Geçmişte yapıldığı iddia edilen böyle bir sözleşmeye bugünkü kuşakların ne
açıkça ne de zımnen onay vermiş olması mümkün değildir. Bu nedenle geçmişte
varolduğu ileri sürülen böyle bir sözleşmenin bugün hala bir işlevinin olduğu
ileri sürülemez; dolayısıyla sözleşme bugünkü kuşaklar için geçerli olamaz:
“Birinin seleflerinin sözleşmesi onu hiçbir zaman bağlamaz...”[41] Aynı çalışmasında Smith,
birkaç satır sonra başka bir açıdan aynı düşünceyi şöyle ifade eder: “Biri, kendi
soyundan öncüllerin söz vermiş olduğu kişisel hizmetleri yerine getirmek
zorunda değildir; onların sözünün onun üzerinde etkisi yoktur.”[42] Smith bu konudaki
düşüncelerini şöyle toparlar: “… eğer toplumun ilk üyeleri egemenlik gücünü
emanet ettikleri belli kişilerle bir sözleşme yapmış olsalardı, onların itaati
gerçekten büyük ölçüde bir sözleşmeye dayanırdı; fakat onların gelecek
nesilleri için aynı durum söz konusu olamaz; onlar böyle bir sözleşme yapmadı.”[43]
Smith’in
bu konudaki oldukça ayrıntılı düşüncelerini (yazının girişinde formüle ettiğim sorunlarla
da ilişkilendirmek amacıyla), Thomas Paine’nin İnsan Hakları’nda Edmund Burke’e karşı 1789 Fransız Devrimi’ni
savunmak üzere ileri sürdüğü ana düşünce ile toparlayacak olursak şu ifade
ileri sürülebilir: ölülerin yaşayanlar üzerinde herhangi bir hakkı olamaz.[44] Bu düşünce Smith’in
toplum sözleşmesi kuramına karşı ileri sürdüğü argümanları kısa ve öz bir
şekilde anlatmaktadır. Smith’in sözleşme kuramına dair eleştirilerinin
çerçevesini tamamlayabilmek için, son olarak onun “zımni kabul” (“tacit consent”)
düşüncesine dair eleştirel çözümlemelerini sergilemek gerekmektedir.
Smith, sözleşmenin devletin, dolayısıyla
siyasi otoritenin temeli olarak alınıp alınamayacağını gözden geçirmek için son
olarak bir nevi empirik olarak nitelenebilecek bir araştırma önerir. Belli bir
devlet sınırları içinde yaşayan insanlara sorulduğunda, istisnasız herkesin
egemenin siyasi otoritesi hakkında belli bir tasavvura sahip olduğu görülecektir;
fakat bu otoritenin kaynağının eski bir sözleşme olduğu ileri sürüldüğünde kimsenin
böyle bir sözleşmeden haberinin olmadığı görülecektir. Bu durumda sözleşme
kuramı savunucuları tarafından otoritenin kaynağını temellendirmek için ileri
sürülen “zımni sözleşme” argümanı geçerliliğini yitirmektedir. İddiaya göre bugünkü
kuşaklar ne öncülleri tarafından imzalanan bir sözleşmeden dolayı, ne de açıkça
kendi edimleri sonucu devletin otoritesini kabul etmek zorundadırlar. Oysa bir
kişinin bir devlet sınırları içinde yaşıyor olması, onun otoritesine itaat etmeyi
kabul ettiğine dair “zımnen söz verdiği”ni göstermektedir. O halde, herkesin,
sınırları içinde bulunduğu devletin otoritesini kabul etmesi gerekir. İddia
budur ve Smith, bu iddiaya karşı, David Hume’dan üstlendiği bir ana fikirden
hareketle espri dolu bir düşünce formüle eder.[45]
Smith’e göre, zımnen söz verme savı, biri
uyurken gemiye bindirilip, gemi engin okyanus sularında ilerlerken uyandığında,
güvertede kalabilmesi için mürettebatın kurallarına uyması gerektiğini kabul
etmesi anlamına gelmektedir. Zira kişinin gemiye binişi kendi tercihine bağlı
gelişmemiştir; gemiye bindirildikten sonra ona, okyanusun ortasında gemideki kuralları
kabul etmezse, gemiyi terk etmek konusunda özgür olduğunu söylemek, oldukça
anlamsız bir argüman ileri sürmek anlamına gelir: “Devlete tabi olan herkesin
durumu böyledir. Onlar doğdukları yeri kendileri seçmeden dünyaya geldiler,
öyle ki onların (bulundukları) ülkeye sanki uyuyarak geldiğini söyleyebiliriz; aynı
şekilde çok büyük kesimi, en büyük zahmetlere katlanmadan ülkeyi terk edemez. O
halde, burada tabi olanların zımni kabulü söz konusu değildir. Onların onun (zımni
kabul) hakkında bir fikri yoktur, o halde, onun onların itaatinin temelini
oluşturması mümkün değildir.”[46] Hangi açıdan bakarsak
bakalım, devlet (hükümet), “bazı yazarların tasavvur ettiği gibi belli bir sayıda
kişinin şu veya bu türden düzenlemelere itaat edeceğine dair herhangi bir kabulünden
veya anlaşmasından ortaya çıkmamıştır; fakat insanın toplum içindeki doğal
ilerlemesinden (dayanmaktadır).”[47]
VI.
Mülkiyetin Özelleşmesi ve Devlet’in Oluşumu
Yukarıda gösterildiği gibi, Smith’in toplum sözleşmesine
yönelik eleştirisi, temel ve oldukça etraflı bir eleştiridir. Toplum sözleşmesi
kuramının neredeyse bütün önkabülleri ve temel düşünceleri radikal bir
eleştiriye tabi tutulmaktadır – ki bu eleştiri hemen hemen bütün İskoç
Aydınlanmacıları tarafından paylaşılmaktadır. Smith, yukarıda işaret ettiğim direniş
hakkını savunurken bile, onu sözleşme kuramı çerçevesinde tasarlandığından
tamamıyla farklı ele almaktadır. Sözleşme kuramında kurgulandığına göre,
direniş hakkı anayasada haklar kataloguna dâhil edilmesi gereken sadece anayasal
bir haktır. Bu hakkın anayasal bir hak olarak tanımlanması kuşkusuz önemlidir. Fakat
Smith, bu hakkı aynı zamanda toplumda hüküm süren güç ve iktidar kavgasının bir
dışa vurumu olarak ele alır. Zira hangi yasa çerçevesinde formüle edilmiş
olursa olsun; yaşamın hemen her alanında ve hemen her anında mülkiyet
çatışmalarının vukuu bulduğu toplumlarda hakların yasalar çerçevesinde formüle
edilmesi de, bunların uygulanması da bir güç meselesidir, bir iktidar
kavgasıdır. Dünya siyasetinde sıkça karşılaştığımız bir olguyu (örneğin Nelson
Mandela’yı düşünün) bu bağlamda şöyle işlevselleştiriyor Smith: “Bu tür bütün
kavgalarda, zor ve şiddet aracılığıyla karar verilir. Eğer (bu kavgada) egemen,
yurttaşlara üstün gelmiş ise, o zaman onlar hain ve isyancı olarak mahkûm
edilmiştir; yok eğer yurttaşlar egemene üstün gelmiş ise, onun tahammül edilmez
bir tiran ve zalim olduğu söylenmiştir. Bu kararlar bazen doğru bazen de yanlış
olmuştur; ve hiçbir zaman için serin kanlı ve tarafsız bir mahkemenin vereceği
bir kararın yerini tutamaz.”[48] Fakat tarihin mahkemesinin
serinkanlı ve tarafsız karar verebilmesi için gerekli önkoşullar henüz
oluşmamıştır.
Smith,
devlet’in (hükümet’in) kökenini açıklarken devlet (hükümet) biçimleri ile
mülkiyet ilişkileri ve kavgaları arasında nedensel bir ilişki kurar[49]: “mülkiyet olmadan devlet
(hükümet) olmaz.”[50] Devletin kökeninin açıklanmasında,
mülkiyeti ve mülkiyet ilişkilerini merkeze almak, tarihte mülkiyetin ne zaman
ortaya çıktığını ve ona dayalı ilişkilerin sürekli nasıl değişerek gelişip şekillendiğini
açıklamayı gerekli kılmaktadır. Bunu yaparken Smith’in, iki büyük teorisyenin
birbirinden farklı düşüncelerini bir tarih teorisi çerçevesinde sentezlediğini
görüyoruz. Bunlar, Montesquieu’nün, insanlık tarihinde biri diğerinden nitel
olarak farklı geçinme biçimlerinin (Marksist terminolojide: üretim
biçimlerinin) olduğuna dair düşüncesi[51] ve Hume’un özellikle din
üstüne yazılarında çok daha açık görülen “toplumsal evrim” kuramıdır.[52] Smith, bu iki teoriyi
sentezleyerek “tarihin-dört-aşama-teorisi” olarak bilinen ve tarihte nitel
sıçramaların olduğundan hareket eden tarih kuramını oluşturur. Mülkiyetin
kökenini ve farklı biçimlerini ve buna paralel olarak ortaya çıkan devleti (hükümeti)
ve devlet (hükümet) biçimlerini bu tarih kuramı çerçevesinde ele alır.
Smith’e
göre tarihin birbirini takip eden bu dört seçik (distinct) aşamasında farklı mülkiyet durumu ve sürekli genişleyen
ve karmaşıklaşan mülkiyet ilişkileri, bununla doğrudan ilişkili olarak da devlet
(hükümet) biçimleri oluşmaktadır. Bu aşamalar: “avcılar” (ve toplayıcılar), “çobanlar”, “tarım” ve (son olarak) “ticaret
çağı”dır.[53]
Toplumlar her çağda geçimlerini farklı bir biçimde sağlamıştır. Smith’e göre avcılar
ve toplayıcılar çağında mülkiyet denilen bir kurum olmadığı için, büyük kavga
konusu oluşturacak, dolayısıyla devleti (hükümeti) gerekli kılacak somut-maddi bir
gerekçe yoktur.[54]
Smith’e göre mülkiyet, ilk olarak çobanlar çağında başlamıştır. Bu çağda
kelimenin gerçek anlamında mülkiyet kurumunun oluştuğunu ve bununla birlikte
devlet dediğimiz kurumun oluşmaya başladığını görüyoruz. Bu nedenle “devlet (hükümet),
ilk olarak çobanlık çağında başlar.”[55]
Devletin
(hükümetin) kökenine dair bu tarihsel-ontolojik duruş, onu doğal olarak
11762/63 hukuk felsefesi derslerinin hemen başında devletin işlevine dair
yapmış olduğu açıklamaya götürür. Zira “devletin (hükümetin) ilk ve belli başlı
amacı adaleti muhafaza etmektir; yani toplumun üyelerini birbirilerinin mülkiyetine
el koymaktan ya da kendilerinin olmayanı sahiplenmekten alıkoymaktır. Buradaki
amaç, herkesin kendi mülkiyetine rahatsız edilmeden sahip olmasını güvence
altına almaktır.”[56] Smith, burada “toplumun
üyeleri” ile mülk sahibi kimseleri kasteder. Smith’e göre gerçekten de devletin
görevlerinden birisi, mülk sahibi kesimler arasındaki mülkiyet ilişkilerini
düzenlemek olduğu gibi diğer taraftan da özel mülkiyeti, toplumun mülksüz olan
kesimlerine karşı korumaktır. Devleti (hükümeti), “mülkiyet, mutlak gerekli
kılmaktadır.”[57]
Çobanlar çağında belli bireyler büyük sürülere sahip oldukları için çok
zengindir. Buna karşın diğerlerinin tek bir hayvanı bile yoktur. İşte Smith’e
göre devleti gerekli kılan asıl bu çelişki dolu ve büyük çatışmalara gebe
durumdur. Devletin tarihte kökeni ve işlevini Smith bir paragrafta şöyle derler:
“Eğer bazılarının
büyük mal varlığı var ise ve diğerlerinin hiçbir şeyi (yok ise), otoritenin
kolunun hep uzatılması gerekmektedir; ve zenginlerin mülkiyetini yoksulların
müdahalesinden korumak için sürekli yasalar ya da düzenlemeler yapılmaktadır.
Yoksa onlar ona sürekli müdahale ederdi… Yasaların ve devletin (hükümetin), bu
ve gerçekten başka bütün durumlarda yoksulları ezmek ve kendileri için mal
eşitsizliğini muhafaza etmek için zenginlerin birliği olarak görülmesi
mümkündür. Aksi takdirde bu, yoksulların saldırıları tarafından kısa sürede
yıkılacaktır. Yoksullar devlet (hükümet) tarafından engellenmediği takdirde
açık şiddete başvurarak diğerlerini kendileriyle eşit bir duruma getirirler.
Devlet (hükümet) ve yasalar, yoksulların şiddet yoluyla mal varlığı edinmesini
engellemektedir – ki onlar şiddeti zenginlere karşı uygulayacaktır. Zenginler
yoksullara ya yoksul kalmalarını ya da kendilerinin yaptığı gibi mal varlığı
edinmelerini salık vermektedir.”[58]
Bu nedenle devlete akla
gelmez büyük ahlaki erdemler ve erdemlerin gerçekleştirilmesini atfetmek ya
basit bir saflıktır ya da büyük bir demagojidir. Her ikisinin de, olmazsa
olmazı eleştiri olan bilimsellik çerçevesinde görülmesi mümkün değildir.
VII.
Devlet
Biçimleri ve Siyasal Olanın Geleceği
Smith, yukarıda saymış olduğumuz dört farklı tarihsel çağa
hâkim olan mülkiyet ilişkilerine denk düşen farklı siyasi yönetim biçimlerinin
olduğu olgusundan hareket eder ve bu yönetim biçimlerinin her birinin belli bir
ilkeye dayandığını öne sürer. Çobanlar çağında insan ilişkilerine “artık
mülkiyet girdi ve bu yönde birçok kavga kaçınılmaz olmuştur”. Zira bu çağda
“öküz, koyun, atlar, develer vs. gibi insanın kullanımına en uygun olan ve sayı
bakımından da en çok olan bu hayvanlar artık
ortak değildir, fakat belli bireylerin mülkiyetidir. Yoksul ve zengin
ayrımı artık başlar.”[59] “Ve toplumun bu döneminde
servet eşitsizliği zenginlerin yoksullar üzerindeki gücünü ve etkisini herhangi
başka bir dönemden daha çok artırır.”[60] Böylelikle toplumun hiç
mülkiyeti olmayan daha yoksul kesimi, geçimini ancak zenginler için çalışarak
sağlayabilir. Zenginler ise onların geçimini sağlamak için gerekli olan üretim
araçlarını ellerinde bulundurduğu için, yoksulların “bağımlı olmalarını” ve kendine
“hizmet etmelerini” bekler.[61] “Belirttiğim gibi, büyük
sürülere sahip zenginlerin, sözlerini ve direktiflerini dinleyen birçok bağımlı
olanları vardır ve onlar bu yolla halk üzerinde en büyük etkiyi sağlar.”[62] Smith burada toplumun
bazı kesimlerinin bazı başka kesimleri üzerindeki otoritesinin kökenini açıklar;
bu otoritenin hangi yöntemlere ve hangi araçlara başvurularak sağlandığını
betimler.
Smith’in
güç ve iktidarın kökenini açıklarken mülkiyeti merkeze almış olması, onun
otoritenin kaynağını ne tek bir olguya indirgediğini ne de ekonomik
ilişkilerden siyasi ilişkilere dair doğrudan sonuçlar çıkardığını gösterir. Smith
burada (Marx’ın da sürekli karşılaştığı ve bir diyalektikçinin nasıl çalıştığı
pek anlaşılmadığı için kendisine haksız eleştiriler getirmiş olan) temel bir
sorunla karşılaşmaktadır. Bir diyalektikçi olan Smith, ekonomik ilişkilerden
doğrudan siyasi sonuçlar çıkarmaz. Bir diyalektikçi ilkesel olarak çelişkilere
ve dolayımlara ve bunlardan bütünün nasıl oluştuğuna bakar. Zira diyalektikçinin
gözü birliği ve çelişkiyi ya da çelişkili bütünü görmeye dönüktür. Dolayımsız
ilişki olmadığına ve her ilişki kendinde bütünü barındırdığına göre, Smith, güç
ve iktidarının kökenini açıklarken mülkiyeti gözlemlerinin merkezine almakla ekonomi
üzerinden dolayımlı olan bütünü kavrama ve ortaya koyma çabası içindedir. Bu,
toplumdaki güç ve iktidar sorununa çözüm arayana, sorunu kaynaklarıyla kavrama
olanağı sunacaktır. Bu nedenle Marx, ekonomik ilişkilerden doğrudan sonuç
çıkarmaktan ne kadar uzak ise, Smith de ekonomik ilişkilerden doğrudan sonuç
çıkarmaktan o kadar uzaktır. Tam tersine, Smith, Ulusların Zenginliği’nde örneğin Hobbes’u ekonomik güç ile siyasi
güç arasında doğrudan nedensel ilişki kurduğu için eleştirmektedir. Ekonomik
güç sahibine hemen ve doğrudan en fazla alma gücü verir. Fakat bu ona doğrudan “herhangi
bir siyasi güç, ne sivil ne de askeri güç vermez”. Ekonomik güç ona diğer
alanlarda da güç edinme “aracını” sunar. Ama bu, onun diğer alanlarda da
doğrudan güç edinebileceği anlamına gelmez.[63]
Ayrıca
Smith, siyasi otoritenin kaynağı olarak mülkiyetten başka en az üç farklı
kaynağa daha gönderme yapar. Bunlar, yaş ve bilgelik, fiziki güç ve köklü bir
aileden gelmektir -ki sonuncusu ahlaki olan ile kültürel olanı birleştirir
gibidir.[64]
Bir diyalektikçi olarak Smith, bunlar arasında sistematik bir ilişki kurmaya ve
bunlardan hangisinin bir çekim merkezi gibi diğerlerini etrafında
birleştirdiğini göstermek zorundadır. İşte Smith, otoritenin bir kaynağı olarak
mülkiyeti araştırmasının merkezine almakla bunu dener ve az çok sistematik
düşünebilmenin veya düşüncenin bir karmaşa yığınına dönüşmesinin
engellenmesinin önkoşulu düşünüre göre budur.
Smith,
insanlık tarihinde üç farklı devlet biçiminin varolduğu fikrinden hareket eder
ve bunları tanımlarken hem Aristoteles’ten hem de Montesquieu’den esinlenir.
Fakat aynı zamanda her iki düşünürün devlet teorisinden birçok bakımdan da
ayrılır. Üç devlet biçimi - Smith’in tarihte görüldüğü şekliyle sıralamasına
göre belirtecek olursak - demokrasi, monarşi, aristokrasidir. Smith, daha sonra,
Montesquieu’yü takiben demokrasi ve aristokrasinin cumhuriyetçi yönetimin iki
farklı biçimi olduğunu, dolayısıyla tarihte karşılaştığımız devlet biçimlerini,
cumhuriyetçi ve monarşik olmak üzere iki başlık altında toplayabileceğimizi
düşünür.[65]
Fakat Smith, Montesquieu’den önemli bir konuda ayrılmaktadır. Montesquieu gibi
demokratik ve aristokratik devlet biçimlerini cumhuriyetçi başlığı altına yerleştirse
de, Montesquieu’nün ayrı bir devlet biçimi olarak önerdiği “despotik” devlet
biçimini ayrı bir devlet biçimi olarak değerlendirmez. Diğer taraftan Smith,
Aristoteles gibi “gerçek” ve “sapma” devlet biçimleri arasında ayrım yapmaz. Dolayısıyla
Smith, demokrasiyi “anayasal devlet”in bir sapma biçimi olarak ele almamaktadır.[66] Smith, Aristoteles’in
“anayasal devlet” olarak tanımladığı devlet biçimine demokrasi (ya da
demokratik) demektedir. Smith’e göre tarihte çok daha fazla devlet biçimine
rastlanabilir ve yukarıda saymış olduğumuz devlet biçimleri arasında birçok farklı
“karışım” mümkündür. Fakat bunların hepsi, yukarıda anmış olduğumuz üç (daha
doğrusu iki) biçime indirgenebilir.
Smith,
devlet (hükümet) biçimlerini sınıflandırırken öncelikle onun hangi konularda
karar verdiğine, aldığı bu kararları nasıl alındığına ve halk üzerinde
egemenliğini hangi yöntem ve araçlarla kurduğuna bakar. Bu devlet biçimlerini
tanımlarken ağırlıklı olarak Montesquieu’nün tanımlarından yararlanır. Ama
diğer taraftan modern çağda neredeyse tamamıyla unutulan ve siyaset felsefesi
çerçevesinde Smith’in etkisiyle Hegel tarafından yeniden işlevselleştirilen toplumsal
sınıf (yoksulluk-zenginlik) sorununu Smith, Aristoteles’ten devralarak[67] değişik devlet (hükümet)
biçimleriyle yeniden ilişkilendirir.
Smith’e
göre her devletin üç gücü (“powers of government”) vardır. Bunlar yasama (yasa
yapma gücü), yargı (davalar hakkında mahkeme kurma ve karar verme gücü) ve
yürütmedir (savaş ve barış konusunda karar verme gücü).[68] Smith, yukarıdaki devlet
biçimlerini sınıflandırırken bu güçlerin kimde ya da hangi kurumda olduğuna bakar.
Bütün bu güçler tarihsel olarak ilk yönetim biçimi olan demokraside “bütün
halka” (“whole body of people”) aittir ve bu yönetim biçimine, avcılar ve çobanlar
çağında rastlıyoruz. Fakat Smith’in betimlemesine göre, çobanlar çağı, siyasi
kararların verilmesi bakımından aslında tam olarak demokratik değildir.
Mülkiyet sahipleri artık yavaş yavaş birçok karar yetkisini kendi ellerinde
toplamaya başlamışlardır. Buna karşın bu her iki çağda da devlet (hükümet) halk
üzerindeki egemenliğini yararlılık ya da gereklilik (“utility”) ilkesinden
alır. Yani demokraside alınan kararlar toplumun “ortak çıkarlar”ını temel alır
ve halk, alınan kararların bütün toplumun çıkarları açısından yararlı ve
gerekli olduğuna inanır. Aristokratik devlet (hükümet) biçimi, halkın ya belli bir
kesiminin ya da toplumda belli ailelerin devletin güçlerini elinde bulundurduğu
devlet (hükümet) biçimidir. Bu devlet (hükümet) biçiminde yönetim halk
üzerindeki egemenliğini yararlılık ilkesinden de alabilir, otorite (autority)
ilkesinden de. Devletin (hükümetin) güçlerinin tek bir kişinin elinde toplanmış
olduğu ve söz konusu tek kişinin neredeyse keyfine göre karar verdiği devlet (hükümet)
biçimi ise monarşidir. Monarşiye, toprağın da artık özel mülkiyete dönüştüğü ve
böylelikle “mülkiyetin en büyük yayılmasını”[69] yaşadığı tarım çağında
rastlıyoruz.[70]
Bu çağda yönetimin egemenliğini dayandırdığı ilke artık açıkça otorite
ilkesidir. Kısacası, en geç toprağın da özel mülkiyete dönüşüp, bazı ellerde
yoğunlaşmasıyla ve buna uygun olarak da monarşinin oluşmasıyla demokrasi, yani
bütün halkın toplumun bütün sorunları hakkında ortak bir yargıya varıp, karar
verdiği yönetim biçimi kaybolmuştur. Demokrasinin kayboluşuyla, ilk çağlarda
yönetimin egemenliğini dayandırdığı gereklilik ya da yararlılık ilkesi de
ortada yoktur artık. Bundan böyle yönetilen ile yöneten arasında kesin bir
ayrışma ve yabancılaşma da oluşmuştur ve bu durum, burjuva çağında daha da
derinleşecek ve kesinleşecektir. Bundan böyle devlet yetkilileri, toplumu
satranç tahtasında oyun planlar gibi planlayıp yönetmeye çalışacak, topluma ve
toplumun gereksinimlerine tamamen yabancı kalarak gerekirse şiddete başvurarak ona
hâkim olmaya çalışacaklardır.
Modern
siyaset kuramının en büyük sorunu, son derece büyük güç yoğunlaşması olduğu
gözlenen modern devletin nasıl kontrol edileceğidir. Bilindiği gibi bu sorun,
özellikle Montesquieu’nün açıkça gündeme taşımasıyla güçler ayrılığı başlığı
altında tartışılmaktadır. Çoğu zaman yasamanın, yargının ve yürütmenin
birbirinden ayrılmasıyla bu sorunun çözülebileceği düşünülmektedir. Fakat Smith
burada mantıksal bir hata yapıldığını ve dolayısıyla son derece tehlikeli bir
yanılsamayla karşı karşıya olunduğunu düşünmektedir. Devletin en belirleyici
özelliği egemen oluşudur. Egemenlik kavramına karşılık gelen Latince terimle
belirtecek olursak, summa potestas (tüm
güçlerin bütünlüğü) kavramı, egemenin güçlerinin bölünmesini ve dolayısıyla kontrol
kavramını dışlar. Zira kontrol edilenin egemen olması mümkün değildir. Aksine kontrol
eden kontrol edilenin karşısında egemen olacaktır. Bu sefer kontrol edeni
kontrol etmek gerekecektir ve bu böyle sonsuza kadar devam edecektir. Bu
nedenle Smith, konuya ilişkin şöyle bir sonuca varır: “Bütün devletlerde (hükümetlerde)
egemen güç mutlaktır ve devlet, sıkı bir şekilde kurulduğu andan itibaren
herhangi bir düzenli güç tarafında kontrol edilmesi mümkün değildir. Avcılar ve
çobanlar çağında durum çok farklıdır. Ama artık summa potestasın kontrol edilmesi mümkün değildir.”[71]
VIII.
“Gece Bekçisi Devleti” ve Sonuç
Bu bağlamda son olarak Adam Smith’in devlet teorisi üzerine
Ferdinand Lassalle’ın “Manchester Liberalizmi”ni eleştirmek amacıyla türettiği
“gece bekçisi” kavramından hareketle türetilen “gece bekçisi devleti” kavramı
altında en az yüzeli yıldır süren bir tartışma vardır. Bu tartışmada Smith’e
atfedilen devlet teorisinin ne olduğuna bakıp Smith’in perspektifsel olarak
nasıl bir toplum düşüncesi ile çalıştığına işaret etmek istiyorum.
Konu kendi başına bir çalışma konusu
olsa da, konuya burada açıklık getirmek, zorunlu gibi gözükmektedir. Kavramın
türemesine Lassalle’ın 12 Nisan 1862 yılında Berlin’de yaptığı “İşçi Zümresinin
İdesinin Mevcut Tarihsel Dönemle Bağlantısı Üzerine” başlıklı konuşmasında
“burjuva devletinin ahlaksal ereği” ile “işçi zümresinin devletinin ahlaksal
ereği” arasında yaptığı bir ayrım neden olmuştur.[72] Lassalle, “burjuva
devletinin ahlaksal ereği” ile “işçi zümresinin devletinin ahlaksal ereği” arasında
karşılaştırma yaparken burjuva devletinin ereğinin “serbest rekabet
sistemi”nden[73]
bağımsız olarak düşünülemeyeceğinden hareket etmektedir. Rekabete dayalı bu
sistem, “daha güçlü, daha cingöz, daha zengin olanın zayıfı sömürmesine ve
cebine koymasına götürmektedir”[74] Burjuvazinin “idesi”
teker teker herkesin kendi güçlerini engelle karşılaşmadan kendisinin harekete
geçirmesidir”.[75]
Buna karşın işçi zümresinin idesine göre, insanın bireysel güçlerini engelsiz
harekete geçirilebilmesi tek başına yetmemektedir. Bu nedenle işçi zümresinin
idesi açısından buna “çıkarlar arasında dayanışma, gelişimde ortaklık ve
karşılıklılık”[76]
ilkesinin eklenmesi gerekmektedir.
Lassalle’a
göre, “burjuvazinin devletinin ahlaksal ereği” sadece ve sadece “tekilin
kişisel özgürlüğünü ve onun mülkiyetini korumaktan” ibarettir ve bu şekilde
tanımlanan devlet, yani görevi soygun ve hısızlığı engellemekten ibaret olan
devlet düşüncesi ancak “gece bekçisi idesi” olarak düşünülebilir. Lassalle’ın betimlediği “gece bekçisi
devleti”nin işlevi iki şeyden ibarettir: bireysel özgürlüğün ve mülkiyetin
garantisi. Daha sonraki tartışmalarda, Lassalle’ın gözleminin yanlışlığını değil
doğruluğunu teyit etti. Lassalle’in söz konusu konuşmasında “işbölümü”ne ilişki
yapmış olduğu açıklamalar Ulusların
Zenginliği’ni oldukça dikkatli okuduğunu gösteriyor.[77] Bu karşın Lassalle söz
konusu konuşmasında Adam Smith’in ismini bir defa dahi anmıyor ve dolayısıyla
bu düşünceyi ona atfetmesi mümkün değildir. Lassalle’ın bu belirlemesine ciddiye
alınabilir ilk yanıt bugün neoliberalizm olarak tanımlanan duruşun 20. yüzyıldaki
babası Ludwig von Mises tarafından 1927 yılında yayımlanan Liberalizm kitabında geldi. Fakat von Mises, Lassalle’ın
belirlemesini tartışmak yerine; onun liberal devlet teorisini gülünç göstermeye
çalıştığını ileri sürüp, gece bekçisi devletinin lahana turşusu ile uğraşan ya
da pantolon düğmesi üretimiyle meşgul olan devletten neden daha gülünç
olduğunun anlaşılmasının mümkün olmadığını belirtiyor. Fakat Lasalle’ın
tartışmış olduğu asıl meseleyi tarihsel açıklamalara yönelerek, örneğin Almanya’da
devlet hayranlığından Hegel’i sorumlu tutarak bir tarafa itiyor.[78] Konumuz bağlamında çok
daha ilginç olan, von Mises’in de “gece bekçisi devleti” düşüncesini hiçbir
şekilde Smith’e atfetmeyişidir. Diğer ilginç olan olgu, gece bekçisi devleti
düşüncesine benzeyen minimum devlet (minimal
state) düşüncesini dillendirmekle ünlü Robert Nozick, kuramını Adam Smith’e
değil John Locke’a dayandırmıştır. O halde, gece bekçisi devlet düşüncesi Adam
Smith ile ilişkilendirilmesi çok daha sonradır ve görebildiğim kadarıyla
özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra yaygınlaşmıştır.
Yukarıda
sergilediğim gibi Smith, devletin kökeninde mülkiyetin yattığını ve varlığının
mülkiyeti korumakla ilgili olduğunu belirtiyor. Fakat Smith’in bu belirlemesi,
betimlemeden başka bir şey değil. Devletin bir şeyi yaptığını söylemek ile bir
şeyi ‘yapmalıdır’ demek arasında büyük fark vardır. Bu betimlemesiyle Smith,
devletin kökenini açıklamaya çalışıyor. Von Mises’de olduğu gibi bu belirlemeyi
normatif anlamda kullanmıyor. Diğer taraftan Smith, devletin görevlerini
sayarken bunu mülkiyeti korumakla da sınırlamıyor. Örneğin özellikle
yoksulların ve kadınların hem meslek eğitimi hem de everensel eğitim alabilmesi
için girişimde bulunması gerektiğini belirtiyor. Yine işbölümünün örgütleniş
biçiminden ve işin dağıtımından dolayı toplumun üretici kesimleri entelektüel
kapasitesini tamamıyla yitirmektedir. Ayrıca toplumun emekçi kesimleri gece
gündüz çalıştıkları için kendilerini entelektüel olarak geliştirmeleri mümkün
olmamaktadır. Devletin bu durumun değişmesi için önlemler alması gerekmektedir.
Bu kısa açıklamalar dahi Smith’in devlet anlayışının “minimum devlet” ya da
“gece bekçisi devleti” anlayışından oldukça farklı. Smith’in zaten böyle bir
devlet anlayışını dillendirmesi mümkün değildir. Zira “minimum devlet” ya da “gece
bekçisi devleti” adları her ne kadar olumlu duygu ve düşünceleri çağrıştırsa da
sanıldığı gibi zayıf devlet düşünceleri değildir. Smith ise idari kurumların
toplum üzerindeki yetkisi en aza indirilmiş bir toplum düşüncesiyle iş
görmektedir. Smith’in toplum ve siyaset
felsefesi üzerine düşünürken, Smithçi anlamda demokrasi arayışını gelecek
zamanın tarihi perspektifiyle yeniden düşünmek gerekmektedir. Bu bize normatif
anlamda daha otantik bir Smith tablosu sunacaktır.
Kaynakça
1.
Avineri, S., “Labor, Alienation, and Social
Classes in Hegel's Realphilosophie” (Hegel’in Hakikat Felsefesinde Emek,
Yabancılaşma ve Toplumsal Sınıflar), Philosophy
and Public Affairs içinde, c. 1, no. 1 (Sonbahar 1971), s. 96-119.
2.
Bauermann, R., “Einige Bemerkungen zum
Verhältnis Adam Smith – Hegel – Marx“ (“Adam Smith – Hegel – Marx ilişkisi
üzerine bazı notlar“), 200 Jahre Adam
Smith’ “Reichtum der Nationen” (Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği”nin 200
yılı) içinde, Berlin: Akademie-Verlag, 1976, s. 139-143.
3.
Burke, E., Reflections
on the Revolution in France (Fransa’daki Devrim Üzerine Düşünmeler), Conor
Cruise O’Brien (yay. haz.), Middlesex: Penguin Books, 1968.
4.
Davie, G., “Hume, Reid, and the Passion for
Ideas”, A Passion for Ideas: Essays on
the Scottish Enlightenment içinde, Murdo Macdonald (yay. haz.), Edinburgh:
Polygon, 1994, s. 1-19.
5.
Fay, M. A., Der Einfluß von Adam Smith auf Karl Marx’
Theorie der Entfremdung: eine Rekonstruktion der ökonomisch-philosophischen
Manuskripte aus dem Jahr 1844, Frankfurt a. M. vd: Campus-Verlag, 1986.
6.
Ferguson, A., An Essay on the History of Civil Society (Sivil Toplumun Tarihi
Üzerine Bir Deneme), Fania Oz-Salzberger (yay. haz.), Cambridge, New York ve
Melbourne: Cambridge University Press, 1995.
7.
Göçmen, D., “Kartezyen
Şüphecilik ve Humecu Bilinemezcilik Bağlamında Adam Smith’in Sağduyu
Epistemolojisi”, Felsefe Logos, no:
35-36(2008/1-2 içinde), s. 251-271.
8.
Hume, D., “Of the First
Principles of Government” (“Devletin İlk İlkeleri Üzerine”), Essays: Moral, Political and Literary
(Denemeler: Ahlaksal, Siyasi ve Edebi) içinde, Indianapolis: Liberty Fund,
1985, s. 32-36.
9.
Hume, D., “Of the
Origin of Government” (“Devletin Kökeni Üzerine”), Essays: Moral, Political and
Literary (Denemeler: Ahlaksal, Siyasi ve Edebi), Indianapolis: Liberty Fund,
1985, s. 37-41.
10. Hume,
D., Natural History of Religion (Dinin Doğal Tarihi), The Philosophical Works of David Hume (4 cilt) (David Hume’un
Felsefi Eserleri) içinde, Edinburgh ve London (yayımcılar): Adam Black, William
Tait ve Charles Tait, 1826, c. 4, s. 433-513.
11. Jahn,
W., “Etappen des kritischen Studiums des Hauptwerkes von Adam Smith durch Karl
Marx” (“Karl Marx’ın Adam Smith’in başyapıtını okuma aşamaları”), 200 Jahre Adam Smith’ “Reichtum der
Nationen” (Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği”nin 200 yılı) içinde,
Berlin: Akademie-Verlag, 1976, s. 115-119.
12.
Krause, J. Patrick, Immanuel Kant und Adam Smith. Präsenz, Wirkung und Geltung der ‘Theory of Moral Sentiments‘ in Kants
Werk (Immanuel Kant ve Adam
Smith. ‚Ahlaksal Duygular Kuramı’nın Kant’ın Eserindeki Mevcutiyeti, Etkisi ve
Geçerliliği), Köln: 1997.
13. Lassalle,
F., “Arbeiter-Programm. Über den besonderen Zusammenhang der gegenwärtigen
Geschichtsperiode mit der Idee des Arbeiterstandes” (İşçi-Programı. İşçi
Zümresinin İdesinin Mevcut Tarihsel Dönemle Bağlantısı Üzerine), Gesammelte Reden und Schriften (Toplu
Konuşmaları ve Yazıları), c. 2 içinde, Eduard Bernstein (yay. haz.), Berlin:
Verlag bei Paul Cassirer, 1919, s. 139-202.
14. Lehmann,
H. ve Thal, P., “Die Smith-Rezeption in Deutschland am Ende des 18.
Jahrhunderts und in der ersten Hälfte des 19. Jahrhunderts (Almanya`da 18.
Yüzyılı sonu ve 19. yüzyılın ilk yarısında Smith-alımlaması)”, Adam Smith: Gestern und Heute (Adam
Smith: Dün ve Bugün) içinde, Peter Thal (yay. haz.), Berlin: Akademie-Verlag,
1976, s. 79-95.
15. List,
F., Das nationale System der Politischen
Ökonomie (Ekonomi Politiğin Ulusal Sistemi), Heinrich Waenrig (yay. haz.),
Jena: Verlag Gustav Fischer, 1928.
16. Lukács,
G., The Young Hegel: Studies in the
Relations between Dialectics and Economic, (çev. Rodney Livingstone),
London: Merlin Press, 1975.
17. Luxemburg,
R., “Zurück auf Adam Smith!” (Adam Smith’e Geri Dön!), Gesammelte Werke (Toplu Eserler) içinde, Berlin: Dietz Verlag,
1990, c. 1/1, s. 728-737.
18. Marx,
K., Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi,
(çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan), İstanbul: Yordam Kitap, 2011.
19. Meek,
Ronald L., “The Scottish Contribution to Marxist Sociology” (Marksist
Sosyolojiye İskoç Katkısı), Economics and
Ideology and Other Essays içinde, Chapman and Hall Ltd.: London, 1967, s.
34-50.
20. Von Mises, L., Liberalism.
The Classical Tradition, Bettina Bien Greaves (yay. haz), Indianapolis:
Liberty Fund, 2005.
21. Montesquieu,
The Sprit of the Laws (Yasaların
Ruhu), A. M. Cohler, B. C. Miller ve H. S. Stone (yay. haz.), Cambridge, New
Yorke ve Melborne: 1994.
22. Smith,
A., “The Principles which lead and direct Philosophical Enquiries; illustrated
by the History of Astronomy” (Felsefi Araştırmaları Yönlendiren İlkeler;
Astronomi Tarihi Bağlamında Örneklerle Açıklandı), Essays on Philosophical Subjects (Felsefi Konular Üzerine
Denemeler) içinde, W. P. D. Wightman and J. C. Bryce (yay. haz.), Indianapolis:
Liberty Fund, 1982, s. 45.
23. Smith,
A., Lectures on Jurisprudence, R. L.
Meek, D. D. Raphael ve P. G. Stein (yay. haz.), Indianapolis: Liberty Fund,
1982.
24. Smith,
A., The Theory of Moral Sentiments
(Ahlaksal Duygular Kuramı), D. D. Raphael ve A. L. Macfie (yay. haz.),
Indianapolis: Liberty Fund, 1984.
25. Smith,
A., An Inquiry into the Nature and Causes
of the Wealth of Nations (Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Nedenlerine
Dair Bir Araştırma), R. H. Capmbell, A. S. Skinner ve W. B. Todd (yay. haz.),
Indianapolis: Liberty Fund, 1981, c. 1.
26. Paine,
T., Rights of Man (İnsan Hakları),
London: Penguin Books, 1984.
27. Waszek, N., The
Scottish enlightenment and Hegel’s account of “civil society”, Dodrecht
vd.: Kluwer Academic Publishers, 1988.
28. Whatmore,
R., “Adam Smith’s Role in the French Revolution” (Adam Smith’in Fransız
Devrimindeki Rolü), Past and Future içinde, Oxford: Oxford University Press,
2002, no: 175(1), s. 65-89.
29. Winch,
D., Adam Smith’s Politics (Adam
Smith’in Siyaset Bilimi), Cambridge, London, New York ve Melbourne: Cambridge
University Press, 1978.
30. Zahn,
L., “Die Bedeutung Adam Smith’ für die Herausbildung des utopischen Sozialismus
Saint-Simons and Fouriers” (“Saint-Simon’un ve Fourier’in ütopik sosyalizminin
oluşmasında Adam Smith’in anlamı”), 200
Jahre Adam Smith’ “Reichtum der Nationen” (Adam Smith’in “Ulusların
Zenginliği”nin 200 yılı) içinde, Berlin: Akademie-Verlag, 1976, s. 58-62.
[1] Elinizdeki yazı, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi (FLSF)’nin 15. sayısında (2013;
s. 85-109) yayınlanmıştır. Yazının farklı ortamlarda ayrıca yayınlanmasına izin
verildiği için derginin editörlüğüne teşekkür ederiz.
[2] Smith’in neredeyse ömrünün sonuna kadar
üzerinde çalıştığı ve bugün Essays on
Philosophical Subjects (Felsefi
Konular Üzerine Denemeler) başlığı altında toplanmış olan ve yönteme,
ontolojiye, epistemolojiye, dil ve sanata dair temel konuları ele alan
yazılarının hemen hepsi Smith’in ölümünden sonra yayınlanmıştır. Bkz. Adam
Smith, Essays on Philosophical Subjects,
Indianapolis: Liberty Fund, 1982.
[3] Literatürde “İskoç Aydınlanmacılığı”
kavramı yerine bazen “İskoç Okulu” (“Scottish School”) ya da “Sağduyu Okulu”
(“Common Sense School”) kavramları da kullanılır. Bu kavramlar İskoç
Aydınlanmacılığının daha çok felsefi yanına vurgu yapmaktadır. Buna karşın
“İskoç Aydınlanmacılığı” kavramı, çok daha geniş bir kavramdır ve felsefenin
yanında örneğin tıp, fizik ve kimya gibi doğa bilimleri de dâhil bütün
bilimlerde görülen etraflı devrimci bir hareketi ifade eder.
[4] George Davie, “Hume, Reid, and the
Passion for Ideas”, A Passion for Ideas:
Essays on the Scottish Enlightenment içinde, Murdo Macdonald (yay. haz.),
Edinburgh: Polygon, 1994, s. 1-19.
[5] Smith, devletin nasıl oluştuğunu
açıklamaya yeltendiği derslerinde genellikle government kavramını kullanır. Bu kavram Türkçeye genellikle
hükümet olarak çevriliyor. Düşünür, devlet kavramının karşılığı olan state kavramını nispeten çok daha az
kullanıyor. Fakat Smith, government
kavramını kullanırken bundan sıkça devleti de kasteder. Bazı durumlarda ise
devleti mi yoksa hükümeti mi kastettiği tam anlaşılmamaktadır. Bu nedenle
yazıda genellikle her iki kavramı beraber vermeyi daha uygun buldum.
[6] Adam Smith, The Theory of Moral Sentiments, D. D. Raphael ve A. L. Macfie (yay.
haz.), Indianapolis: Liberty Fund, 1984, s. 342.
[7] Burada “siyaset” olarak çevrilen kavram
“police”dir. Bu kavrama ilişkin Smith, şu açıklamayı yapmaktadır: “police
kelimesi, köken olarak siyasal, siyaset veya genel olarak hükümetin
düzenlenmesi anlamına gelen Yunanca politeia’dan
gelse de İngilizce’ye doğrudan Fransızca’dan geçmiştir. Fakat onun anlamı,
bugün artık onun alt birimlerinin düzenlenmesi ile sınırlıdır. Police üç şeyi kapsıyor: kamu
caddelerin, sokakların vs. temizliğine dikkat eder, 2nci, güvenlik, ve 3üncü,
ucuzluk ve ucuzluğu sağlayan bolluk.” Bkz. Adam Smith, Lectures on Jurisprudence, R. L. Meek, D. D. Raphael ve P. G. Stein
(yay. haz.), Indianapolis: Liberty Fund, 1982, s. 331.
[8] Adam Smith, The Theory of Moral Sentiments. Smith’in kitabın 1790 yılında
altıncı baskısına eklemiş olduğu açıklamaya (“Advertisement”) bakınız.
[9] Adam Smith, Lectures on Jurisprudence, s. 5.
[10] Bkz. Richard Whatmore, “Adam Smith’s
Role in the French Revolution” (Adam Smith’in Fransız Devrimindeki Rolü), Past and Future içinde, Oxford: Oxford
University Press, 2002, no: 175(1), s. 65-89.
[11] Friedrich List, Das nationale System der Politischen Ökonomie (Ekonomi Politiğin
Ulusal Sistemi), Heinrich Waenrig (yay. haz.), Jena: Verlag Gustav Fischer,
1928 (List’in 1841’de hazırlamış olduğu baskının olduğu gibi yeniden baskısı),
s. 37 vd.
[12] Rosa Luxemburg, “Zurück auf Adam
Smith!” (Adam Smith’e Geri Dön!), Gesammelte
Werke (Toplu Eserler) içinde, Berlin: Dietz Verlag, 1990, c. 1/1, s. 729.
[13] Adam Smith, özellikle 20. yüzyılın
ikinci yarısından sonra “neoliberal”
olarak tanımlanan; diğer bir deyişle: toplumun ve devletin bütün
kurumlarının piyasaların gereksinimlerine göre düzenlenmesini öngören; ve
aslında toplumun elinde birikmiş olan zenginliğin, kendi özel tasarruflarında
bulunan toplumsal mülkiyetten kaynaklanan hiyerarşik konumlarına göre ekonomik
olarak hâkim olan sınıf ve tabakalara doğru “aşağıdan yukarıya” kaymasını sağlayan
siyasetin düşünce babası olarak tesis edilmeye çalışıldı. Smith’in eserlerinin
1970’li yıllarda yapılan Glasgow baskısı, Smith’e dair dünya çapında çok yönlü
bir inceleme ve araştırma dalgasının oluşmasına neden oldu. Bunun sonucu, Smith’in
öğretisine ilişkin dünya çapında yaygın tek yanlı ve yüzeysel neoliberal yorumların
yerini daha kapsamlı ve derinlikli bilimsel yorumlar almaya başladı. Bizce Smith’ın
enetelektüel eseri, bu kelimenin gerçek anlamında bilimsel yaklaşımları daha
çok hak etmektedir. Zira bu kapsamlı araştırma dalgası da onu felsefe ve
bilimler tarihinde hak ettiği yere koymaya başladı.
[14] Smith’in Fransız Devrimi ile olan
ilişkisi üzerine dokuzuncu dipnottaki kaynağa ve söz konusu kaynakta işlenen
kaynaklara bakınız.
[15] Smith’in kuramının Almanya’da 19.
yüzyılın ilk yarısında alımlanmasının sorunları için bkz. Hermann Lehmann ve Peter Thal, “Die
Smith-Rezeption in Deutschland am Ende des 18. Jahrhunderts und in der ersten
Hälfte des 19. Jahrhunderts” (Almanya`da 18. Yüzyılı sonu ve 19. yüzyılın ilk
yarısında Smith-alımlaması), Adam Smith:
Gestern und Heute (Adam Smith: Dün ve Bugün) içinde, Peter Thal (yay. haz.),
Berlin: Akademie-Verlag, 1976, s. 79-95.
[16] Jens Patrick Krause, Immanuel Kant und Adam Smith. Präsenz, Wirkung und Geltung der ‘Theory of Moral Sentiments‘ in Kants Werk (Immanuel
Kant ve Adam Smith. ‚Ahlaksal Duygular Kuramı’nın Kant’ın Eserindeki
Mevcutiyeti, Etkisi ve Geçerliliği), Köln: 1997.
[17] Georg Lukács, The Young Hegel: Studies in the Relations between Dialectics and
Economics, çev. Rodney Livingstone, London: Merlin Press, 1975, s. 172.
Ayrıca bkz. Shlomo Avineri, “Labor, Alienation, and Social Classes in Hegel's
Realphilosophie” (Hegel’in Hakikat Felsefesinde Emek, Yabancılaşma ve Toplumsal
Sınıflar), Philosophy and Public Affairs,
c. 1, no. 1 (Sonbahar 1971), s. 96-119.
[18] Saint-Simon’dan akt. Lola Zahn. Bkz.
“Die Bedeutung Adam Smith’ für die Herausbildung des utopischen Sozialismus
Saint-Simons and Fouriers” (“Saint-Simon’un ve Fourier’in ütopik sosyalizminin
oluşmasında Adam Smith’in anlamı”), 200
Jahre Adam Smith’ “Reichtum der Nationen” (Adam Smith’in “Ulusların
Zenginliği”nin 200 yılı) içinde, Berlin: Akademie-Verlag, 1976, s. 59.
[19] Örneğin bkz. Karl Marx, Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi,
çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, İstanbul: Yordam Kitap, 2011, s. 24.
[20] Rolf Bauermann, “Einige Bemerkungen zum
Verhältnis Adam Smith – Hegel – Marx“ (“Adam Smith – Hegel – Marx ilişkisi
üzerine bazı notlar“), 200 Jahre Adam
Smith’ “Reichtum der Nationen” (Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği”nin 200
yılı) içinde, Berlin: Akademie-Verlag, 1976, s. 139-143. Wolfgang Jahn,
“Etappen des kritischen Studiums des Hauptwerkes von Adam Smith durch Karl
Marx” (“Karl Marx’ın Adam Smith’in başyapıtını okuma aşamaları”), 200 Jahre Adam Smith’ “Reichtum der
Nationen” (Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği”nin 200 yılı) içinde,
Berlin: Akademie-Verlag, 1976, s. 115-119.
[21] George Davie, “Hume, Reid, and the
Passion for Ideas”, A Passion for Ideas:
Essays on the Scottish Enlightenment içinde, Murdo Macdonald (yay. haz.),
Edinburgh: Polygon, 1994, s. 2.
[22] A.g.e., s. 3.
[23] Hume ve Smith gibi Kant da klasik
Avrupa felsefesine hâkim söz konusu yarılmayı aşmak istemektedir. Fakat
sergilemiş olduğu yaklaşım, Hume’un temel almış olduğu düalist yaklaşımından sadece
biçim bakımından farklılaşmaktadır, dolayısıyla ilkesel olarak düalizmin
mantıksal sınırları içinde kalan bir yaklaşım ortaya koymaktadır. Kant ve
Smith’in bu bağlamda bazı açılardan karşılaştırması için bkz.: Doğan
Göçmen, “Kartezyen Şüphecilik ve Humecu Bilinemezcilik Bağlamında Adam Smith’in
Sağduyu Epistemolojisi”, Felsefe Logos, no:
35-36(2008/1-2 içinde), s. 251-271.
[24] Adam Smith, “The Principles which lead
and direct Philosophical Enquiries; illustrated by the History of Astronomy”, Essays on Philosophical Subjects içinde,
W. P. D. Wightman and J. C. Bryce (yay. haz.), Indianapolis: Liberty Fund,
1982, s. 45.
[25] A.g.e., s. 45.
[26] George Davie, “Hume, Reid, and the
Passion for Ideas”, s. 3.
[27] A.g.e.., s. 3.
[28] A.g.e., s. 2.
[29] Donald Winch, Adam Smith’s Politics (Adam Smith’in Siyaset Bilimi), Cambridge,
London, New York ve Melbourne: Cambridge University Press, 1978, s. 71.
[30] Smith’in
yabancılaşma kuramının Hegel ve Marx üzerindeki etkisi bilimsel literatürde
yeterince işlenmiştir. Bu konuda özellikle bkz.: Norbert Waszek, The Scottish
enlightenment and Hegel’s account of “civil society” (İskoç
Aydınlanmacılığı ve Hegel’in “burjuva toplumu”na dair görüşü), Dodrecht vd.:
Kluwer Academic Publishers, 1988; Margaret Alice Fay, Der Einfluß von Adam Smith auf Karl Marx’ Theorie der Entfremdung: eine
Rekonstruktion der ökonomisch-philosophischen Manuskripte aus dem Jahr 1844,
Frankfurt a. M. vd: Campus-Verlag, 1986.
[31] Adam Smith, Lectures on Jurisprudence.
[32] Smith’in eserinde toplumun “doğal
tarihi”ne dair bir deneme bulunduğuna ilk olarak Ronald L. Meek işaret etmiştir
ve Smith’in adını bunu kendisinden daha önce deneyen Montequieu ve Hume gibi
büyük filozofların adının yanında anmıştır. Bkz. “The Scottish Contribution to
Marxist Sociology” (Marxist Sosyolojiye İskoç Katkısı), Economics and Ideology and Other Essays (Ekonomy ve İdoloji ve
Diğer Denemeler), Londra: Chapman and Hall Ltd., 1967, s. 37.
[33] Adam Smith, Lectures on Jurisprudence, s. 334. Yukarıdaki pasajı Smith’in
doğayı köken olarak kullanmasına dair bir örnek olarak aktarıyorum. Özellikle Ahlaksal Duygular Kuramı doğanın bu
şekilde işlevselleştirmesine ilişkin örneklerle dolu. Örneğin bkz. Adam Smith, The Theory of Moral Sentiments, s. 130,
142, 145, 183. Tabi doğayı bu şekilde kullanmanın büyük sorunları da var. Bu
ilk bakışta Smith’in doğayı kişileştirmek istediğine dair bir izlenim
uyandırabilir. Fakat Smith’in böyle bir amacı yoktur. Smith gibi birçok
düşünürün burada karşılaştığı sorun, onların ellerinde evrim teorisinin
bulunmamasıdır. Smith’in çağdaşlarından D’Holbach, 18. yüzyıl filozoflarının
karşılaştıkları bu soruna ilk işaret edenlerdendir. Doğayı kullanış
biçimlerinin, onu sanki kişileştirmek istiyorlarmış gibi bir izlenim uyandırsa
da, bunu kesinlikle amaç edinmediklerinin bilinmesini istemiştir D’Holbach.
[34] Adam Ferguson, An Essay on the History of Civil Society (Sivil Toplumun Tarihi
Üzerine Bir Deneme), Fania Oz-Salzberger (yay. haz.), Cambridge, New York ve
Melbourne: Cambridge University Press, 1995, s. 21.
[35] Bkz. Ronald L. Meek, “The Scottish
Contribution to Marxist Sociology”, s. 34-50.
[36] Adam Smith, Lectures on Jurisprudence, s. 337-338.
[37] A.g.e., s. 334-335.
[38] A.g.e., s. 338-340.
[39] A.g.e., s. 316.
[40] A.g.e., s. 316.
[41] A.g.e., s. 316.
[42] A.g.e., s. 317.
[43] A.g.e., s. 316.
[44] Adam Smith’in burada eleştirmiş olduğu
düşünce, Edmund Burke tarafından özel olarak Fransız devrimcilerine ve Fransız
Devrimi’ni savunan İngiliz devrimcilerine karşı ileri sürülmüş bir düşüncedir.
Bu düşünceden hareketle Burke, devrimin bir hak olmadığını ileri sürmüştür.
Smith’in bu eleştiriyi yaparken dayanmış olduğu düşünce ise, Thomas Paine
tarafından yaşayan kuşakların, seleflerinin ne düşündüğüne ya da ne tür
sözleşmeler yaptığına bakmadan devrim yapmanın bir insan hakkı olduğunu Burke’e
karşı savunmak üzere temel alınmıştır. Bkz. Edmund Burke, Reflections on the Revolution in France (Fransa’daki Devrim Üzerine
Düşünümler), Conor Cruise O’Brien (yay. haz.), Middlesex: Penguin Books, 1968,
s. 100-104; Thomas Paine, Rights of Man
(İnsanın Hakları), London: Penguin Books, 1984, s. 41-42.
[45] David Hume, Essays: Moral, Political and Literary (Denemeler: Ahlaksal, Siyasi
ve Edebi), Indianapolis: Liberty Fund, 1985; özellikle bkz. “Of the First
Principles of Government” (Devletin İlk İlkeleri), s. 32-36 ve “Of the Origin of Government” (Devletin Kökeni Üzerine), s.
37-41.
[46] Adam Smith, Lectures on Jurisprudence, s. 317.
[47] A.g.e., s. 207.
[48] A.g.e., s. 311.
[49] Ronald L. Meek, “The Scottish
Contribution to Marxist Sociology”, s. 38.
[50] Adam Smith, Lectures on Jurisprudence, s. 404.
[51] Bkz. Montesquieu, The Sprit of the Laws (Yasaların Ruhu), A. M. Cohler, B. C. Miller
ve H. S. Stone (yay. haz.), Cambridge, New Yorke ve Melborne: 1994, s. 290-291
ve 338-339.
[52] Örneğin bkz. David Hume, “Natural
History of Religion (Dinin Doğal Tarihi)”, The
Philosophical Works of David Hume (4 cilt) (David Hume’un Felsefi Eserleri)
içinde, Edinburgh ve London (yayımcılar): Adam Black, William Tait ve Charles
Tait, 1826, c.4, s. 433-513.
[53] Adam Smith, Lectures on Jurisprudence, s. 14.
[54] A.g.e., s. 208.
[55] A.g.e., s. 203.
[56] A.g.e., s. 5.
[57] A.g.e., s. 208.
[58] A.g.e., s. 208-209.
[59] A.g.e., s. 203 (vurgular bize ait).
[60] A.g.e., s. 203.
[61] A.g.e., s. 202.
[62] A.g.e., s. 203.
[63] Adam Smith, An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations (Ulusların
Zenginliğinin Doğası ve Nedenlerine Dair Bir Araştırma), R. H. Capmbell, A. S.
Skinner ve W. B. Todd (yay. haz.), Indianapolis: Liberty Fund, 1981, c. 1, s.
48.
[64] Adam Smith, Lectures on Jurisprudence, s. 321.
[65] A.g.e., s. 404; Montesquieu, The Sprit of the Laws, s. 10.
[66] Aristoteles, Politics, Jonathan Barnes (yay. haz.), Princeton (New Jersey):
Princeton University Press, 1985, c. 2, s. 2030.
[67] A.g.e., s. 2030-2031
[68] Adam Smith, Lectures on Jurisprudence, s. 200 ve 404-405.
[69] A.g.e., s. 460.
[70] A.g.e., s. 404-406
[71] A.g.e., s. 326.
[72] Ferdinand Lassalle, “Arbeiter-Programm.
Über den besonderen Zusammenhang der gegenwärtigen Geschichtsperiode mit der
Idee des Arbeiterstandes” (İşçi-Programı. İşçi Zümresinin İdesinin Mevcut
Tarihsel Dönemle Bağlantısı Üzerine), Gesammelte
Reden und Schriften (Toplu Konuşmaları ve Yazıları), c. 2 içinde, Eduard
Bernstein (yay. haz.), Berlin: Verlag bei Paul Cassirer, 1919, s. 197.
[73] A.g.e., s. 164.
[74] A.g.e., s. 195.
[75] A.g.e., s. 195.
[76] A.g.e., s. 195.
[77] A.g.e., s. 166.
[78] Ludwig von Mises, Liberalism. The Classical Tradition, Bettina Bien Greaves (yay.
haz), Indianapolis: Liberty Fund, 2005, s. 17.