PDF için tıklayınız...Felsefe
ne işe yarar ya da felsefe bir işe yarar mı? Felsefenin anlamı ve gereği nedir?
Felsefe bir meslek midir? Dolayısıyla felsefeyle para kazanılır mı? Sorular
artırılabilir… Günlük hayatımızda felsefe söz konusu olduğunda sıkça
karşılaştığımız sorulardan birkaçı bunlar. Bu tür sorular sorulurken genellikle
sorunun içine küçümseyici bir “alt ton” da eklenir. Buna gözlerin içinde
kendinden emin alaycı (ve bazen ukala) parlak bir bakış eşlik eder. Felsefe de,
hayatta her şey gibi varlığını gerekçelendirmek zorundadır. Fakat bu tür
soruların yanıtını felsefe, kendini beğenmişliğe düşmeden ve kibre kapılmadan,
büyük bir alçak gönüllülükle, fakat savunmacı ve korkak bir ruh haliyle değil,
cesurca vermelidir. Zira felsefe, insana ekmek ve su kadar lazımdır.
Modern
felsefenin kurucularından René Descartes’a göre, “felsefesiz yaşamak, açmayı
denemeden, gözü kapalı yaşamaktır.” Felsefenin verdiği zevk ve bu zevkten
duyulan sevinç, “felsefenin bulup meydana çıkardığı nesnelerden edinilen
bilginin verdiği sevinçle ölçülemez” sadece. Felsefe bize her şeyden önce
“ahlakımızı düzenlemek ve bu dünyada yaşamımızı yönlendirmek için” lazımdır.
Öyle ki; aklın gözü olarak felsefe bize, “adımlarımıza yol göstermek için
gözlerimizi kullanmaktan çok daha gereklidir.”[1]
Zira felsefi bilgi bizi dünyayla ilişkilendirirken bize her şeyden önce dünyaya
ve topluma ilişkin ahlaki duruşumuzu düzenlememizi, yani ahlaklı olmanın ne demek
olduğunu öğretir. O halde, felsefe, insanın yaşamını az-çok bilinçli bir
şekilde düzenleyebilmesi ve anlamlı bir yaşam sürebilmesi için ekmek su kadar
lazımdır. Bu konuda René Descartes’ın yaptığı, bir toplumun ya da ulusun
“bireyleri felsefeyle ne kadar çok içli dışlı olursa”, bir toplumda felsefeyle
uğraşanların sayısı ne kadar çok olursa, o toplum o kadar uygar ve ince ruhlu”[2]
olur belirlemesi son derece isabetlidir ve tarihi olarak kanıtlanmıştır.
Ne yazık ki, günlük bilincimizi belirleyen bu
gerçek değildir. Günlük hayatımızda günlük bilincimizi derinden etkileyen iki
farklı bağlamda kullanılan bir deyiş vardır –ki bu tam tersi bir kanıyı ifade
eder. Örneğin “felsefe yapma!” ve “felsefe yapalım!” gibi. Yazının amacı, önce,
bu tabirlerin kullandığı bağlamlardan hareketle günlük bilincimize sinen
felsefeye dair genel negatif bir anlayışı yaygın kanı olarak alıp, bunun
karşısına bazı temel toplumsal sorunlardan hareketle felsefenin asıl ne
olduğunu ve hem sorunların sorun olarak algılanması, hem de çözülmesi için
kuramsal bir perspektifin sunulması konusunda nasıl verimli kılınabileceğine
ilişkin bazı gözlemlerimi ve düşüncelerimi paylaşmaktır.
“Lügat
parçalama!”, “felsefe yapma!”
Günlük
dilimizde ve hayatımızda laf kalabalığı yapanlara, “lügat parçalama!” ya da
daha sıkça “felsefe yapma!” denir. Günlük hayatımızda ilk tabir genellikle
süsleyip püsleyerek ve böylelikle anlaşılmaz kılarak konuşmaya denir. Son tabir
içinde, aynı zamanda, karşıdakini, konuyu çarpıttığına dair doğrudan bir
suçlamayı da içerir. Bu suçlama, René Descartes’ın deyimiyle filozof olmayıp da
“filozofluk taslayanlara” karşı yapıldığı oranda haklılık da içerir. Zira
çıkardığı sesi hissetmesi hiçbir şekilde mümkün olmayan müzik aletleri gibi,
filozofluk taslayanlar da felsefe yapmayı, çıkardığı sesi hissetmekten uzak
cansız nesneler gibi ezberlenmiş kitabi bilgileri tekrarlamaktan ibaret
sanırlar. Ne var ki; Descartes’a göre felsefeyle uğraşmayanların bile aklı
filozofluk taslayanlardan daha fazladır. Zira kibirlilik ve kendini beğenmişlik
felsefenin özüne aykırıdır. Fakat tabir, felsefeyi oldukça küçük gören başka
bir bağlamda daha kullanılır. Bununla hayatını felsefeci olarak idame edenler
çok sık karşılaşır. Felsefeci olduğunuz öğrenilirse, bazıları “felsefe yapalım
mı?” diye sorar hemen ya da doğrudan “felsefe yapalım” diye teklif eder. İki
farklı bağlamda kullanılan aynı tabirdir. Belirttiğim gibi, “felsefe yapma!”
tabirinin kullanıldığı bağlam (haklılık içeren suçlama durumunu şimdilik bir
tarafa bırakırsak), felsefeyi doğrudan aşağılamaya yöneliktir. İkinci bağlam,
felsefeyi küçük görür. İlk durumda felsefenin bir kelime oyununa indirgendiği,
basit bir şekilde gerçeği çarpıtma sanatı olarak tanımlandığı, dolayısıyla
aşağılandığı, artık anlaşılıyor.
“Felsefe
yapalım mı?” diye sorulduğunda ya da “felsefe yapalım!” diye teklif edildiği
zaman tabir neden felsefeyi küçümseyici bir anlam içerir? Hiç kimse, örneğin
bir fizikçi ile veya bir kimyacıyla ya da bir matematikçi ile karşılaştığında;
bir sosyolog, bir psikolog, bir iktisatçı ile tanıştığında mesela “fizik
yapalım!” demez veya “psikoloji yapalım mı?” diye sormaz. Ama felsefeci ile
karşılaşıldığında denir. Neden? Bu davranışla ifade edilmeye çalışılan şey,
aslında önkoşulsuz felsefe yapılabileceği sanısıdır. Bu, bir bakıma yanlış değildir.
Zira felsefe her şeyden önce düşünce işidir. Hemen herkes bir biçimde sürekli
düşünceyle ilişkili ve meşgul olduğu için, kendisini, düşünceyle uğraşan
felsefeye aşina hisseder. Bu yanlış ve olumsuz değildir. Fakat bu, sıkça
felsefenin önkoşulsuz yapılabileceği sanısına götürüyor ki, yanlış ve
yanıltıcı, dolayısıyla felsefeyi küçük görücü davranış budur.
Hiç kimse diğer bilimlerin önkoşulsuz
yapılabileceğini, bırakalım düşünmeyi, sanmaya bile cesaret edemez. Diğer
bilimler gibi felsefe de önkoşulsuz yapılamaz. Yani felsefe yapmak da, bazı
olmazsa olmaz önkoşulların yerine getirilmesini şart koşar. Her şeyden önce,
felsefe, basit bir şekilde düşünceyi konu almaz. Filozofların, “insanı
hayvandan ayıran özellik, düşünebilmedir” deyişi bu nedenle hep yanlış
anlaşılmıştır. Felsefenin konusu elbette düşünmedir. Fakat felsefe, akıllı ya
da doğru dürüst düşünmenin önkoşullarını araştırır. O halde, felsefe yapabilmek
için her şeyden önce Mantık’ın bilinmesi gerekir. Burada söz konusu olan
Mantık, elbette diyalektik mantıktır, doğru dürüst düşünmekten başka her şeyi öğreten
modern ya da sembolik mantık değildir. Sonra, felsefe yapabilmek için,
kavramlarla düşünmesini bilmek gerekir. Bununla şu kastedilmektedir: kavramlar
ve kategoriler arasında hem içsel, hem dışsal, hem de (ancak iyi bir metafizik,
ontoloji ve epistemoloji bilgisine sahip olunduğu oranda bilinebilecek)
hiyerarşik sistematik bir ilişki vardır. Kavramlar arasındaki bu ilişki
bilinebildiği oranda felsefe yapılabilir.
Felsefenin
anlamı nedir?
Felsefi
bakış, nasıl bir bakıştır?
René
Descartes’ın yazının girişinde işaret ettiğim belirlemesi, tam olarak şöyle:
“bir ulusun bireyleri felsefeyle ne denli içli dışlı olursa, o ulusun o denli
uygar ve ince ruhlu olacağına inanmak” gerekir.[3]
Descartes’ın bu belirlemesi ne kadar çok vurgulanırsa, o kadar azdır. Zira
Descartes’ın belirlemesine temel oluşturan nelik (ben neyim?, biz neyiz?)
sorusunun yerine, on dokuzuncu yüzyılın ortasından itibaren ana akım felsefenin
taşıyıcıları (J. S. Mill, A. Comte, W. Dilthey, F. Nietzsche) tarafından kimlik
(ben kimim?, biz kimiz?) sorusu
yerleştirilemeye çalışılmaktadır. Descartes’ın belirlemesine göre, bir toplumda
bireyler felsefeyle ne kadar çok “içli dışlı” olursa, o toplumda hem bireyler
hem de bir bütün olarak toplum kendisinin ne (insan) olduğunu sorgulayan, kendi
kendisine hem bireyler, hem de toplum ya da ulus olarak belli bir mesafeden
bakabilir, yani özeleştirel olabilir. Kendisinin ne (nasıl bir insan) olduğunu
sorgulayan bireyler ve bu bireylerden oluşan toplum ya da ulus, kendisini diğer
bütün bireyler ve uluslar gibi bütün insanlığın bir parçası olarak
kavrayabilir. Yani kim olduğunu, ne olduğu sorusu üzerinden kavrar. Böylelikle
ne teker teker bireyler ne de bir bütün olarak toplum ya da ulus kendisini diğerleri
karşısında mutlaklaştırmaz.
Fakat bugün de ana akım felsefenin, nelik
sorusunun yerine temele yerleştirmeye çalıştığı kimlik sorusundan hareket
edilirse, herkesin herkesle paylaştığı şeyin ne olduğu (insanlık)
araştırılmadan, herkes dogmatik bir şekilde kendisinin kim olduğunu tanımlama
çabasına düşer –ki bu herkeste diğerlerinin varlığını yadsıyan, kendisini
diğerlerinin karşısında mutlaklaştıran, insanları ve ulusları birbirine
yabancılaştıran, birbirine karşı barbarca duygular beslemeye iten içinden
çıkılmaz bireyciliğe ve ulusçuluğa/milliyetçiliğe götürür. Bu nedenle, yukarıda
alıntıladığım yerde Descartes, felsefi uğraşın insanları uygarlaştırdığını
vurguladığı yerde, bunun aynı zamanda uygar insanı, “yabanıl ve barbar
insanlardan ayırdığını”[4]
belirtmeyi ihmal etmez.
Felsefe
ne işe yarar
İnsanlık
tarihi katlanılmaz hale gelmiş ezici toplumsal sorunlar karşısında insanların
gerek teker teker, gerek gruplar halinde, gerekse de kitlesel olarak duygusal
öfkelerini ifade ediş örnekleriyle doludur. Fakat sıkça isyana varan bu
öfkelenişler, ya tarihsel nesnelliğin yeterince kavranamadığı için gereğine
uygun eylem geliştirilemediğinden, ya da karşısında öfke duyulan sorun
yeterince algılanıp teorik olarak halledilemediği için sıkça başarısızlığa
uğramıştır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, pratik hareketin en önemli
teorik silahı olan felsefeyle buluşamamış olmasıdır. Son yıllarda dünya çapında
gözlenen yeniden kalkışma dalgaları felsefeyi ihmal ederse, tarihte gözlenen
sayısız başarısızlık örneklerine bir yenisini daha ekleyebilir. Zira felsefe,
en genel temel kavramlarla dünyaya bakmayı, düşünmeyi ve çalışmayı öğretir.
Böylelikle felsefe bütünlüklü bir dünya görüşü ortaya koyar ve bu bütünlüklü
dünya içinde insanın yerini kavramaya çalışır. Bütünlüklü dünya görüşüne sahip
olan bir insan, dünyanın ve insanlığın haline dair bir hakikat iddiası olan ve
bu hakikatin içinde kendisini tarihsel misyonu ile kavrayabilen bir insandır.
İnsanın görme ve algı gücünü müthiş geliştirir. Bu nedenle felsefe, insanların
hemen her şeye karşı zihinsel hassasiyetini artırır, bakışını temel yapısal
ilişkilere ve kimsenin görmediği ayrıntılara yönlendirir.
Fakat felsefe sadece bunu yapmakla kalmaz.
Felsefe aynı zamanda algılanan, tanımlanan ve kavranan sorunun teorik halledilişi
için de gerekli düşünsel araçları sunar –ki, bu, sorunun kalıcı pratik
çözümünün de önkoşuludur.
Sorunların
“kuramsal halledilişi” ne anlama geliyor?
Sorunların
“teorik halledilişi” kavramı ile herhangi bir sorunun algılanmasını,
kavramlaştırılmasını, açıklanmasını ve açıklanırken sorunun kendi şekillenişi
içinde zaten var olan mümkün çözüm önerisini/önerilerini empirik ve teorik
gerekçeleriyle ortaya koymayı kastetmektedir. Kavram ile nasıl iş görüldüğünü
görmek için öncelikle Karl Marx’a başvurulmalıdır.
Karl
Marx’ın Onbirinci Feuebach Tezi üzerine çok yazıldı, çok tartışıldı. Tezde,
Marx, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, aslolan onu
değiştirmektir”[5]
diyor. Bu tez bağlamında üzerinde en çok durulan soru, bu tezin felsefeyi
yadsıyıp yadsımadığı, felsefeyi yıkmak isteyip istemediği sorusu oldu.[6]
Fakat tez, felsefenin yüzlerce yıldan beri biriktirdiği teorik bilginin pratiğe
aktarılması talebi olarak hiç görülmedi. Oysa kanımca tezde, Marx, dünyanın
yorumunun dünyanın değiştirilmesine uyarlanmasını talep etmektedir. Marx,
dünyanın yorumundan felsefi “dünya tasarımı”nı anlamaktadır. Bu tasarım zorunlu
olarak kavramsal ve genel olmak zorundadır. Fakat bu tasarımın değiştirilmek
üzere uygulanacağı dünya zorunlu olarak hem tarihsel olarak, hem de mekânsal
olarak somut olmak zorundadır. Engels, Marx ile bu konuda hem fikirdir.
Marx ve Engels’in felsefeye katkısı hem teorik
açıdan, hem de pratik açıdan iki boyutludur. Teorik açıdan iki boyutludur;
çünkü felsefi bilgi, kapitalist toplumun özünün kavranıp kuramlaştırılmasına
uyarlanmıştır. Burada felsefi bilginin, teorinin pratiğine uyarlanması söz
konusu olduğu için, her şeyden önce uyarlanışa dair pratik bilgi içerir. Fakat
bu uyarlanış felsefenin teorisi bakımından da paha biçilmez bir bilgi
hazinesidir. Marx ve Engels’in felsefeye katkısı aynı zamanda doğrudan pratik
bilgiyi kapsar; çünkü hem yüzyıllardan beri biriken felsefi bilgi, hem de bu
salt teorinin, teorinin pratiğine uyarlanmasından elde edilen teorik bilgi,
doğrudan pratikte sınanmaktadır. Bu, doğrudan pratikten, hem teorik hem de
pratik bilgi elde edilmektedir. Teorik bilgi, bir taraftan, teorinin doğrudan
pratikte sınanmasından (yanılma ve doğrulama üzerinden) elde edilir. Pratik
bilgi, henüz gerçekleştirilmemiş bir pratiğin denenmesinden elde edilir.
Marx
ve Engels’in toplumsal sorunları kuramsal halledişine iki örnek
Engels,
“Sosyalizmin Ütopiden Bilime Doğru Gelişimi”[7]
adlı çalışmasında “modern sosyalizm, içerik bakımından öncelikle bir taraftan
bugünkü toplumda hâkim olan mülkiyet sahibi olanlar ile mülksüzler,
kapitalistler ile ücretli emekçiler arasındaki sınıf karşıtlıklarına diğer
taraftan üretime hâkim olan anarşiye dair görüşün ürünüdür” der. Engels bu pasajda modern sosyalizmi, her
şeyden önce kapitalist toplumun ekonomik (maddi) yapısal şekillenişinin bir
ürünü olarak tanımlıyor. Bu nedenle Alman İdeolojisi’nde, komünizm, kelimenin
en geniş anlamında bir “gerçek hareket” olarak ele alınır, bir “ide”, bir
“ilke” ya da gerçekleştirilmesi gereken bir “ideal durum” olarak değil.[8]
Yani, diğer bir deyişle, modern sosyalizm, toplum, bilim ve felsefe tarihinin
bir ürünü olarak belirmiştir, kendini üstün ya da biricik ve dâhi olarak gören
bazı kişilerinin düşün ve fantezi ürünü olarak değil.
Engels’in,
modern sosyalizmi, kapitalist ekonominin şekillenişinin en başta iki yapısal
sorununun bir ürünü olarak tanımlayışına yakından bakalım. Engels’in öne
çıkardığı iki yapısal sorunun ortaya attığı teorik sorun nedir? İlk sorun,
“kapitalistler ile ücretli emekçiler arasındaki sınıf” karşıtlıklarından
kaynaklanmaktadır. Buradaki teorik sorun, klasik tabirle ifade edecek olursak,
“efendi-köle” ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Modern efendi-köle ilişkisi
teorik olarak nasıl çözümlenecektir? Konunun felsefi olarak
kuramsallaştırılmasının çok uzun bir tarihi vardır. Diğer bir tabirle
“efendi-köle diyalektiği”, Marx ve Engels’ten önce, örneğin Denis Diderot ve
J.-J. Rousseau gibi Fransız Aydınlanmacıları tarafından kuramlaştırılmış ve en
son Hegel’in Tinin Fenomenolojisi
adlı eserinde en gelişkin ifadesini bulmuştur.
Engels’in
kapitalist toplumun ekonomik yapısından kaynaklandığını belirttiği diğer sorun,
üretime hâkim olan anarşiden, yani üretimdeki plansızlıktan ve karmaşadan
kaynaklanmaktadır. Burada “anarşi” kavramı ile kastedilen, üretimde var olan
sayısız üretim birimleri arasında onları birleştiren bir ilişkinin olmayışıdır.
Yani, diğer bir deyimle, üretimde, üretim birimleri bakımından salt çokluk söz
konusudur ve aralarında birlik oluşturabilecek her hangi bir ilişki
bulunmamaktadır. Tersine, kapitalist üretimde üretim birimlerinin özel mülkiyet
olarak yapılanmaları gereği, her birim diğerini kendisine rakip, yani karşıt ve
düşman olarak görür.
Burada
söz konusu olan sorun, felsefenin kurulmasına yol açan bir sorundur. Bu,
insanın düşüncesinin dünyevileşmesine ve sorunun, felsefe tarihinde “çoklukta
birlik” sorunu olarak tanımlanmasına götürmüştür: doğada ve toplumda ilk
bakışta görülen çokluğun birliği nasıl kavranmalı ve bu toplumsal ilişkilere
nasıl uyarlanmalıdır. Bu soru, son olarak Hegel’in Mantık Bilimi’nde en
gelişkin ifadesini bulmuştur.
Fark
edildiği gibi hem efendi-köle diyalektiği hem de çoklukta-birlik sorunu, teorik
olarak Marx ve Engels’ten önce tartışılmış ve çözülmesi için belli bir
olgunluğa kavuşturulmuştur. Uzun felsefe tarihinde her iki sorunun da hangi
farklı çözüm denemelerinden sonra Hegel’in felsefesinde en olgun şeklini
bulduğunu Marx da Engels de çok iyi biliyordu. Marx ve Engels kapitalist toplum
formasyonunda efendi-köle ilişkilerinin ve üretim birimleri arasındaki
ilişkilerin eskiye nazaran nasıl şekillendiğine bakarken hâlihazır mevcut
kavramlarla bakıyorlardı. Fakat kavramların içeriği artık 18. yüzyılda hüküm
süren sınıf ilişkileri ve çatışmaları tarafından belirlenmemektedir. Tersine,
kavramların içeriği, 19. yüzyılda tamamıyla yeniden şekillenen sınıf ilişkileri
ve çatışmaları (efendi-köle diyalektiği) tarafından belirlenmektedir.
Çoklukta-birlik
sorunu modern felsefe tarafından nasıl çözülmüştü? Bir özgürlük sorunu olarak
efendi-köle diyalektiği nasıl çözümlenmişti?
Spinoza,
Leibniz ve Hegel’in felsefi çabası sonucu, çokluk ve birlik sorununun teorik
araştırılması, şeylerin artık aynı zamanda evrensel olanın ve tikel olanın
birliği olarak kavranması gerektiği düşüncesini ortaya çıkarmıştı. Varolan her
şey kendine hastır, fakat her kendine has olanda aynı zamanda evrensel olan da
bulunmaktadır Aksi takdirde tikel olarak vücuda gelmesi mümkün olmazdı. Diğer
taraftan öz ve görünüş ilişkisinin araştırılması, evrensel olanın kendini tikel
olanda dışa vururken, öz ve görünüşün çoğu kez örtüşmediği sonucuna
götürmüştür. Marx’ı, öz ve görünüş ilişkisi berrak olsaydı, bilime gerek
kalmazdı, belirlemesini yaparken bilimsel ve felsefi araştırmaların ulaştığı bu
sonuca dayanıyordu. Bu felsefi ön bilgiyle Engels, kapitalist toplumda varolan
üretim birimlerinin birbiriyle olan ilişkisinin şekillenişine bakarak, üretime
“anarşi” hâkimdir, demiştir. Zira üretimin asıl amacı, gereksinimlerin
giderilmesidir. Fakat kapitalist toplumda üretim birimlerinin hesabı kâr ilkesi
üzerine kuruldur ki, bu, hepsinin birbiriyle özsel olarak ilişkilenmesi yerine,
birbirini dışlamasına yol açmaktadır. O halde, kapitalist toplumda üretim
birimlerine sadece çokluk ilkesi hâkimdir, birlik dışlanmaktadır,
ötekileştirilmektedir, bastırılmaktadır. Bu nedenle sosyalist üretimin,
çoklukta-birlik diyalektiği üzerine kurulması kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Böylelikle üretken etkinliğin özünü oluşturan gereksinim için üretim etkinliği
de özgürleşmiş olur.
Peki, sosyalizmi kim kuracak? Bu sorunun teorik
yanıtı, efendi-köle ilişkisinin felsefi çözümlemesinde verilmiştir. Efendi-köle
diyalektiğinin felsefi açıdan araştırılması, sorunu bir özgürlük sorunu olarak
tanımlamıştır. Efendi ile köle arasındaki tahakküm ve kölelik ilişkisi,
özgürlerin, eşitlerin ve birbirini kendisin diğeri olarak tanıyanların
ilişkisine nasıl dönüştürülebilir? Söz konusu efendi-köle girdabından özgürlüğe
giden yolda kim taşıyıcı özne olacak, efendi mi, kölemi? Felsefi araştırmanın
bu sorulara verdiği yanıttan haberi olmayanlar, araştırmanın sonucunu tutarlı
bir şekilde sahiplenemeyenler ya da araştırmanın sonucunu kabul etmeyenler,
genellikle görünüşe bakıp güçlü olanın, efendi olduğu ve dolayısıyla köleyi özgürlüğe
ancak efendinin götürebileceği kanısına varırlar. (Kölenin köle kalması
gerektiğini savunan muhafazakâr-faşist teorileri burada dikkate almıyorum.) Bu
nedenle efendiye, köleye acımasını salık verirler ve onu özgürleştirmesi için
ahlaki çağırılarda bulunurlar. Örneğin Marx ile Proudhon arasında çatışmaya
neden olan temel sorunlardan birisi budur. Felsefi araştırmanın sonucu nedir?
Efendi-köle ilişkisinde hâkim olan efendi olduğu için, bakış açısı kendi
tahakkümü ile sınırlıdır. Bu nedenle efendinin bir özgürlük perspektifine sahip
olması mümkün değildir. Buna karşın köle, içinde bulunduğu nesnel durumu gereği
zorunlu olarak bir özgürlük perspektifine sahip olabilir. Fakat kölenin de
bilmesi gereken bir şey vardır. Köle, özgürlük perspektifini kendisini efendinin
yerine geçirmek ile sınırlarsa, bu durumda efendi-köle ilişkileri girdabında
kendisini sadece efendinin yerine geçirmiş olacak. Efendi ise köleleştirilmiş
olacak. Oysa felsefi araştırma, efendi olan kölenin uzun erimli olarak efendiyi
de özgürleştirebildiği oranda özgür olabileceğini tespit etmiştir. Efendi-köle
ilişkisine temel oluşturan çelişki kuramı bunu öngörmektedir. Bu nedenle Marx
ve Engels, işçi sınıfı iktidara geldiğinde, yani efendi olduğunda kendi
kendisini hâkim sınıf (efendi) olarak ortadan kaldırabildiği oranda özgürleşir
ve böylelikle de insanlığı kurtarabilir, demiştir. Sayısız birçok
çağdaşlarından farklı olarak Marx ve Engels’e bu öngörü gücünü, Hegel okulunda
aldıkları felsefi öğretim vermiştir.
* Yazı Evrensel Kültür dergisinde (no: 266 (2014), s. 25 – 30) yayımlanmıştır.
[1] R. Descartes, Felsefenin İlkeleri, çev. Mesut Akın, Say Yayınları, İstanbul,
2008, s. 33.
[2] R. Descartes, Felsefenin İlkeleri, s. 33.
[3] R. Descartes, Felsefenin İlkeleri, s. 32.
[4] R. Descartes, Felsefenin İlkeleri, s. 32.
[5] K. Marx ve F. Engels, Alman İdeolojisi, çev. Tonguç Ok ve
Olcay Geridönmez, Evrensel Basın Yayın, İstanbul, 2103, s. 17.
[6] Onbirinci Feuerbach Tezi ile Marx’ın
felsefeyi yadsıdığı ve yıkmak istediği iddiası son derece yaygındır. Bunun böyle
olmadığını, iddianın 20. yüzyılda en etkili temsilcilerinden olan Martin
Heidegger bağlamında göstermeye çalıştım (bkz: Evrensel Kültür, no: 258(2013),
s. 56-57).
[7] Engels’in, Türkiye’de daha çok “Ütopik
Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm” adı ile broşürün asıl adı “Sosyalizmin
Ütopiden Bilime Gelişimi”dir. Broşür, Engels’in Anti-Dühring adlı eserinin “Sosyalizm” bölümünün Fransızca çevirisi
sırasında oluşmuştur. Marx’ın damadı Paul Lafarque tarafından Fransızca yayıma
hazırlanan broşür, yayımlanmadan önce Engels tarafından yeniden gözden
geçirilmiştir. Broşüre “Sosyalizmin Ütopiden Bilime Gelişimi” başlığını,
Lafarque vermiştir. Engels (ve Marx tarafından) başlığa itiraz edilmemiştir.
[8] K. Marx ve F. Engels, Alman İdeolojisi, s. 43.